El Kaide’nin dünyada ünlenmesine neden olan 11 Eylül’ün üzerinden neredeyse dört yıl geçti. Bu süre zarfında daha pek çok ülke, İstanbul, Madrid ve Londra’nın aralarında olduğu büyük kentler aynı örgütün üstlendiği bombalama eylemleriyle kana bulandı. Bu eylemlerde nice insan öldü, yaralandı, sakat kaldı ve bu olaylar, en yakınlarından başlamak üzere emeğiyle geçinen tüm iyi insanların içine acı saldı. Ne var ki, bu tür acıları üzülüp dövünmekle ya da olayların ardından adresini şaşırmış kınama mesajları yayınlamakla dindirmek mümkün değil.
En başta belirtmek gerekir ki, bugün burjuva medyanın “terör” diye adlandırıp “masum insanlar öldürülüyor” gerekçesiyle kamuoyunun dikkatini çektiği bombalı saldırılar, aslında ardında burjuva düzenin nice çarpıcı gerçeğini saklıyor. En dikkat çekici yönlerden biri, günümüzde burjuva ideolojisinin kavramlarla keyfince oynaması ve bu yolla kitle bilincini çarpıtmasıdır. Terör kavramı bu durumun en önde gelen örneklerinden birini oluşturuyor. Kapitalist sistemin hegemon gücü ABD, bizzat kendi eliyle “uluslararası terör” diye bir muamma yarattı. “Uluslararası terörle mücadele” masalı, Ortadoğu ve Avrasya’da yürütülen emperyalist paylaşım savaşının gerekçesi ilan edildi. Böylece haksız bir savaşın adı “terörle mücadele” oldu!
Terörizm kavramı bir zamanlar yaygın olarak, kitle gücüne dayanmayan ve göz korkutarak caydırmayı amaçlayan eylem türünü anlatmak için kullanılırdı. Bireysel terörizm diye adlandırdığımız bu konu bir yana, burjuvazi aslında –bugünkü kadar olmasa bile– geçmişte de terör kavramını kendi çıkarları doğrultusunda anlamlandırmaya pek meraklıydı. Egemen sınıf, ezilen ve sömürülen kitlelerin her başkaldırı teşebbüsünü “terör” diye damgalayıp suçlamış, işçilerin neredeyse her bir direnişini, her militan grevini bir “terör” eylemi olarak göstermek istemiştir.
Terör sözcüğü en geniş anlamıyla ve bire bir kelime karşılığıyla dehşet ya da şiddet demektir. Ancak tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da, siyasal mücadele ve sınıf savaşı söz konusu olduğunda kavramlar tarafsızlığını yitirir. En objektif gibi görünen sözcükler bile, egemen sınıfın azgın çıkarlarına alet edildiğinde farklı “şifre”lere dönüştürülür. Tıpkı günümüzde burjuvazinin terör kavramı eşliğinde yürüttüğü “kanlı oyun”da olduğu gibi. O nedenle sorun, gündelik yaşamda artık sıkça duyduğumuz bir kavramın basitçe ne anlama geldiği değil; hangi sınıf tarafından ne amaçla kullanıldığıdır.
Uluslararası burjuva hukuk, 11 Eylül’den sonra dünya ölçeğinde yaygınlaşan bombalı eylemlerle gündelik yaşama giren terörizm kavramını, sivil hedeflere saldırı şeklinde tanımlıyor. Peki ya kapitalist düzenin, kâr ve yeniden paylaşım ihtirası nedeniyle sivil hedeflere yönelik “olağan” saldırıları hangi kavramla ifade ediliyor? Burjuva hukukunda ya da ideolojisinde bu tür gerçekleri çarpıtılmamış biçimde anlatan tek bir kavram bulamazsınız!
Burjuvazinin ikiyüzlülüğü
2003 Kasımında İstanbul’u vuran bombalı saldırıların ardından yazdığımız üzere[1], eğer bu tip saldırılar terör olarak adlandırılacaksa, ABD başta olmak üzere emperyalist savaş kurmaylarının düzenlediği operasyonlar terörün katmerlisidir. Eğer savaşın şiddetini terör sözcüğüyle ifade edeceksek, o takdirde ABD devleti dünyanın bir numaralı terörist organizasyonudur. Gerçekten de, emperyalist güçlerin dünyadaki nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak için çıkarttıkları tüm savaşlar, kitleleri inanılmaz yıkımlarla yüz yüze getiren dehşet eylemleriyle doludur. Bugün diğer tüm faktörler bir yana, ABD’nin sadece Afganistan’da ve Irak’ta yürütmüş olduğu savaşın ve Ortadoğu’yu yıllardır kan gölüne çeviren emperyalist politikaların provoke edeceği olaylar, dünyanın daha kimbilir kaç kentini bombalarla sarsacak, kaç insanı yaşamından edecektir.
İçinden geçmekte olduğumuz tarih kesiti, burjuvazinin ve onun ideolojisinin, onun sınıf demokrasisinin ikiyüzlülüğünü, çifte standartlarını, görmek isteyen gözlere olanca çarpıcılığıyla sergiliyor. Ama biliniyor ki, sömürülen sınıf “artık yeter” diye haykırarak devrimci isyanı başlatmadıkça, egemen fikirler daima egemen sınıfın fikirleridir. Bu nedenle “görmek isteyen gözler” kapitalist toplumda da, ta ki devrim ateşi yanana dek, neticede bir azınlıktan ibarettir; çoğunluk ise –ne yazık ki– burjuvazi tarafından istenildiği biçimde güdülen bir “sürü” gibidir. Bu nedenle burjuva ideolojisi, henüz gözü açılmamış kitlelerin beyninin içine rahatlıkla nüfuz edebilmekte ve çoğunluğun olaylara yaklaşımını, yani “kamuoyu” denen illeti dilediği gibi biçimlendirebilmektedir. Kanıtları ortada. Sayısız örnek vermek mümkün, ama biz birkaçı ile yetinelim.
Bazı “vicdanlar” neden bu denli güdümlü, tek yönlü tepkiler veriyor diye sormak gerekmiyor mu? Bombalı saldırılar karşısında sergilenen “hassasiyet”, neden kapitalizmin bir başka cins terörü, örneğin yoksulluk yüzünden her gün gerçekleşen çocuk ölümleri karşısında gösterilmiyor? Bombalama eylemleri El Kaide tarafından üstlenilince, burjuva medya elindeki tüm olanaklarla dünyanın her bir yanında, “uluslararası terör” diye büyük bir cayırtı koparmasını biliyor. Ama ABD bombaları Irak’taki binlerce masum insanın tepesinde patladığında, ya da genelde burjuva devlet güçleri şu ya da bu nedenle yoksul insanların köylerini yakıp yıktığında, bu, olağan kabul edilmesi gereken bir durum, “terörle savaş” oluveriyor! İstanbul’u, Madrid’i ya da Londra’yı vuran bombalama eylemlerinde kaç kişinin öldüğü, kaçının yaralandığı hatırlanıyor da, Irak’ta ABD’nin çıkardığı emperyalist savaşta ölü sayısının yüz bini çoktan geçtiğini dünyada acaba kaç kişi biliyor?
Çok çarpıcıdır, Londra’daki bombalama eylemleri, yoksul ülkelere yardım bahanesiyle İskoçya’da bir araya gelen G-8 liderlerinin toplantısı sırasında gerçekleşti. Bu eylemlerde ölen ve yaralananlar için gözyaşı dökülürken, aynı anda o yoksul ülkelerde de binlerce çocuk, açlık, susuzluk ve ilaçsızlık nedeniyle ölmekteydi. Kaynaklar, bu ölümlerin sayısının günde 33 binden fazla olduğunu söylüyor. Alın size, zengin ülkelerde terör diye nitelenen olaylar nedeniyle dillendirilen masum insan ölümlerinin, binlerce misliyle her gün yinelenen biçimini!
Kapitalist düzenin sivil halkı durup dururken canından eden en büyük baş belâsı olduğu ve dünyanın neresinde olursa olsun uygulanan haksız şiddetin kaynağında da bu düzenin yattığı aşikâr değil mi? Bu terörün yaratıcısı olan emperyalist sistemin önde gelen siyasal temsilcileri, şimdi bir de “küresel terör” bahanesiyle işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerindeki baskıcı önlemleri alabildiğine arttırmaya koyuluyorlar. Alın size, bir taşla iki kuş vurma! Kitleleri çift yönlü aldatma, baskı altına alma, katmerli terör! Yakın zamanlara kadar yürürlükteki burjuva demokrasileriyle övünen Avrupa ülkeleri, artık işsizlere, evsizlere ve göçmenlere yönelik daha ne gibi sert önlemler getireceklerini bilemez hale geldiler.
Polisin, örneğin Kuzey İrlanda’nın sokaklarındaki uygulamalardan farklı olarak sivil halka karşı silah taşımadığı ve ateş açmadığı Londra’da, artık, “pardon terörist sandık!” denerek güpegündüz insan avına çıkılabilecek. Yakın zamana dek bir turizm cenneti olarak bilinen Londra, bundan böyle yalnızca Müslüman ya da Asyalı “şüpheliler” için değil, Brezilyalılar, Şilililer, genelde tüm yabancılar için bir cehenneme dönüşebilecek. Pek çok ülkede faşizan uygulamaların yaygınlaştırıldığı, azınlıklara, göçmenlere, yabancılara yönelik cadı kazanlarının kaynatıldığı günümüz dünyası, birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarından bilindiği üzere, büyük bir fırtına öncesini hatırlatmaktadır.
Rakamlar G-8 ülkelerinde kişi başına ortalama yıllık gelirin 35 bin dolar civarında olduğunu gösteriyor. Emperyalist kurum sözcüleri özellikle son dönemlerde moda haline getirilen “hayırsever” demeç ve mesajlarıyla dünya kamuoyunu kandırmaya koyulmuşken, bu 35 bin dolardan yoksul ülkelere yardım karşılığı düşen miktar yılda yalnızca 74 dolardır. Oysaki aynı kapitalist devletler, nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak üzere emekçi kitleleri kanlı savaşlarda katliamlardan geçirirlerken misliyle para harcıyorlar! Bu ülkelerde kişi başına düşen yıllık askeri harcama miktarı arttırıldıkça arttırılıyor, nitekim şimdiden 978 dolara ulaşmış bulunuyor.
Kapitalizmin çarpıcı gerçeklerini sergilemekten muradımız, pek çok insanın ve yakınlarının canını en derinden yakan ve adına “terör” denilen saldırıları küçümsemek değildir. Tam tersine, bu tür olayların gerçek nedenlerine inip, nasıl ortadan kalkabileceğine samimi olarak kafa yorma çabasıdır. Masum insanların hayatına kasteden gelişmeleri birkaç damla gözyaşı ile geçiştirip, tüm bu gelişmelere yataklık eden kapitalist düzeni esastan sorgulamamak olsa olsa tuzu kuru liberallere yaraşır. Marksizme ve insanlığın enternasyonal kurtuluşuna derinden inanan komünistler, ikiyüzlülüğe asla izin vermeksizin, kapitalizmin insan yaşamını tehdit eden tüm belirtilerine karşı devrimci tutum alırlar.
Kapitalist ülkelerin masum insanları, kendilerinden kesilen fakat egemenlerin el koyduğu vergilerin, başka masum insanları katleden bombalara ve ölüm makinalarına dönüşmesi karşısında pek de bir şey yapmadan günlük yaşamı sürdürüyorlar. Egemen düzenin ekonomik ve ideolojik şiddeti, dünyanın neresinde olursa olsun, emekçi kitlelerin zihninde benzer bir tahribata yol açıyor ve akıl tutulmasına neden oluyor. Kitleler, can yakan haksız şiddetin gerçek failinin bu düzen olduğunu kavrayamıyor. “Terör” diye adlandırılan olaylar karşısında timsah gözyaşları döken burjuva siyasetçilere kanarak, bilmeden de olsa bu çarkın böylece dönmesine onay vermiş oluyorlar.
Yalana değil gerçeklere ihtiyaç var
İstanbul, Madrid ve Londra’da gerçekleşen bombalamaların öncesinde yığınsallaşan kitle eylemlerinin (savaş karşıtı mitingler, küreselleşme karşıtı gösteriler vb.) yer aldığını ve bu eylemlerin düzen güçlerince yürütülen bir “terör edebiyatı” ile geriletildiğini unutmayalım. El Kaide gibi örgütlenmelerle kapitalist düzenin gizli servislerini birbirine bağlayan doğrudan ya da dolaylı binbir görünmez ipliğin mevcudiyeti bir yana, açık olan bir gerçek var. Burjuva koronun “terör” diye lanetlediği olaylar masum insanları canından ederken, beri yanda düzen güçleri bu gelişmeleri kendi çıkarlarına yontmaktadırlar.
Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde genel bir seferberlik çabasıyla yürürlüğe konulan “terörle mücadele yasaları”nın gerçek muhatapları bellidir. Burjuvazinin vurmayı amaçladığı esas hedef, bir anlamda zaten kendi kontrolü altındaki bazı “terör” örgütleri değil, işçilerin, emekçilerin kapitalist düzenle mücadele örgütleridir. “Uluslararası terör”ün bahane edilerek faşizan uygulamaların arttırıldığı, işçi ve emekçi kitlelerin eylemlerinin ve demokratik haklarının kısıtlandığı aşikârdır. Üstelik bu gelişmeler karşımıza ilk defa çıkmıyor. Benzeri durumlar kapitalizmin tarihi içinde çeşitli ülkelerde defalarca yaşandı. Ve kitleler devrimci bir mücadelenin yükselişi içinde hızla değişime uğramadıkça, aynı şeylerin yine yaşanacağı çok açıktır.
Lenin’in her vesileyle yinelediği gibi, komünist öncülerin bildiği gerçeklerin kitlelerce de bilindiği sanısına kapılmak tehlikeli bir yanılgıdır; kişiyi devrimci görevlerini yerine getirmekten alıkoyar. Burjuva ideolojisinin güçlü etkisini kırabilmek hiç de kolay ve bir çırpıda gerçekleşecek bir iş değildir. Zor görevlerin başarılabilmesi, sabırlı ve planlı bir çalışmayı ve her şeyden fazla da devrimci sınıf çizgisinden ödün vermemeyi gerektirir. Burjuva ideolojisinin kuyruğunda sürüklenen kitlelerin nabzına göre şerbet veren sol siyasetler, sürüden ayrılmayıp genelde kabul gören görüşleri yineledikleri için belki kısa dönemde revaçta gibi görünebilirler. Ama bu devrimcilik değildir.
Ezilen, horlanan, sömürülen ve yoksulluğa itilen kitlelerin kurtuluşu için mücadele edenler, tarihleri boyunca, egemenlerle aynı dilden konuşmamaya özen göstermişlerdir. Önüne gelen mücadeleye “terörizm” yaftasını yapıştırıp, emeğiyle geçinen insanların kafasını karıştıran ve böylece saltanatını sürdürmeye çalışan burjuva egemenlerin değirmenine su taşınamaz.
Sınıflı toplumlar devam ettiği sürece yeryüzünden savaşlar da, şiddet de silinmeyecektir. Emperyalist bombalar asker-sivil ayrımı gözetmeksizin insanların tepesinde patlıyor, onların yaşam alanlarını cehenneme çeviriyorsa, saldırıya taraf olanların silahlı güçlerinin bundan etkilenmeyeceğini ve kısasa kısas yasasının işlemeyeceğini düşünmek abestir. Troçki’nin dediği gibi, “ahlâkın haremağaları ve ikiyüzlüleri ne söylerse söylesin, intikam duygusunun kendine özgü doğruları vardır”.[2] Sınıflı toplumların tarihinin hangi kesitine bakarsak bakalım, haksız şiddetin daima bu şiddete maruz kalan yığınların haklı tepkisine neden olduğunu görürüz. Haksız savaşlar haklı savaşları, haksız baskılar haklı direnişleri doğurur.
Bombalar ve kurşunlar gariban erleri bulduğu gibi, kadını, çocuğu ve bebeleriyle milyonlarca masum insanın bedenini parçalar, kalbura çevirir. Savaşlar öldürür, asker sivil ayrımına bakmaz! Ve tüm bunları göz ardı edip, “masum insanlar ölüyor” diye rahat köşelerinden ahkâm kesenler, içinde yaşadıkları düzenin gerçeklerini yığınlardan gizlemeye çalışan ikiyüzlülerdir. Günümüzde nice insanın yaşamını sona erdiren ve yakınlarını inanılmaz acılara sürükleyen olayların gerçek suçlusu kapitalist düzen ve bu düzenin dümenini elinde tutan kişilerdir. Yalnızca El Kaide gibi örgütlere bakıp kapitalist bataklığı görmezden gelenler, Bush, Blair, Chirac gibilerin, Usame Bin Ladin’lerin ardına saklanıp kendilerini gizlemelerine yardımcı oluyorlar. Kimse işçileri, emekçileri yalan dolanla kandırmaya çalışmasın. Bu düzen var olduğu sürece terör de var olacaktır.
Sırasında sivil ve masum halk kitlelerine yönelik en kanlı katliamları bile “kutsal düzen”i korumak bahanesiyle yutturmaya çalışan egemen burjuvazi, yoksul ve ezilen insanların her türlü mücadelesine her daim kara çalmaktan geri durmaz. İşçi sınıfının veya ezilen halkların çeşitli eylemlerini “terörizm” diye suçlamak sermaye cephesinin nicedir adeti haline gelmiştir. Maksat özünde aynı kalsa bile, burjuva güçler çeşitlenen ihtiyaçlar doğrultusunda terör kavramının içini değişik biçimlerde doldururlar. Nitekim “terör” kavramı yakın zamanlarda özellikle ABD emperyalistleri tarafından maksatlı olarak ısıtılıp iyice genleştirilmiş ve buradan global ölçekte bir “öcü” de yaratılmıştır. Dahası, diğer ülkelerdeki burjuvaların da başları sıkıştığında kapitalist sistemin hegemon gücünü taklide yönelmeleriyle, ortaya adeta herkesin “kendi teröristi”ni icat ettiği bir dünya çıkmış bulunmaktadır.
Egemen güçlerin bilinen davranış kalıpları bir yana, bugün “terör” çuvalının içine sokuşturulmaya çalışılan çeşitli türden eylemler kesinlikle aynı mahiyette değildirler. Bir kere, şu ya da bu savaşın uzantısı olarak gelişen olaylarla, klasik anlamda bireysel terör kapsamına girebilecek eylemler birbirinden ayırt edilmelidir. Aksi halde gelişmeleri doğru bir şekilde yorumlamak mümkün olamaz. İkincisi, nasıl ki haklı ve haksız savaş ayrımı yapabiliyorsak, bunların uzantılarını da aynı ayrım çerçevesinde ele alıp değerlendirmek gerekir. Üçüncüsü ve en önemlisi, çeşitli kapitalist güç odakları arasında yürüyen çıkar çatışmalarına bağlı olarak biçimlenen örgütlerle, devrimci mücadele örgütlerine ve bunların amaç ve eylemlerine toptancı mantıkla yaklaşılmamalıdır.
Örneğin El Kaide, ortaya çıkış biçimi ve bugünkü varlığıyla hangi kapsamda ele alınmak istenirse istensin, onun mücadelesinin devrimci mücadeleyle bir ilgisi yoktur. Eğer ABD emperyalizminden bağımsız bir varlığa kavuştuğu kabul edilmek istenirse, Müslüman halkların düşmanı kabul edilen devletlere ve güç merkezlerine karşı çıkışsız bir intikam kavgası yürüttüğü söylenebilir. Diğer ihtimal ise, başlangıçta ABD emperyalistleri tarafından yaratılan bu organizasyonun, bir bakıma hâlâ, “medeniyetler çatışması” veya “dinler çatışması” etiketli emperyalist paylaşım stratejilerine enstrüman oluşturduğudur. Her ne olursa olsun esas vurgulanması gereken husus, El Kaide türü organizasyonların amaç ve eylemlerinin devrimci cephe ile hiçbir ilintisinin olamayacağıdır.
Öte yandan, devrimci saflarda çeşitli tartışmalara konu olan ve Marksizmin yıllardır eleştirdiği bireysel terörizm olgusuyla, günümüzde yaşanan El Kaide “terörü” de kesinlikle bire bir aynı kapsamda olgular değildir. Ne var ki, son dönemde gelişen bombalama eylemleri üzerine kimi sol basında yer alan kınama yazılarında işin içine bireysel terörizm eleştirisi katılmakta ve farklı olgular birbirine karıştırılmaktadır. Bu nedenle devrimci Marksizmin bireysel terörizm konusundaki değerlendirme ve eleştirilerini bir kez daha kısaca da olsa hatırlamak yararlı olacaktır.
Bireysel terörizm konusu
Troçki 1909 Mayısında bu konuyu ele aldığı bir makalesinde,[3] politik devrimin bir yöntemi olarak bireysel terörün Rusların “ulusal” katkısı olduğunu belirtir. Kuşkusuz bu durumun tarihsel nedenleri vardı. Rusya’daki tarihsel gelişimin bir uzantısı olarak, devlet aygıtı devrimci entelijensiya tarafından toplumsal örgütlenme içinde hiçbir köke sahip olmayan dışsal bir baskı aygıtı olarak görülmüştü. Ezilen kitlelere uygulanan baskının simgesi kabul edilen devlet görevlilerine yönelik suikast girişimleri, öncü Rus devrimcileri tarafından önde gelen bir siyasal mücadele yöntemi olarak benimsenmişti.
Rusya’da bir dönem Narodnaya Volya adlı örgütün varlığıyla özdeşleşen bireysel terör eylemleri diğer ülkelerde de yansımalarını bulacak ve takip eden yıllarda devrimci çevreler arasında pek çok tartışmayı da başlatacaktı. Rus devrimci Marksistleri, örneğin Lenin ve Troçki, bireysel terör dalgasının ilk dönemiyle daha sonraki dönemlerini ayırt etmek ve ikisi arasındaki nitelik farkına dikkat çekmek gereğini hissetmişlerdi. Zira Narodnaya Volya döneminde Rusya’da henüz devrimci proletaryanın siyasal varlığından söz etmek mümkün değildi. Nitekim Troçki, bu koşullarda entelijensiyaya, devrimci coşkuyu nitrogliserinin patlayıcı gücüyle arttırmaktan başka bir yol kalmadığına ve böylece Narodnaya Volya’nın klasik terörizminin doğduğuna işaret eder.
Rusya’da kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak ilerleyen yıllarda siyasal tablo değişecek ve Rus Sosyal Demokrat Partisinin kuruluşuyla devrimci proletarya hareketi ete kemiğe bürünmeye başlayacaktı. Devrimci aydınların siyasal mücadelede bireysel terör eylemlerine itibar etmelerinin anlaşılabilir nedenleri de böylece ortadan kalmış oluyordu. Devrimci sınıfın öncülüğünde kitle mücadelesinin gelişmekte olduğu durumda bireysel terör eylemleri iyice anlamsız ve mücadeleye zarar veren bir niteliğe büründü. Ama nesnel koşullardaki değişime rağmen, küçük-burjuva devrimcilerinin, bireysel kahramanlığı devrimci kitle mücadelesinin yerine ikame etmeye yatkın zihniyeti genelde varlığını sürdürdü.
Rusya’da Sosyalist Devrimci Parti bu tür siyasal yaklaşımları benimsemiş, fakat bireysel kahramanlık yönteminin ilk ve safiyane döneminin artık geride bırakılmış olması nedeniyle de ciddi bir yozlaşmayı temsil etmişti. Siyasal polis bu örgütün varlığında devrimci harekete sızacak zayıf noktaları bulmuş oluyordu. Sosyalist Devrimci Parti Savaş Örgütü’nün lideri Yevno Azef, aslında Çarlık polisinin gizli ajanıydı ve bu gerçek 1909 yılında açığa çıkmıştı.
Tarihsel örneklerin kanıtladığı üzere, bireysel terörizm diye adlandırabileceğimiz mücadele yöntemleri ve buna yönelik özel örgütlenme öylesine baskın bir karaktere sahiptir ki, bunun yanında diğer her şey ikinci plana itilir. Bireysel terör yöntemini kullanan bir siyasal partide, teoride istenildiği kadar kitle mücadelesine vurgu yapılsın pratikte netice değişmez. Troçki, Azef olayını değerlendirirken, özel savaş örgütünün aslında her zaman özel bir onur locasını işgal edeceğini söyler. Resmi parti hiyerarşisine bakıldığında sanki Merkez Komitesinin altında yer alan Savaş Örgütü, gerçekte partinin ve parti çalışmalarının tümünün üstüne çıkmaktadır; “ta ki zalim kader onu polis şubesinin altına yerleştirene kadar.”[4]
İçinden geçilen tarih kesiti ve örgütsel biçimler zamanla değişmiş olsa da, bireysel terörizm eğiliminin temelinde yatan özsel nitelik değişmemiştir. Bireysel terörizm dalgası, genelde, kitle mücadelesinin ezildiği, işçi sınıfının devrimci potansiyeline güvenin sarsıldığı ve siyasal boşluğun küçük-burjuva radikalizminin intikam duygusuyla doldurulmaya çalışıldığı durumlarda kabarmaktadır. Türkiye’nin sol mücadele tarihi içinde de bu durum kaç kez örneklenmiş bulunmaktadır. 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri öncesinde yoğun biçimde yaşandığı üzere, devrimci kitle mücadelesinin geri çekildiği koşullarda doğan boşluk gençliğin devrimci kahramanlığıyla doldurulmak istenmiştir. Keza bu darbeleri takiben kurulan gerici ve faşist askeri diktatörlükler döneminde, içine düşülen karanlıkların bireysel terörün gücüyle yırtılabileceğini uman siyasal tutumlar uç vermiştir.
Devrimci insanların inançları tek tek ne denli güçlü ve fedakârlık duyguları ne denli yüce olsa da, bireysel terörizmin kaynağında, işçi sınıfına, sınıfın devrimci potansiyelinin uyandırılabileceğine ve örgütlenebileceğine güvensizlik yatar. Bu nedenle bireysel terör yöntemlerini benimseyen siyasal kişi ve örgütler, –bunun farkında olsunlar ya da olmasınlar– son tahlilde kitlelerin zayıflığını ve örgütsüzlüğünü istismar etmekten, sınıf ve kitlenin devrimci gücünün yerine kendi kahramanlıklarını ikame etmiş olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Bireysel terör yöntemini benimseyenler, bazen, bunu yalnızca yardımcı bir yöntem olarak kullandıklarını söyleseler de, Troçki’nin dediği gibi, patlayan bombaların kör edici parıltıları içinde, politik partilerin sınırları da, sınıf mücadelesinin ayırt edici çizgileri de bir iz bırakmaksızın yok olur.
Bireysel terör yöntemlerinin tarihin kimi kesitlerinde bazı devrimcilere cazip görünmesinin altında, sağlam sınıfsal temellere oturtulmamış bir dünya görüşünün, felsefi idealizmin, anarşizmin yattığı açıktır. Bu nedenle devrimci Marksizm, devrimci idealler uğruna sırasında gözünü kırpmaksızın ölüme atlayan insanların devrimciliğini değil, bu devrimciliğin üzerine inşa edilmeye çalışıldığı düşünsel zeminin çürüklüğünü haklı olarak eleştirmiştir. İşin aslına bakacak olursak bu çerçevede cereyan eden tartışmalar Marx ve Engels dönemine kadar uzanır. O zamandan beri, dünyayı değişikliğe uğratacak devrimci bir sınıfın kitlesel eylem gücüne dayandırılan sağlam devrimcilik anlayışıyla, çabuk parlayan ama aynı hızla da karamsarlık ve inançsızlığa sürüklenebilen küçük-burjuva radikalizminin yolları ayrılmış bulunmaktadır.
Bizzat yaşam, örneğin Herzen gibi ünlü Rus devrimci romantiklerinin veya Bakunin gibi anarşistlerin çıkışsızlığını ve tükenişini sergilemiştir. Marksizmin anarşizme yöneltmiş olduğu eleştiriler çarpıcıdır ve bu siyasal eğilimin derininde yatan küçük-burjuva nefreti açığa çıkarır. Anarşizm kitlenin kendiliğinden gücüne inanırmış gibi görünürken, işin aslında onu küçümser. Bakunin ve benzerlerinin ruh dünyasını, proletaryaya duyulan öfke ve sınıftan kaçış eğilimi beslemektedir. Marx ve Engels, her daim nesnellikten ve kitleden kopuk biçimde kendi eylem planlarının peşinde koşan Bakunin gibi “eylem adamları”nın siyasal ve ideolojik harcının, işçi sınıfının dünyayı değiştirici gücüne inançsızlıkla karıldığını kanıtlamıştır.
Devrimci perspektifler ve eylem anlayışları konusundaki farklı siyasal gelenekler ilerleyen yıllara da damgasını basmış ve nihayet günümüze de taşınmıştır. Düşünce ve eylemde bireysel kahramanlığı her zaman öne çıkarmış olan anarşizmin ve küçük-burjuva radikalizminin devrimci öfkesi, iktidarı ele geçirmeye yönelik kitle eylemi için gereken koşulların bulunmadığı durumlarda maceracılığın, komploculuğun çıkmaz sokaklarında heba olup gitmiştir. Sınıf örgütlülüğünün ve kitle mücadelesinin alabildiğine gerilediği dönemlerde, tarihsel iyimserliği yitirmeksizin ve umutsuzluğa kapılmaksızın, soğukkanlılıkla, sabırla yürütülecek bir hazırlık çalışmasının yerini hiçbir şey tutamaz.
Ne var ki bu mücadele yolunu pasif ve yavaş bulan anarşizm ya da küçük-burjuva radikalizmi, bir “hızlandırıcı” olarak kitleden kopuk silahlı eylemleri yücelttiği ölçüde, devlet güçlerinin karanlık dehlizlerine çekilmekten kendini kolayına kurtaramaz. Üstelik “hızlandırıcı” olduğu sanılan yöntemler geri teper, olumsuz koşulların değişmesine bir faydası da dokunmaz. Tersine, devrimci bir kitle mücadelesinin desteğinden yoksun yalıtık devrimcilerin tepesine binen devlet terörü genelde siyasal ortamın daha da gericileşmesine, morallerin daha da bozulmasına neden olur. Herhangi bir savaşta olduğu gibi sınıf savaşında da karşı tarafın gücünü durduk yere abartmak hiç de hoş değildir. Ama burjuva devletin, şiddet uygulama bakımından daha donanımlı ve deneyimli olduğu da asla unutulmamalıdır.
Çeşitli eylem biçimleri arasında karşılaştırma yaparken sınıf terazisinden yoksun bulunmak, küçük-burjuva solların başlıca yanılsamalarından birini oluşturuyor. Devrimci hareketin tarihi bunu somutlayacak pek çok örnekle doludur. Patronları veya egemen sınıfı cezalandırmak amacıyla seçilmiş bazı kişilerin öldürülmesi biçiminde tasarlanan kimi eylemler belirli bir etki yarattıklarında dahi, bu etkinin geçici olacağı daha baştan bellidir. Zira burjuvazi, öyle ya da böyle kayıplarının yerini doldurarak yoluna devam edecektir. Bireysel terör kapsamına giren olayların proletaryanın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmeye hizmet ettiği genelde görülmüş değildir.
Ama ne yazık ki, küçük-burjuva sol radikalizminin işçi sınıfının kitle mücadelesini küçümseyen ve sınıftan yalıtık devrimci kahramanlığa olduğundan fazla siyasal önem atfeden kavrayışı değişmiyor. Oysa önemsiz görünen bir grev mücadelesi bile, sırasında işçi sınıfına hiç de azımsanmayacak bir deney kazandırabilir. İşçilerin kendilerini patronların hizmetindeki tek tek bireyler olarak görmekten kurtulup, patronlar sınıfına karşı mücadeleyi sürdürebilecek koca bir sınıfın unsurları olduklarını kavramaları başlangıç olarak muazzam bir adımdır. Bu noktada temel sorun, işçileri ekonomik mücadele alanına hapsetmeksizin onlara doğru ve devrimci siyasal mücadele bilincinin taşınması ve böyle bir mücadelenin örgütlenebilmesidir.
Ancak bu tarz bir mücadele yoluna giren işçiler, insanlığı bunaltan belâların yaratıcısı kapitalist düzene son verebilirler. Toplumsal kurtuluş, devrimci bir önderliğin yol göstericiliğinde ilerleyen proletaryanın kitle mücadelesiyle sağlanabilir. En halisane niyet ve en yüce fedakârlık duygularıyla yüklü bile olsalar, sınıfın devrimci mücadelesinden kopuk “bireysel kahramanlar” sınıfın devrimci misyonunu üstlenemez, o tarihsel görevi yerine getiremezler. İşçilerin “kurtarıcılar”a değil, kurtuluş için kendilerini mücadeleye atmaya ihtiyacı var. Marksizm, işçi sınıfının kurtuluşunun bizzat kendi eseri olabileceğine her zaman inandı ve yaşam da bu düşüncenin doğruluğunu fazlasıyla kanıtlamış bulunuyor.
Bunun dışındaki bir mücadele anlayışı yanlıştır ve zararı her zaman yararından büyük olacaktır. Devrimci Marksizm küçük-burjuva sağ ve sol anlayışların çeşitlemelerini eleştirirken, bireysel terörizmin de kitle mücadelesini zayıflatıcı yönüne dikkat çeker. Marksizmin küçük-burjuva radikalizmine ilişkin eleştirilerinden ders almak ne denli önemliyse, onun devrimci ruhu zedelememeye özen gösteren içeriğini sulandırmamak da o denli gereklidir. Aksi takdirde Marksizmle reformizm arasındaki ayrım çizgisi silikleşecek ve bundan kayba uğrayan taraf devrimci proletarya olacaktır. Günümüzde örnekleri görüldüğü üzere, “terörü lanetleme” adına devrimci özün yitirilmesi ve reformizme kayılması asla onaylanabilecek bir tutum değildir.
“Eğer biz terörist eylemlere karşıysak, bu sadece bireysel intikam bizi tatmin etmediği içindir” der Troçki. Sınıfın ihtiyaç duyduğu tutum, tüm enerjinin bu sisteme karşı kolektif bir mücadeleye yöneltilmesidir. “İnsanlığa karşı işlenen tüm suçları, insan bedeni ve ruhunun maruz kaldığı tüm hakaretleri mevcut toplumsal sistemin zorunlu sonuçları ve ifadeleri olarak görmeyi öğrenmek; tutuşan intikam arzusunun en yüksek manevi tatmin bulabileceği yön budur.”[5] Ancak devrimci Marksizmin sorunlara bu özenli yaklaşımı, işçi sınıfını kayıtsızlığa veya reformizme sürüklenmekten kurtarabilir. Sınıfı haklı bir isyan duygusuyla, devrimci bilinç ve coşkuyla ayağa kaldırabilir.
Asıl tehlikeye dikkat!
Bugün insanlığın yüzyüze bulunduğu başlıca tehlike, emperyalist savaş çetesinin dünya halklarını kandırmaya çalıştığı üzere, ne idüğü belirsiz bir “uluslararası terör” değildir. Asıl büyük tehlike, bizzat bu emperyalist güçlerin eseri olan emperyalist savaşlardır. Irak’ı yakıp yıkmaya girişmeden önce bu ülkede “kitle imha silahları” olduğu bahanesini ileri süren savaş tacirleri, şimdilerde aynı oyunu başka ülkeler için bu kez de “nükleer silahlar var” gerekçesiyle oynamaya hazırlanıyorlar. Irak’ta kitle imha silahı bulamamış olsalar da, emperyalist güçlerin yoksul kitleleri bizzat bu silahlarla katliamlardan geçirdiklerini unutmayalım. Bugünlerde ABD emperyalizminin sık sık yinelediği “gerekirse nükleer silah kullanırız” tehdidi, yaratılan Usame Bin Ladin efsanesinden asla daha az tehlikeli olamaz.
Masum insanların ne “terör” sopasıyla korkutulmaya ne de “terörü lanetliyoruz” masallarıyla uyutulmaya ihtiyacı var. Onların yegâne ihtiyacı, onları sömürüp açlığa ve yoksulluğa mahkûm eden, onlara olmadık acıları yaşatan ve kapitalist savaş makinalarıyla üzerlerine ölüm kusan bu vahşi düzenden kurtulmaktır. İnsan yaşamının esenliğe kavuşturulması egemenlerin yalanlarına boyun eğmekle değil, ezilen sömürülen kitlelere kurtuluşun yolunu gösteren gerçeklerin takipçisi olmakla sağlanabilir.
[1] Elif Çağlı, İstanbul’daki Saldırıların Ardında Yatan Gerçekler, 29 Kasım 2003, www.marksist.com
[2] Troçki, Marksistler Bireysel Terörizme Neden Karşıdırlar, www.marksist.com
[3] Troçki, Bireysel Terörizmin İflası, www.marksist.com
[4] Troçki, age
[5] Troçki, age
link: Elif Çağlı, “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler, 28 Temmuz 2005, https://marksist.net/node/138
Küreselleşme /3
Milliyetçilik Fırtınası