G20’nin 10. liderler zirvesi 15-16 Kasım tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirildi. 19 ülkeden ve AB’den müteşekkil G20, dünya ekonomisinin %85’ini, dünya nüfusununsa üçte ikisini kapsıyor. Kapitalist dünyanın derin bir krizde olduğu, bununla bağlantılı olarak başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerini savaş alevlerinin sardığı ve gerilimlerin kızıştığı bir süreçte emperyalist ve alt-emperyalist güçlerin bir araya geldiği G20 zirvesi, kapitalizmin hal ve gidişatı hakkında görüşme ve pazarlıklara sahne oldu. Zirvede öne çıkan konular ise Suriye ve zirvenin hemen öncesinde gerçekleşen Paris saldırıları oldu. Son tahlilde, hem Suriye sorunu hem de Paris katliamı emperyalist savaşın sonuçlarından başka bir şey değil. Şu tespiti daha baştan yapabiliriz: Son yıllarda ister G20 zirveleri, isterse Davos vb. toplantılar olsun, öne çıkan husus kapitalizmin yarattığı eşitsizlik, yoksulluk ve savaşların emekçi kitlelerde sebep olduğu büyük huzursuzluğun bu köhnemiş düzeni egemenlerin başına yıkacağı endişesi. Tam da bu sebeple, Erdoğan kapitalistlere biraz az kazanmalarını salık verirken, daha önce yine bir G20 toplantısında endişeli olduğunu söyleyen Ali Koç bu sefer de, “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir” dedi.
G20 zirvesi daha önce yaptığımız tespitlerin doğruluğunu bir kez daha ortaya koydu: “Uzun süredir çeşitli yazılarımızda döne döne vurguladığımız önemli bir gerçeklik var. Kapitalist sistem artık tarihsel bir gerileme ve durgunluk eğilimi içine girmiş bulunuyor. Bu eğilim, kapitalist ekonomideki kısa dönemli iniş çıkış döngülerinin çok ötesine geçen uzun dönemli bir düşüş dalgası yaratmıştır. Kapitalist işleyişin olağan periyodik krizlerinden ayırt etmek ve çarpıcı biçimde ifade etmek gerekirse, bu bir sistem krizidir.”
“Dünyadaki genel kargaşaya bakarsak, siyasal ve toplumsal gidişat bakımından da küresel durumun hiç parlak olmadığı açıktır. Burjuva yazarlar cephesinden bu konularda da sürekli karamsar haberler geliyor. Bu haberler, yıllardır can yakıcı tarihsel gerçeklere işaret eden devrimci Marksistlerin öngörülerini bütünüyle doğrular mahiyettedir. Derin bir sistem krizi içinde kıvranan kapitalizm, insanlığı adeta Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dönemlerini çağrıştıran büyük bir felâket dönemine sürüklüyor.” (Elif Çağlı, Kapitalizmin Hal ve Gidişatı, 25 Mart 2008)
Burjuvazinin endişesinin bir başka göstergesi ise zirve için alınan olağanüstü güvenlik önlemleriydi. Yollar trafiğe kapatıldı, toplantıların yapılacağı bölgeye kilometrelerce uzunlukta bariyerler çekildi, binlerce polis bölgede konuşlandırıldı, binaların çatılarında keskin nişancılar ve özel harekât timleri yer aldı. Paris katliamından sonra güvenlik önlemleri daha da arttırıldı. Ev sahibi Türkiye’nin aldığı önlemlerin yanı sıra her ülke kendi önlemlerini de ayrıca aldı. 9-18 Kasım tarihler arasında eylem yapılması Valilik tarafından yasaklandı. Valilik basına “kırmızı bölge dışında barışçıl gösterilere izin verilecek” dese de, az sayıdaki protesto girişimlerine daha baştan polis sert bir biçimde müdahale etti ve eylemciler gözaltına alındılar. Burjuvazinin güvenlik önlemlerinin G20 tarihindeki en üst düzeye ulaştığı Antalya zirvesini protesto edenlerin sayısı da buna paralel olarak son derece sınırlı oldu.
G20’nin dönem başkanı ve zirvenin ev sahibi olarak Türkiye için “kusursuz” bir organizasyon prestij meselesiydi aynı zamanda. Antalya’nın birkaç yüz kilometre doğusunda, gerek Suriye ve Irak’ta gerekse Türkiye’de çatışmalar devam ederken, gösterişli bir zirve için hükümet çok geniş çaplı bir hazırlık yaptı. G20, BM, IMF gibi emperyalist kuruluşların toplantıları her zaman başta “küreselleşme karşıtları” olmak üzere çeşitli gruplar tarafından protesto edilir. Bu açıdan bakıldığında, Antalya’daki G20 zirvesinin en az protesto ile karşılaşan emperyalist toplantılardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Zirvenin başlamasından hemen önce, yurtdışından 30 bin eylemci beklendiği iddiaları dolaştı ancak toplamda bile bu kadar kişi katılmadı eylemlere. Bunda zirvenin hemen öncesinde Paris’te gerçekleşen katliam, Ankara’da benzer bir katliamın üstünden sadece bir ay gibi kısa bir süre geçmiş olması, Türkiye’nin coğrafi konumu ve son dönemde Kürt illerinde savaş alevleri içindeki Ortadoğu’ya benzer tabloların ortaya çıkması ve elbette zorba güvenlik önlemlerinin etkili olduğu görülüyor.
Suriye krizi
G20 zirveleri daha ziyade ekonomik gündemli toplantılardan oluşur. Bu, G20 toplantılarında siyaset konuşulmadığı anlamına gelmez. Bugüne kadarki zirve programlarında siyasi konular resmi programda kendine yer bulamasa da, liderler, siyasi konulardaki görüşmeleri program dışı ikili görüşmelerde gerçekleştirirlerdi. Antalya zirvesinde ise Suriye krizi ve mülteci krizi resmi programdaki konular arasındaydı. Sonuç bildirgesine ek olarak, “terör bildirgesi” açıklandı. Hatta denilebilir ki bu seneki zirvenin ana gündemi ekonomik sorunlardan çok, Suriye sorunu ve mülteci krizi oldu. Daha bir gün önce Viyana’da Suriye konusunda bir toplantı yapılmış olmasına rağmen, Antalya zirvesi adeta Suriye zirvesine döndü. Tüm liderlerin katıldığı ortak toplantıların yanı sıra, emperyalist güçlerin ikili görüşmeleri de merakla bekleniyordu. Özellikle emperyalist savaşın Ortadoğu’yla sınırlı olmadığını bir kez daha gösteren Paris saldırıları, G20 zirvesinde yapılan görüşmelerin önemini daha da arttırdı. Suriye’de yürüyen savaşın en önemli aktörlerinden ABD ve Rusya, başkanlık düzeyinde program harici bir görüşme gerçekleştirdiler. Erdoğan ise hem Obama ile hem de Putin ile ayrı ayrı görüştü. ABD, Türkiye ve Rusya arasında gerçekleşen bu görüşmelerin ana gündemi beklenildiği üzere Suriye konusu oldu.
G20 zirvesinden bir gün önce 14 Kasımda Viyana’da yapılan toplantıya ABD, Türkiye ve Rusya’nın yanı sıra Çin, Katar gibi ülkeler ve BM katıldı. Toplantıda Suriye’de 6 aylık bir geçiş hükümeti kurulması ve 18 ay sonra da seçimlere gidilmesi konusunda mutabakata varıldı. Her ne kadar manşetler “Viyana’da uzlaşma” şeklinde atılsa da, sürecin ayrıntılarına dair görüş birliği söz konusu değil. Sorunun çözümünde kilit rol oynayan Esad’ın akıbeti meselesinde farklı düşünceler söz konusu. Başından beri Esad’lı formüllere sıcak bakmayan Türkiye bu konudaki tavrını değiştirmiş değil. Nitekim Sinirlioğlu Viyana mutabakatına göre Esad’ın seçimlerde aday olmasının söz konusu olmadığını söyledi. Ancak her ne kadar Sinirlioğlu böyle söylese de, Esad’ın seçimlere katılıp katılmayacağına dair bir görüş birliği yok.
Ayrıca Suriye’de savaşan gruplara bakış açılarında büyük farklılıklar söz konusu. Türkiye’nin şu anda Suriye’deki en önemli güçlerden biri olan PYD’ye karşı tutumu malûm. İçerde Kürt sorununu çözmeyen Türkiye, Suriye’de PKK’ye yakınlığı ile bilinen PYD ve YPG’nin politik/askeri bir güç olarak muhatap alınmasını istemiyor. Özellikle IŞİD’in bölgede güç kazanmasıyla birlikte, IŞİD’e karşı verdiği mücadele ile Batı’nın “güvenini” kazanmış PYD’yi geriletmek, Türkiye’nin Suriye politikasında Esad’ın gitmesi kadar önemli. Dün Güney Kürdistan’da Kürtlerin bölgesel yönetimine şiddetle karşı çıkan, Talabani ve Barzani için her türlü hakareti etmekten imtina etmeyen TC’nin, bugün benzer bir tutumu Rojava Kürtleri için aldığını daha önce de söylemiştik:
“Suriye’yi fethetme ve Ortadoğu’da egemen olma hayalleri kuran AKP, kendi emperyalist hevesleri açısından Kürtlerin yeni mevziler kazanmasını son derece tehlikeli bulmaktadır. Daha şimdiden, 900 kilometrelik Türkiye Suriye sınırının 400 kilometresini PYD kontrol etmektedir ve önümüzdeki dönemde bu alanın genişlemesi kuvvetle muhtemeldir. Tam da bu yüzden Erdoğan Kürtlere tehditler savurmaya başlamıştır. 26 Haziranda yaptığı bir konuşmada şöyle demektedir: «Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun buna engel olacağız. Biz bölgedeki demografik yapının değişmesine göz yummayacağız.»” (Utku Kızılok, Tel Abyad, Kürt Sorunu ve AKP’nin Savaş Hazırlığı, 1 Temmuz 2015)
Erdoğan, Ankara katliamının ardından başvurduğu “kolektif terör” söylemine Paris katliamına istinaden G20 toplantılarında da başvurdu. “Kolektif terör” kavramının bu kadar çok kullanılmasının amacı PYD/YPG’yi de terör örgütü olarak dünyaya kabul ettirmek. Paris saldırılarından sonra emperyalistler, IŞİD’e karşı saldırıları ve gerekli önlemleri arttıracaklarını daha fazla vurgulamaya başladılar. Türkiye ise sözde IŞİD’i terör örgütü olarak gördüğünü ilan etmiş olsa da, IŞİD’e karşı göstermelik bazı operasyonlar yapıyor olsa da, IŞİD’in güç kaybetmesinden PYD yararlanacak diye endişe ettiğinden Batı’nın sadece IŞİD’i hedef almasını istemiyor. Erdoğan’ın IŞİD’i her ağzına alışında onun yanına PKK ve PYD’yi de eklemesi ve “PKK-PYD-DAİŞ terör örgütüdür” demesi de bu yüzden. Türkiye, PYD’nin terör örgütleri listesine alınması için büyük bir çaba harcıyor. Hatta PYD konusunu kırmızı çizgisi olarak açıklamış durumda.
Ancak Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen, ABD de Rusya da PYD’yi bölgede etkin ve meşru bir yapı olarak görmekten vazgeçmiyor. Rusya PKK ve PYD’yi terör örgütü olarak görmediğini açıklamış, hatta PYD temsilcilerini Moskova’da ağırlamış, Moskova’da PYD irtibat bürosu açılması konusunda anlaşmaya varılmıştı. ABD ise YPG’nin de içinde yer aldığı IŞİD’e karşı savaşan güçlere silah yardımı yapmıştı. G20 zirvesinde bu konuda bir değişikliğin söz konusu olmadığını tekrarlayan ABD, AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın umutlarını başka baharlara erteledi. “YPG, diğer Sünni Arap muhaliflerle birlikte çalışıyor ve IŞİD’i Rakka’ya baskı yapacak şekilde geri itiyor. Biz sadece Kürt güçlerden bahsetmiyoruz, o alanda desteklemeyi istediğimiz Sünni Arap güçler de var” diyen ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Danışman Yardımcısı, diplomatik bir biçimde de olsa YPG’ye desteğin devam edeceğinin sinyalini vermiş oldu. Nitekim G20 zirvesinin hemen öncesinde karadan ikinci bir silah sevkiyatının gerçekleştiği basına yansıdı.
Havuz medyasının ev sahibi olarak Türkiye’nin ve dünya lideri olarak Erdoğan’ın zirveye damgasını bastığı konusundaki abartılarını bir kenara bırakacak olursak, aslında Türkiye zirvenin en önemli gündemi haline gelen Suriye konusunda istediğini alamadı. Türkiye’nin ısrarla gündeme getirdiği “güvenlikli bölge” ve “uçuşa yasak bölge” talepleri de ABD tarafından uygun görülmedi. Obama kapanış konuşmasında bu konuların detaylı bir şekilde incelendiğini ve sorunun çözümüne bir katkı sunmayacağı sonucuna vardıklarını söyledi: “Üst düzey askeri yetkililer ve istihbarat danışmanlarıyla titizlikle bunun nasıl bir şey olacağını ele aldık. Ve tipik olarak pek çok planlamadan, tartışmadan ve üzerinde hakikaten çok çalıştıktan sonra bu adımları atmanın yapıcı olmadığına karar verdik. Çünkü IŞİD’in uçakları yok, saldırılar karadan. Hakiki bir güvenli bölge kara operasyonu gerektirir. Ve Suriye’de sivil ölümlerin çoğu rejimin bombalamalarından değil, sahadaki kayıplardan geliyor. Bu güvenli bölgeye kim girecek? Kim çıkacak? Nasıl çalışacak? Daha fazla terör saldırıları için mıknatıs olur mu? Ne kadar personel gerektiriyor? Ve nasıl sonuçlanacak? Bunların hepsi yanıtlanması gereken sorular.”
Obama, “güvenlikli bölge” tartışmalarına dair bunları söylemiş olsa da, Rusya’nın Suriye’de ağırlığını arttırması, ABD ile Türkiye arasındaki anlaşmazlıkların belirli ölçülerde giderilmesine katkıda bulundu. Nitekim G20 sonrasında ABD ve Türkiye’den IŞİD’in kontrolünde olan 98 kilometrelik sınır hattının temizlenmesi için ortak operasyon yapılabileceği açıklamaları geldi. Operasyonun ne zaman ve nasıl yapılacağı, ne kadar süreceği gibi ayrıntılar henüz belli değil. Elbette IŞİD’e karşı yapılacağı söylenen böyle bir operasyon, ABD ile Türkiye’nin Suriye politikasında ortaklaştıkları anlamına gelmiyor. Bu türden hamleleri, mevcut koşullar çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Emperyalist güçlerin taktikleri geçici olarak değişebilir ama ana hedefleri değişmez. Rakip güçler geçici olarak bazı konularda anlaşmaya varabileceği gibi, müttefik ülkeler de bazı konularda anlaşmazlığa düşebilirler. İki yıl kadar önce ABD’nin Ortadoğu politikasında değişikliğe gitmesini şöyle değerlendirmiştik:
“Birincisi, ABD gibi hegemonik bir güç için vazgeçilmez müttefik veya değiştirilemez taktikler yoktur…. İkincisi, Ortadoğu gibi yüzlerce yıldır paylaşım kavgalarına konu olmuş bir bölgede tahliller konjonktürel olmak zorundadır. Çünkü çıkarlar sürekli değişmektedir ve çok fazla aktör mevcuttur. Emperyalist-kapitalist güçlerin yerel unsurlarla birlikte, birbirlerine karşı düzenledikleri komplolar, tezgâhlar birbirini kovalar. Üçüncüsü, devletlerarası ilişkilerde tümden veya kalıcı biçimde dost veya düşman olmak oldukça istisnaidir. Genelde, belirli konularda veya dönemlerde anlaşma-anlaşamama hali söz konusudur. Bunu belirleyen şey çıkarların ne denli örtüşüp örtüşmediğidir. Bugün dost olanlar yarın düşman olabilir ya da tersi.” (Kerem Dağlı, Ortadoğu’da Kartlar Yeniden Karılıyor, MT, Ocak 2014)
Geçen sene Avustralya’nın Brisbane kentinde yapılan G20 zirvesinde Ukrayna krizi yüzünden adeta aforoz edilen Putin, Suriye’de Rusya’nın artan rolü münasebetiyle Antalya’daki kilit liderlerden birisiydi. Eylül sonunda Suriye’deki askeri hareketliliğini arttıran ve hava bombardımanı ile IŞİD’i vurmaya başlayan (Rusya’nın sadece IŞİD’i değil, rejim muhalifi diğer güçleri de vurduğu söyleniyor) Rusya, Suriye’nin geleceğinin şekillenmesinde daha belirleyici bir rol oynamaya başladı. Verili koşullarda, Suriye rejiminin kaderini esasen Rusya ile ABD arasındaki güç dengesi belirleyecek. ABD ve Rusya çeşitli hamlelerle birbirlerini yokluyor, karşı hamleye göre yeni adımlar atıyorlar. Diğer bölgesel güçler ise, bölgedeki bu iki oyun kurucunun hamlelerine göre kendi çıkarları doğrultusunda pozisyon alıyorlar. Putin, G20 zirvesinde, 40 ülkenin IŞİD’e destek verdiğini ve bunların arasında G20 ülkelerinin de olduğunu söyledi. Aslında üstü kapalı bir biçimde, Türkiye ve Suudi Arabistan’ı IŞİD’e destek vermekle suçladı. Bunu, Türkiye ile Rusya arasındaki gerilimin artacağının da sinyali olarak okumak mümkün.
Mülteci krizi
Suriye sorununun bir parçası olarak ortaya çıkan mülteci krizi de G20’de tartışılan konular arasındaydı. BM rakamlarına göre, bir yıl içerisinde, tüm dünyada 50 milyon olan mülteci sayısı 60 milyona çıkmış durumda. Suriyeli mültecilerin sayısının gittikçe artması ve AB ülkelerine gitmek için yollara dökülmeleri büyük bir drama yol açtı. Dram halen devam ediyor. AB ve Türkiye arasında pazarlık konusu haline gelen mülteciler, ya Türkiye’de ağır koşullar altında yaşam mücadelesi veriyorlar ya da kurtuluşu Avrupa’da ararken karanlık sularda yitip gidiyorlar. Ortadoğu’nun cehenneme dönmesinde başrol oynayan emperyalist güçler, sıra mültecilerin sorunlarına çözüm bulmaya geldiğinde ikiyüzlüce davranıyorlar. Yerinden yurdundan edilmiş milyonlarca insan sığınacak bir liman ararken, AB ülkeleri 40 bin mültecinin bile hangi ülkeler tarafından kabul edileceği konusunda anlaşmaya varamıyorlar. 2,5 milyon Suriyeliyi barındıran Türkiye ise, sorunun “sorumluluk ve yük paylaşımı” çerçevesinde çözülmesini istiyor. Aslında Türkiye mültecileri bir koz olarak değerlendiriyor ve Avrupa ülkelerini bu kozla sıkıştırıyor. G20 toplantılarında da bu politika sürdürüldü. Obama ise Türkiye’nin büyük bir yükün altına girdiğini ve ABD’nin Türkiye’ye mülteciler için bağış yaptığını söylemekle yetindi.
Mülteci krizi, sonuç bildirgesinde genel geçer ifadelerle yer aldı: “Başlıca insani, siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçlarıyla mevcut göç krizinin boyutu, küresel bir endişe haline geldi. Yer değiştirmelere neden olan temel sorunlara çözüm getirilmesi ihtiyacının altını çiziyoruz. Mültecilerin ve yerlerinden edilmiş kişilerin güvenli ve gönüllü olarak kendi ülkelerine dönebilmelerini sağlayacak koşulların yaratılmasının önemini kabul ediyoruz.”
Mülteci krizinin bildirgede yer almasını sağlayan şey, mülteci dramına karşı gösterilen hassasiyet değil, yukarıdaki satırlarda geçen “küresel endişe”dir. Ortadoğu’da savaşın kısa sürede sona ermeyeceği ve Ortadoğulu emekçileri zor günlerin beklediği ortada. Bu, Batı ülkelerine sığınan mültecilerin sayısının artmaya devam edeceği anlamına geliyor. Bu durum, milyonlarca mültecinin barınma, gıda, sağlık gibi temel ihtiyaçlarının karşılanmasının getireceği mali külfetin yanı sıra, burjuvaların uykularını kaçıracak karışıklıklara da yol açabilir.
Sonuç bildirgesi
Her zamanki gibi temennilerin, boş sözlerin yer aldığı mutat sonuç bildirgesi, G20’nin ruhuna uygun bir biçimde ekonomi ağırlıklıydı. Daha önce kararlaştırılmış %2’lik büyüme hedefinde bir değişiklik olmadığı, büyümenin sürdürülebilir ve kapsayıcı olması konusunda son derece kararlı olunduğu, girişimciliğin teşvik edilmesi, gençlerin işgücü piyasasına daha iyi entegre olmasını desteklemek konusunda kararlılık, gıda israfı ve kayıplarının küresel ölçekte azaltılması taahhüdü, mülteci krizi, iklim değişikliğinin önemi bildirgenin öne çıkan maddeleriydi.
Bildirgenin satır aralarında ise mevcut küresel krizin burjuvaziyi ne kadar tedirgin ettiğinin emareleri var. Daha 3. maddede yer alan ifadeler bunu açık bir biçimde gösteriyor: “Küresel ekonomik büyüme dengesiz görünümünü sürdürmekte ve bazı büyük ekonomilerdeki olumlu görünüme rağmen beklentilerimizin altında seyretmeye devam ediyor. Finansal piyasalardaki riskler ve belirsizlikler devam ediyor ve jeopolitik zorluklar küresel bir soruna dönüşüyor.”
G20 zirvesi sona erdi ama emperyalist savaş ve küresel kriz devam ediyor. Kriz sarmalından kurtulmak için emperyalistler her yönteme başvururlar. Ortadoğu, Kafkaslar, Kuzey Afrika emperyalist paylaşım savaşının günümüz şartlarına uygun bir biçimde devam ettiği bölgeler. Son olarak Paris örneğinde görüldüğü üzere, savaş alevlerinin Avrupa ve Amerika’ya daha güçlü bir şekilde sıçramayacağını kimse garanti edemez. G20 zirvesinde bütün egemenlerin Paris katliamı, mülteci krizi ve dünya zenginliğinin adaletli paylaşımı gibi konularda sarf ettikleri sözlerin dört bir yanından ikiyüzlülük akmaktadır. Burjuva egemenler dünya halklarının yaşadığı acıların, yoksulluğun asıl müsebbibidirler. Basın önünde sarf edilen diplomatik sözler değil, emperyalist çıkarlar yarın Ortadoğu’da ya da mülteci krizinde hangi adımların atılacağını belirleyecektir. Bu adımların emekçilerin hayrına olmayacağını bilmek için kâhin olmaya gerek yok.
link: Suphi Koray, G20 Zirvesi ve Suriye Krizi, 24 Kasım 2015, https://marksist.net/node/4591
İstanbul Üniversitesinde Rutinleşen Polis Terörü
Kadına Şiddet Sadece Evde Değil Her Yerde