

Kapitalizm, tarihsel krizini aşma çabası içinde sınırlarını döverken, mevcut emperyalist güç dengelerinin de siyasi depremler yaratarak sarsıldığına tanık oluyoruz. Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, “ABD, Çin ve Rusya arasındaki hegemonya kapışması, Trump’ın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte yeni bir faza geçti”[1] ve bu değişim kendisini en açık şekilde, Üçüncü Dünya Savaşının en aktif cephelerini oluşturan Suriye ve Ukrayna sahalarında gösterdi. Ukrayna üç yıldır ABD liderliğindeki NATO ittifakıyla Rusya arasındaki emperyalist paylaşım savaşının kanlı sahası halindeydi. Suriye ise on üç yıldır Rusya-İran destekli Esad rejimi ile ABD önderliğindeki Batı ittifakının, Türkiye’nin ve Arap devletlerinin desteklediği cihatçı güçler arasında yürüyen savaşın alevleri içinde yanıyordu. Fakat Trump’ın başkanlık seçimini kazanmasından kısa bir süre sonra Esad rejimi görünüşte cihatçı HTŞ güçleri tarafından yıkıldı. Bu gelişme, beklenmedik ve ani oluşunun yanı sıra Esad’ın neredeyse hiç direnmeden ülkeyi terk etmesi noktasında da fazlasıyla dikkat çekiciydi. Rusya’nın Esad yönetimini neden bu kadar kolay terk ettiği ve Suriye’nin bir cihatçı sürüsünün eline geçmesine izin verdiği sorusu günlerce zihinleri meşgul ederken, ABD ile Rusya arasında bir al-ver anlaşması olduğu sezgisi giderek somut gerçekliğe dönüştü. Nitekim daha koltuğa oturmadan Putin’le Ukrayna konusunu görüşeceğini ve bu savaşı bitireceğini söyleyen Trump, Ocak ayında görevi devralır devralmaz bu doğrultuda adımlar atmaya başladı. Hatta öyle bir noktaya gelindi ki, Zelenski Beyaz Sarayda azarlanıp aşağılanırken, Trump’ın Putin’le sıcak ilişkileri ve Zelenski’yi dışlayarak Ukrayna üzerinde pazarlıklar yürütülmesi Avrupa’da şok etkisi yarattı.
ABD ile AB arasındaki çelişkilerin alabildiğine şiddetlendiğini gösteren bu durum, aslında, Elif Çağlı’nın dile getirdiği[2] gibi, emperyalist hegemonya krizi ve yürüyen paylaşım savaşının gelinen aşamasında, eski ittifakların beklenmedik bir şekilde çatırdayabileceğini, emperyalist ittifak ve işbirliklerinde yeni arayışların ortaya çıkabileceğini de gösteriyor. Kapitalizmin içine girdiği çıkışsızlık her alanda kriz ve kaosla kendini belli ediyor. Mevcut emperyalist bloklaşmaları bile derinden sarsabilen bu kaotik ortamda tüm burjuva güçler kendi paçalarını kurtarma derdine düşmüşlerdir. Kriz ve kaosun statükoyu her alanda paramparça ettiği, emperyalist paylaşım savaşının yayılarak ve şiddetlenerek devam ettiği bu tarihsel dönem, eski politikaların ve ittifakların değişmeden sürmesine izin vermiyor.
SSCB’nin çöküşünün ardından emperyalist hegemonya mücadelesi, bir süre boyunca ABD ile AB arasındaki güç çatışması biçiminde belirlenmişti. Fakat bu durum, önce 2001’de Afganistan’ı işgal edip, ardından 2003’te Irak’a girip büyük Ortadoğu savaşını başlatarak gücünü kanıtlayan ABD’nin hegemonyasını AB’ye de kabul ettirmesiyle değişmişti. O dönemde Rusya toparlanma aşamasındayken Çin ciddi bir yükseliş içindeydi. Elif Çağlı 2005’te, yükselen bu konumuyla Çin’in dünya dengelerini derinden etkileyeceğini ve o dönemde önde görünen ABD-AB rekabetini ikinci plana itip ABD karşısına dikilecek başlıca emperyalist güç olmaya aday olduğunu öngörmüştü.[3] Nitekim bugün gelinen noktada durum tastamam budur. ABD karşısına dikilen asıl büyük kutup başı Çin, ABD hegemonyasına kafa tutmaktadır.
Aşınan hegemonyasını koruma mücadelesi veren ABD’nin en büyük rakibi Çin’dir. Rusya’yı Çin’den uzaklaştırmaya, ABD’nin yanına çekmeyi başaramasa bile tarafsız hale getirmeye çalışan Trump, böylelikle Çin’i zayıflatmayı hedefliyor. Bunu arttırdığı gümrük vergileriyle, ithalat ve ihracat sınırlamalarıyla, yaptırımlarla vb. de destekliyor. Öte yandan, emperyalist paylaşım savaşının yeni halkası olarak İran’ın hedef alınması gündemdeyken, bu alanda da Rusya’nın nötralize edilmesi ABD açısından büyük önem taşıyor.
Burada bir şeyi daha hatırlatalım. “Soğuk Savaş” döneminin iki kutuplu dünyasında, malûm, kutup başlarını ABD ile SSCB oluşturuyordu. 1960’ların başında Çin-Sovyet ittifakının bozulması ve iki devletin adeta birbirlerine düşman kesilmesiyle, ABD elini ovuşturarak bu düşmanlığı körüklemeye girişmişti. Öyle ki, Sovyetler Birliği’nin ideolojik etkinliğini kırmak için Batı’da Maocu hareketin güç kazanmasının önünü açmaya kadar vardırmıştı işi. Amaç belliydi, Çin’le yakınlaşmasını engellemek suretiyle SSCB’nin gücünü zayıflatmak! Aslında bu politika yakın zamanlara kadar devam ettirildi. Fakat Çin’in beklenmedik bir hızla ABD’nin en büyük ekonomik rakibi haline gelmesi, izlenen politikanın değiştirilmesini zorunlu kıldı. Şimdi Çin’i Rusya’dan değil, Rusya’yı Çin’den uzaklaştırmaya çalışıyor ABD!
Emperyalist paylaşım savaşı ve hegemonya krizinin belirlediği günümüz konjonktüründe, Rusya’nın pozisyonunun değişip değişmeyeceğinden çok daha çarpıcı olan olgu aslında ABD öncülüğündeki emperyalist Batı ittifakındaki çatırdamalardır. Özellikle İngiltere’nin pozisyonu bu açıdan dikkat çekicidir. Onyıllardır ABD’yle yakın ittifakı politik ve ekonomik avantaj olarak gören İngiltere, bilindiği gibi buna da güvenerek ayakbağı olarak gördüğü AB’den ayrılmıştı. Hatta bu noktada Trump’ın serbest ticaret anlaşması teklifiyle ayartılmıştı. Fakat gelinen noktada bu işbirliğinin de darbe aldığı görülüyor.
ABD ile Avrupa eksenindeki çatışan politikalar Ukrayna’dan askeri ittifakı temsil eden NATO’ya, gümrük politikalarından Çin politikasına pek çok alanda kendini gösteriyor. Örneğin geçtiğimiz yıl Macron, ABD’nin Çin politikasının peşine takılmanın Avrupalılar için en kötü şey olacağını dile getirerek “stratejik özerklik” söylemini yükseltmiş ve Çin-Tayvan sorununda taraf olmayacağını duyurmuştu. O günlerde dile getirdiğimiz gibi bu Fransa’nın Çin-Rusya eksenine katılması veya Batı kampından kopması anlamına gelmemekteydi ama Batı kampında işlerin güllük gülistanlık olmadığını da göstermekteydi.[4]
Benzer bir sürecin Almanya-Rusya ilişkilerinde de yaşandığını hatırlayalım. Rusya ile yakın ilişki içindeki Almanya, Ukrayna savaşı öncesine kadar bu nedenle ABD’nin hedefindeydi. ABD bu yakınlaşmayı sabote etmek için her fırsatı kullanmıştı. Nihayet Ukrayna savaşı sayesinde istediği koşulları oluşturdu ve Almanya’yı bu savaşta Ukrayna’nın aktif destekçisi kılarak Rusya’yla karşı karşıya getirdi. Bugünse ABD bu savaşın kendi çıkarları doğrultusunda son bulması için Rusya’yla birlikte ataklar yaparken, Almanya’nın başını çektiği AB, Rusya ile karşı saflarda, Ukrayna’nın savaşa devam etmesi ya da kendi istedikleri gibi bir anlaşmaya varması için direniyor.
Günümüzde hegemonya krizi de, dünya savaşı da tarihte daha önce yaşananlardan oldukça farklı bir zeminde cereyan etmektedir:
“Bu zemin kapitalizmin daha önceki büyük kriz dönemlerinden farklı olarak bir tarihsel sistem krizine girmiş olmasıdır. Kapitalist işleyişin doğal bir parçası olan periyodik krizlerden farklı olarak kapitalist sistemin tarihsel tıkanıklık halini anlatan günümüz sistem krizinin bu niteliği tüm süreçleri tarihsel örneklerden farklılaştırmaktadır. (…) Sistem bir bütün olarak tıkanmıştır, yeni bir yükseliş ve reformlar çağı ufukta yoktur. Bu genel tıkanıklık zemininde hegemonya mücadelesinin eski örnekler tarzında bir sonuca varması, hegemonyası aşınmış eski hegemonun yerini yeni bir gücün almasıyla kapitalist sistemin yeni bir yükseliş dönemine girmesi mümkün değildir. Bu temelde, uzun süredir göreli bir yükseliş içinde olan Çin’in İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin gerçekleştirdiği nitelikte bir atağı gerçekleştirmesi ve dünya hegemonyasında ABD’nin yerini alması gibi bir öngörü yapılamaz. Bunun yerine giderek derinleşen ve şiddetlenen çelişkiler içinde sarsıntılı, kaotik bir gidişat söz konusudur. Burada Çin’e dair anlattıklarımız onun nasıl yeni kutup başı konumuna yükseldiğini tarif etmektedir yalnızca. Dünya Çin’in (ya da başka herhangi bir gücün) hegemonyası altında emperyalist temellerde yeniden kurulacak değildir.”[5]
Gerçeklik bu şekilde kavranmadığında günümüzde yaşanan pek çok olgunun doğru yorumlanamayacağı ve bağlantıların doğru kurulamayacağı açıktır. Nitekim günümüz tablosunun emperyalist bloklaşmaların son halini almadığını gösterdiğini, dolayısıyla Üçüncü Dünya Savaşı tespitini de boşa düşürdüğünü iddia edenler olduğunu görüyoruz. Oysa bu durum, yürümekte olan emperyalist savaşın niteliğini de kapsamını da değiştirmemekte, aksine onun bir sonucu olarak şekillenmektedir. Tarihsel sistem krizinin yarattığı kaotik ortam, onun hem parçası hem de belirleyeni olan emperyalist hegemonya krizi, mevcut emperyalist ittifakların ve blokların değişmeksizin sürmesine izin vermemektedir.
Günümüzde yaşananlar, yürümekte olan emperyalist savaşın bir dünya savaşı olmadığını iddia etmenin tümüyle mesnetsiz olduğunu göstermektedir. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi,
“Bugün ABD’nin Suriye’de Baas rejimini yıkıp, Irak ve İran gibi ülkeleri listesine yazarak Ortadoğu’da yaygınlaştırdığı ve Pasifik’ten Grönland’a kadar geniş coğrafyaları sıraya dizdiği savaş halkaları, Rusya-Ukrayna savaşı ve muhtemel diğerleri de eklendiğinde, 3. Dünya Savaşı gerçekliğini en can yakıcı biçimde gözler önüne seriyor. Bu duruma bağlı olarak, günümüzde 3. Dünya Savaşından söz edenlerin sayısı da hızla artıyor. Bu gerçekliğe gözlerini kapatıp, hâlâ gelecekte eski dünya savaşları gibi bir savaşa dünya savaşı diyebilme aymazlığında olanlar içinse söylenecek sözümüz yok!”[6]
Emperyalist savaşların halklara anlatıldığı gibi, anavatan savunusuyla, özgürlük ve demokrasi savunusuyla güdülenmediği açıktır. Büyük güçler gözü doymaz bir şekilde toprak yağmasına girişiyor ve milliyetçilik bombardımanıyla emekçilerin buna rıza göstermesine çalışıyorlar. Bu nedenle bugün Trump’ın Ukrayna’nın madenlerini, değerli elementlerini, enerji santrallerini ve elbette topraklarını en bayağısından pazarlık konusu haline getirmesi bizi şaşırtmamalı. Geçmişteki örneklerle bunun arasındaki tek fark, genelde kapalı kapılar ardında gerçekleşen pazarlıkların ve paylaşımın Trump tarafından zaman zaman açıktan yapılabiliyor olmasıdır. Gazze’nin yağmalanması planında da aynı aleniyet söz konusudur. Suriye’de olana bakıldığında ise, Esad’ın devrilmeden birkaç gün önce Putin’le görüşmeye çalıştığı ama telefonlarının hiçbir şekilde açılmadığı bilgisi yeterince aydınlatıcıdır. Besbelli ki ABD ile Rusya arasında Suriye ve Ukrayna konusunda bir pazarlık yapılmıştır. Bu pazarlık üzerine Rusya Suriye’yi terk etmiştir. Ukrayna’yı ise belli ki paylaşacaklardır. Ama Avrupa bu plana rıza göstermemektedir. İngiltere Rusya’ya teslim olmamak adına, gerekirse savaşın devam etmesini istemekte, Ukrayna’yı da buna ikna etmeye çalışmaktadır. Bundan üç yıl önce Ukrayna savaşı ABD-Avrupa ittifakıyla başlatılmışken, bugün gelinen noktada bu ittifak çatırdamıştır. Bunun yansımalarından biri de Avrupa’yı seksen yıldır bir arada tutan transatlantik ittifakında oluşan çatlaklardır.
Transatlantik ittifakında oluşan çatlaklar ve “yeniden silahlanma çağı”
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa üzerinde de ekonomik ve siyasi hegemonyasını kuran ABD, bunun karşılığında “baş düşman” SSCB’ye karşı onun güvenliğini garanti altına alıyordu. Bunun aracı da NATO idi. Avrupa devletlerinin savunmalarını NATO’ya bağlamaları onları büyük ordular besleme ve donatma yükünden kurtarmıştı. Zaten savaşta yenilen Almanya için pek çok askeri yasak bulunuyordu. Fakat şimdi ABD –hele de tam olarak kendisine biat etmeyen bir Avrupa için– bu yükü karşılamak istemiyor. Bu yüzden, dünya savaşı iyice kızışırken ve Avrupa’ya da sıçramışken, Avrupa’nın tüm büyük devletleri bir yandan bağımsız askeri güçlerini arttırma, öte yandan ortak bir Avrupa askeri gücüyle bunun maliyetini en aza indirme gayreti içindeler. Hatta oluşturulmaya çalışılan Avrupa askeri ittifakına AB üyesi olmayan İngiltere, Türkiye ve Norveç’in de katılması söylemi dolandırılıyor.
20 Martta yapılan Avrupa Birliği Zirvesinde, 2030 yılına kadar askeri harcamalar için 800 milyar avroluk ek bütçenin ayrılması kararı alındı. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen “Avrupa’yı Yeniden Silahlandırma” adlı bu planı, AB’nin artık “yeniden silahlanma çağında” olduğunu ilan ederek açıklamıştı. Bu paranın 150 milyar euroluk kısmının oluşturulacak “Ortak Savunma Fonu”ndan karşılanması öngörülüyor. Geri kalan bölümünü ise üye ülkelerin silahlanma harcamalarını GSYH’lerinin yüzde 1,5’u oranında arttırarak karşılamaları hesap ediliyor. Nitekim aynı günlerde Alman parlamentosu da anayasadaki “borç freni”ni askeri harcamalar için kaldırarak, orduya ve altyapıya 1 trilyon euroya kadar yatırım yapılmasının önünü açtı. Nazi döneminden bu yana ilk kez böylesine yüksek bütçeli bir askeri harcamaya girişilmesi, çok ciddi bir savaş hazırlığına işaret ediyor. Fransa Ekonomi Bakanı, “Fransa’nın savaş ekonomisi içinde olup olmadığı” sorusuna “değiliz, ama olmalıyız” diye yanıt verirken, Macron GSYİH’nin %3-3,5’ini orduya harcayacağını duyuruyor. Kriz derinleştikçe ekonominin ve sanayinin militaristleştirilmesine çok daha büyük bir hız veriliyor.
Bu kararlar kuşkusuz en çok silah tekellerini sevindiriyor. Sadece silah tekellerinin değil, aralarında Volkswagen’in de bulunduğu pek çok otomotiv ve metal firmasının bu furyadan nemalanma planları yaptıkları görülüyor. Almanya’nın en büyük silah tekeli Rheinmetall hızla yeni mühimmat üretim fabrikaları kurarken, Volkswagen gibi şirketlerin üretim tesislerini savaş araçları üretmek üzere dönüştürerek kullanma planları da yapıyor. Bugün Almanya’nın belli başlı tekellerinin neredeyse tamamı, Hitler Almanya’sının hummalı militarizasyon politikasını da tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmişlerdi. O dönemde fabrikalar, devlet ve orduyla yapılan kontratlar doğrultusunda harıl harıl çalışırken tekeller muazzam kârlar elde etmişlerdi. Kuşkusuz tüm bunlar İkinci Dünya Savaşında on milyonlarca insanın hayatını kaybetmesi, kentlerin yakılıp yıkılması, Avrupa’nın tarumar olması, açlığın, sefaletin kol gezmesi pahasına gerçekleşmişti. Bugün de gözünü kâr hırsı bürümüş sermaye için savaş tatlı kârlar anlamına geliyor.
Avrupa Birliği’nin Aralık ayında aldığı karar bugün tek tek tüm ülkelerde hayata geçiriliyor. Avrupa devletleri, acil durumlara hazırlık için vatandaşlarına, üç gün boyunca kendilerine yetecek erzak ve temel ihtiyaç malzemelerini her an hazırda tutmaları çağrısında bulunuyorlar. Özellikle büyük ölçüde dışa bağımlı oldukları enerji sorununu öne çıkarıyorlar. Pek çok ülkede zorunlu askerlik uygulaması geri dönüyor, askerlik süreleri uzatılıyor. Hatta Danimarka örneğinde görüldüğü gibi, “eşitlik” adına askerlik kadınlara da zorunlu hale getiriliyor.
Diğer taraftan, her ne kadar ortak savunmadan, ortak ordudan vb. bahsedilse de aslında içinden geçtiğimiz dönem mevcut ortaklıkları sarsan bir dönemdir. Nitekim bu AB ortak savunmasında silahların vb. nereden tedarik edileceği konusunda bile Fransa ve Almanya arasında anlaşmazlıklar söz konusudur. Silah sanayii diğer AB üyelerine göre çok daha gelişmiş olan ve yeni Avrupa askeri düzeninde lider güç olmak için yarışan Fransa, AB içi üretime ve tedarike öncelik verilmesi gerektiğini savunarak, bundan kendi silah tekellerinin nemalanması için ön almaya çalışıyor. İhtiyaç duyulan silahların tamamının AB üyesi ülkelerin üretimiyle karşılanmasının mümkün olmadığını söyleyen Almanya ise söz konusu projelerin AB üyesi olmayan fakat İngiltere, Norveç, İsviçre, Türkiye gibi ülkelere açık olmasını istiyor. Bu arada Trump, NATO’nun varlığını sürdürmesi için üye ülkelerin silahlanma harcamalarını arttırmalarını ve silah tedarikini ABD’den yapmalarını şart koşuyor. Fakat Avrupa’nın başına Trump taşı düştüğünden bu yana gerek Fransız gerekse Alman silah tekelleri borsada hisse senetlerinin yükselişiyle birlikte kâr rekorları kırıyor.
Türkiye’deki faşist rejimin uzun süredir mevcut kriz ve kaos ortamından faydalanarak kendi gemisini yürüttüğünü biliyoruz. Trump’ın işbaşına gelmesiyle Ukrayna ve Suriye’de yaşanan gelişmeler ona yeni fırsatlar sunmuştur. ABD-AB arasındaki gerilimden beslenen bu fırsatçı tutum, tıpkı mülteci kozunu kullanarak kendisine yıllarca manevra alanı açtığı gibi şimdi de buna Ukrayna savaşı üzerinden açılan istismar kapısını eklemiştir. Avrupa’ya Türkiye’nin askeri gücünü pazarlamak isteyen Erdoğan, “Köprüden önce son çıkışın Türkiye olduğunu kendilerine hatırlatıyoruz. Avrupalı dostlarımızın yeniden şekillenen dünyada yeni Türkiye’nin rolünü kavramaları ve stratejilerini ona göre belirlemeleri temennimizdir” demektedir. Böylece Erdoğan, Türkiye-Avrupa ilişkilerini kendi çıkarları temelinde yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır.
Dünya emperyalist savaşın çok daha kanlı aşamalarına doludizgin sürüklenirken tüm kapitalist güçler aynı politikayı izliyorlar: daha fazla silahlanma, daha yoğun faşizan baskılar, otoriter rejimlere yönelme ve derinleşen kriz karşısında kesinti politikalarıyla emekçilerin boğazlarının sıkılması. İşçilere, emekçilere, emeklilere, eğitime, sağlığa, altyapıya, tarıma “ayrılamayan” bütçeler, “güvenlik söz konusu olduğunda gerisi teferruattır” denerek silah tekellerine akıtılıyor. Fakat burjuva devletlerin sözünü ettikleri o güvenliğin emekçilerin güvenliği olmadığını, sarsıntı içindeki sermaye düzeninin güvenliği olduğunu biliyoruz. Kriz içindeki kapitalizm kendisini inkâr noktasına gelmiştir. Tarihsel sınırına dayanan bu sistem işçi sınıfı tarafından yıkılmayı beklemektedir. Bugün bu yazgının gerçekleşmesinin önünde, işçi sınıfının örgütlü bir güç olarak ayağa kalkması dışında hiçbir engel yoktur. Bu hem gereklilik hem de zorunluluktur.
[1] Elif Çağlı, Bu Pisliği Ancak Devrim Temizler, 20 Şubat 2025, https://marksist.net/node/8449
[2] Elif Çağlı, age
[3] Elif Çağlı, Küreselleşme, Tarih Bilinci Yay.
[4] Levent Toprak, Çin’in Ekonomik Yükselişi ve Derinleşen Hegemonya Krizi, 15 Haziran 2024, https://marksist.net/node/8284
[5] Levent Toprak, age
[6] Elif Çağlı, Bu Pisliği Ancak Devrim Temizler

link: İlkay Meriç, Transatlantik İttifakında Çatlaklar ve Yükselen Militarizm, 9 Nisan 2025, https://marksist.net/node/8491
İşçi Sınıfı Yeni Bir İşsizlik Dalgasıyla Karşı Karşıya
Birlik Olursak Bizi Böyle Ezemezler