Burjuva medya anarşizm veya anarşist gibi kavramları, her zaman maksadını aşar biçimde ve genelde tüm devrimci unsurları karalamak amacıyla anlamını çarpıtarak kullanıyor. Bunun yanı sıra, anarşi kavramının “kaos” (düzensizlik) anlamına geldiği yolunda yanlış bir kanı da var. Oysa anarşizm, ilkesel temellerini devlet ve otorite karşıtlığının oluşturduğu bir felsefi akım, bir politik kuramdır ve “anarşi” diye adlandırdığı kendine özgü yeni bir toplumsal düzen anlayışına sahiptir. Anarşizm kavramı, “yönetimsiz” (veya başsız, şefsiz, komutansız) anlamına gelen Yunanca “an arkhos” sözcüğünden türetilmiştir. Varılması arzulanan devletsiz toplumsal düzen bakımından, Marksizm anarşizmle genel anlamda benzer hedefleri paylaşır. Fakat bu hedefe nasıl ulaşılabileceği konusunda çeşitli anarşist akımlarla Marksizm arasında derin bir uçurum vardır ve konunun esasen üzerinde durulması gereken yönü de budur.
Anarşizm, toplumsal otorite, baskı, iktidar ve hiyerarşinin tüm biçimlerinin ortadan kaldırılmasını savunan siyasi öğretiler geliştirmiştir. Bu öğretileri izleyen çeşitli siyasal eğilim ve toplumsal hareketler arasında farklılıklar olmakla birlikte, tümünün ortak paydası, her türlü otoritenin reddi ve toplumsal nesnelliğe dayandırılmayan bir otonomi kavrayışıdır. Anarşizmin kendine özgü toplumsal devrim anlayışı da Marksist dünya görüşüyle pek çok noktada uyuşmamaktadır. Ve her şeyden önemlisi de bu anlayış toplumsal gelişme yasalarının bilimsel tahlili üzerinde yükselmemektedir.
Anarşistler yukardan aşağı dayatmalara karşı çıkan, aşağıdan yukarı işleyen bir düzen yaratmak istediklerini söylerler. Anarşizmin yalnızca devlet karşıtlığı anlamına gelmediği, tüm otoriter örgüt ve hiyerarşi biçimlerine karşı çıkılmasının ve otonom (özerk, kendi kendini idare eden) federatif yapılanmaların savunulmasının anarşizmin vazgeçilmezleri olduğu belirtilir. Anarşizme göre, merkezi politik yapılara, kararlara ve denetime gerek olmaksızın kitleler gönüllü toplumsal ilişkiler temelinde özyönetimlerini tesis edecekler ve bu işleyiş özgürlük ve otonomi ile karakterize olacaktır. Gelecek toplum özlemi bakımından Marksizmin buna genelde bir itirazı olamaz, ama temel sorun ona nasıl ulaşılacağıdır. Nitekim bu konuda anarşizmin tezleri hatalıdır ve Marksist kavrayışın çok uzağındadır.
Sınıflı toplumların yarattığı ve üzerinden bir çırpıda atlanıp geçilemeyecek ya da “kararnamelerle” ortadan kaldırılamayacak engeller vardır. Dolayısıyla toplumsal devrim kişilerin keyfine göre ilerleyen bir süreç olamaz. Proleter sosyalist devrim mücadelesinin vazgeçilmez unsurları olan demokratik merkeziyetçi örgütlenme, devrimci disiplin ve devrimci otorite ihtiyacı Marksistlerin kafalarından çıkmış uydurma tercihler değildir. Bunlar bir toplumsal devrimin başarıyla ilerletilebilmesi ve nihayetinde zafere ulaştırılması için başvurulması gerekli araçlardır. İşte anarşizm bu gibi konularda, Marksizme, bilimsel yasaları kavramaya yanaşmayan keyfi eleştiriler yöneltmektedir. Böyle yapmakla da idealist felsefeye yaraşır yaklaşımlar sergilemektedir. Devrimci analiz yönteminin karşısına dogmatizmi, devrimci taktik üretme ihtiyacının karşısına iradeciliği ve maceracılığı diken Marksizm dışı bu akımın, anılan tüm bu özellikleri nedeniyle dünya devrimci işçi hareketine zararı dokunmuştur.
Anarşizmin savunduğu ilkeleri pratikte ne ölçüde hayata geçirilebildiği de kuşkusuz ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Burada kısaca belirtmek gerekir ki, gerçek yaşamın ve sınıf mücadelesinin katı kurallarıyla bağdaşmayan anarşizmin “ilkeleri”, pratikte bizzat anarşizm tarafından eğilip bükülmüştür. Örneğin, kendi ilkeleri adına her türlü merkezi örgütlenmeye ve demokratik merkeziyetçi otorite kullanımına kuramsal olarak karşı çıkan anarşizm, otorite karşıtı fikirlerini ve eylem tarzını işçilere empoze etmeye çalışırken, kaçınılmaz olarak kendi merkezi siyasetini ve kendi hiyerarşik örgütlenmesini oluşturmuştur.
Anarşizm ve Marksizm, reformizme kıyasla birbirine yakın duran kimi özelliklere sahipmiş gibi görünebilir. Fakat gerçekte her ikisi arasında bu bakımdan da derin bir anlayış farklılığı mevcuttur. Reformizm, sosyalizme ulaşabilmede sınıfın devrimci iktidar mücadelesinin zorunluluğunu reddeder. Sosyalizmin parlamenter mücadele çerçevesinde kısmi reformlarla taksit taksit yaşama geçirilebileceği şeklinde özetlenebilecek uzlaşmacı bir çizgiyi temsil eder. Buna karşın anarşistler ise, burjuva düzende siyasetin pisliğine bulaşmaktan kaçınma gerekçesiyle, siyasi bir parti olarak örgütlenmekten ve siyasi iktidar mücadelesi yürütmekten uzak dururlar. Devrimci mücadelenin yan ürünü olarak düzeni bazı reformlara zorlama ya da parlamento kürsüsünden devrimci tarzda yararlanma gibi “küçük işleri” reddeden anarşizm, bu gibi tutumlarıyla “büyük günler”e duyulan özlemi de bir cins devrimci lafazanlığa indirgemektedir. Netice olarak açık olan bir gerçek var. Birbirinden oldukça farklı özellikler taşısalar bile, işçi sınıfını devrimci Marksizmin savaşkan ideolojisi temelinde bilinçlendirmeyen ve işçilerin sınıf mücadelesinin pek çok alanında militan bir ruhla pişerek olgunlaşmasını sağlayacak bir örgütlülük anlayışını benimsemeyen tüm akımlar, son tahlilde sınıfı kendiliğindenliğe ve burjuva siyasetine teslim etmiş olmaktadırlar.
Anarşizm tarihi boyunca kendisini hep en özgürlükçü akım olarak tanıtmıştır. Bu durum, anarşizmin Marksizmden daha devrimci bir öze sahip olduğu konusundaki büyük yanılsamaların da kaynağını oluşturur. Fakat bir düşünce akımının özelliklerini, yalnızca onun kendisine dair iddiaları temelinde kavramaya çalışmak asla doğru değildir. Hele anarşizm gibi, söz ile eylem ya da amaç ile araç arasında bir iç tutarlılığın bulunmadığı bir akım mevzu bahis olduğunda bu gerçeklik büsbütün önem kazanır. Anarşizmin devrimci mücadele veya devrimci hedefler bakımından taşıdığı anlamı gereğince anlayabilmek için, onun felsefi bir akım olarak ortaya çıkışındaki sınıf karakterini ve buradan kaynaklanan tutarsızlıklarını ele almak gerekir. Bunu lâyıkıyla yapabilmenin yolu ise, anarşist düşüncenin boy vermeye başladığı tarihsel kesite uzanmaktan geçiyor.
Anarşizm: Küçük-burjuva tutarsızlığın felsefesi
19. yüzyılın ortalarında bazı Avrupa ülkelerinde anarşiyi savunan felsefi bir akım gelişmeye başlamış ve aydınlar tarafından pek bir hevesle sahiplenilmişti. Fakat Engels’in de bir yazısında değindiği gibi, anarşi sözcüğünü dillerinden düşürmeyen bu kişiler, devrimci bunalımlardaki gerçek anarşi karşısında her seferinde bu anarşiyi kısa kesmek için ellerinden geleni yaptılar. Ve genelde düzen güçlerinin yanında yerlerini aldılar. Düşünsel ambalaj her ne olursa olsun, eğitimli ve seçkin kesimden gelen “anarşistler”, böylece o karşı çıkar göründükleri devletin varlığını koruma noktasından öteye geçemediler.
Avrupa’da anarşist düşüncenin mayalandığı ortamı anlamak bakımından başta gelen örnek Almanya’dır. Dönemin Almanya’sında sansür koşullarının beslediği soyut bir anlatım tarzı boy vermiş ve bu durum aynı zamanda ünlü Hegelci okulun dağılma aşamasıyla da çakışmıştı. Buna bağlı olarak özellikle Alman düşünürleri arasında, toplumsal olgu ve kurumların bizzat kendisini hedef alan bir mücadele yerine bunları kurgusal bir felsefe dünyasında mahkûm ederek “ortadan kaldırmak” biçiminde anlayışlar egemen olmuştu. Felsefe diyarındaki bu hayali kördövüşü, aydın çevrelere gerçek çatışmaların bir yansıması olarak görünmeye başlamıştı. Bu tür unsurların zihniyetine bakılırsa, tarihsel evrimin ürünü olan toplumsal olguların gerçek yaşamda yok edilmesi için onu “sıkı” bir eleştiriden geçirmek yeterli olacaktı. İşte, anarşist düşüncenin temel argümanlarından olan “devletin ortadan kaldırılması” anlayışının kökü de buralara uzanır.
Bir zamanlar Almanya’da yaygınlaşan bu durumu anlamak için, Engels’in değerlendirmesine bakalım: “Felsefedeki her «yeni dönemeç» Almanya’da, bir sürü boş kafalılar, genç hukukçular, iş kovalayan öğretmenler, şansı yaver gitmemiş tanrıbilimciler, işsiz doktorlar, yazarlar vb., vb. gruplardan oluşan «eğitilmiş» kafaların genel ilgisini çekiyordu. Bu adamlara göre, her «yeni dönemeç» henüz aşılmış bulunan belli bir tarihsel gelişme aşamasının kesin olarak tasfiyesi anlamına gelmeliydi. Örneğin, burjuva liberalizminin birdenbire çürüyüp kangren olduğunu, tarihsel evrimin silinip gittiğini ve pratik olarak yok edildiğini kabul etmek için onu bir eleştiriden geçirmek bir filozofa yetiyordu. Cumhuriyetçilik için de, sosyalizm vb. için de durum aynıydı.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Sol Yay., Mart 1979, s.37)
Almanya örneği, okumuş kesimler arasında yaygın olan kafa karışıklığını anlamak bakımından günümüze de ışık tutmaktadır. İşçi hareketinin henüz cılız olduğu veya bugün yaşandığı üzere büyük ölçüde gerilediği koşullarda, aydınlar arasında pratik mücadeleden kopuk bir “muhalefet” anlayışının yaygınlaşması neredeyse genelgeçer bir durumdur. Neye hizmet ettiği belli olmayan soyut felsefi tartışmalar, anlaşılmaz bir dille yazma merakı, gerçekler dünyasından uzaklaşan tartışmalar ve bu tür eğilimlerden beslenen bir “bilgiçlik” arzusu, özellikle gericilik dönemlerinde eğitimli kesimler arasında yaygınlaşmaktadır. Türkiye’de de bu durum, 12 Eylül faşizminin ve takiben “reel sosyalizm”in çöküşünün yarattığı şok dalgalarının neden olduğu büyük gerileme koşullarında yaşanmıştır. Böylesi dönemler sınıf hareketindeki örgütsüzlüğe ve dağınıklığa koşut olarak, eğitimli unsurlar arasında aptalca bilgiçliğe tapınmayı ve toplumsal gerçekler dünyasından kaçıp bireyselliğe sığınma arzusunu körüklemektedir. Devrimci işçi hareketinin yükselişte olduğu tarihsel kesitlerde gerilediği gözlemlenen bu türden bireyci ve anarşizan anlayışların, devrimci işçi hareketinin geri çekildiği ve toplumsal olayların görece durulduğu dönemlerde yeniden serpilip uç verebildiği bilinmektedir.
19. yüzyılın ortalarında Marx ve Engels kendi bilimsel çözümlemelerini geliştirirlerken, dönemin aydın çevrelerinde itibar gören felsefi bireyciliği kapsamlı bir eleştiriye tâbi tutmuştular. Bu bağlamda eleştirilen isimlerden biri olarak ünlü Alman felsefecisi Stirner hatırlanabilir. Stirner’in felsefesine göre, devlet, toplumsal sınıflar vb. birer soyutlamadan ibarettiler ve bu nedenle ciddiye alınmamalıydılar; aslolan bireydi, onun dışında nesnel bir toplumsal gerçeklik mevcut değildi. Stirner’in bireyciliği temel alan bu anarşist felsefesi 20. yüzyıldaki varoluşçuluk akımına da ideolojik esin kaynağı oluşturmuştur.
Anarşizm akımının doğuşunda etkili olan Alman düşünürü Stirner’in yaklaşımları (ya da bunun modern versiyonları), insan toplumunun gelişimini yöneten yasaların inkârına ve idealist spekülasyonlara dayanır. Bu özellik, bireyin ve toplumsal yaşamın kavranmasında anarşizmle Marksizm arasındaki uzlaşmaz yaklaşım farklılığını da gözler önüne serer. Anarşist düşüncenin dün ya da bugün yapmaya çalıştığı gibi, insanları kulağa hoş gelen mutlak özgürlük vaatleriyle cezp etmek son derece kolaydır. Ama insanlar toplumsal gelişim sarmalının her bir evresinde, ancak varolan üretici güçler düzeyinin ve üretim ilişkilerinin izin verdiği bir özgürleşme düzeyine ulaşabilmişlerdir.
Stirner bazı felsefi yaklaşımlarıyla, Fransa’da küçük-burjuvanın felsefesini yapan Mösyö Proudhon’u da derinden etkilemiştir. Kafası küçük-burjuvaca tutarsızlıklarla karmakarışık olan bu orta karar üniversite profesörü, Paris’in eğitimli baylarına Prudoncu saçmalıkları enjekte etmekteydi. Bu baylar bilim üzerine gevezelik edip durmakta, fakat aslında hiçbir şeyi doğru dürüst bilmemekteydiler. Marx’ın ifadesiyle bunlar her tür devrimci eylemi, yani bizzat sınıf savaşımından doğan eylemi, her türlü yoğun toplumsal hareketi hor görmekteydiler. Her türlü otoriteye düşman bir özgürlükçü anlayışı savunma bahanesiyle devrimci siyasal eylemden uzak duran bu tür çevreler, böylece işin gerçeğinde burjuva düzenin zorbalığına boyun eğmiş oluyorlardı. Bu türlerin düzen karşıtı fikirler üretme adına vazettiği düşünceler ise, Proudhon’un sistematize ettiği ve küçük-burjuvanın geçmiş özlemini yansıtan bir burjuva ekonomisi savunusuna varıyordu. “Mülkiyet hırsızlıktır” sloganıyla ün kazanan Proudhon, aslında mülkiyete genel anlamda saldırmıyor, küçük-burjuva mülkiyeti savunmaya çalışıyordu. Zaten Prudoncu anarşizmin temelinde, kapitalist gelişme karşısında eski mülklü ya da ayrıcalıklı konumunu yitiren toplumsal kesimlerin tepkiselliği yatar.
Anarşizm kavramını günümüzde bilindiği anlamda ilk kez kullanan Proudhon’dur. Fakat anarşist düşünce asıl olarak, bir ütopyacı toplumcu olan Bakunin sayesinde ünlenmiştir. Onun ölümünden sonra ise anarşizmin ideolojik önderliğini Rus soylusu Kropotkin sürdürmüş ve anarşizm bu kuramcının elinde bir öğreti olarak daha da geliştirilmiştir. Kropotkin ve onun çizgisini izleyen yandaşları, Bakunin’in düşüncesindeki toplumcu yönü geliştirerek anarşist komünizm diye adlandırılan eğilimi yarattılar. Anarşizm yine de en çok, toplumsal devrim anlayışındaki naif yönlere karşın tarihe heybetli bir “eylem adamı” olarak geçen Bakunin’in adıyla anıldı. Bunda Bakunin’in Birinci Enternasyonal faaliyetleri içinde Marksizmin kurucuları ile çatışmasının ve anarşizm eleştirisinin bu bağlamda bizzat Marx ve Engels tarafından yürütülmüş olmasının payı büyüktür.
Bakunin de Rus soyluluğundan gelmekteydi ve düşünce yapısı bir ölçüde Rus nihilizminden (varlığı inkâr eden ve hiçliği, yokluğu savunan felsefi akım) beslenmişti. Bakunin, Pruodhon’un düşüncelerinden esinlenen ve kendisinin kattığı öğelerle değişikliğe uğrayan “anarşizm” adını verdiği eklektik bir teori yarattı. Kısaca belirtmek gerekirse, Prudhon’un ve Bakunin’in anarşizm öğretileri arasındaki fark ihmal edilemez. Proudhon’un anarşizmi, gerçekte devrime, devrimci şiddete ve grevlere tepki duyan küçük-burjuvanın reformist ve bireyci anarşizmiydi. Bakunin ise anarşizme ateşli devrimci bir söylemi ve burjuva bireyciliğine karşı kolektiviteyi savunur görünen komünizan yönleri taşıdı. Bu nedenle Bakunin’den hareketle günümüze uzanan anarşizm akımı, her türlü otoritenin, disiplinin ve devletin ortadan kaldırılması gibi argümanların yanı sıra, eşitlikçi bir toplumsal düzene ulaşılması, eski toplumun bütün kurumlarını yerle yeksan edecek bir toplumsal dünya devriminin savunusu gibi unsurları da içerdi. Bakuninci anarşizm eskisine kıyasla kuşkusuz daha devrimci göründü, ama işçi sınıfının toplumsal devrim mücadelesini başarısızlığa sürükleyecek temel zaafları son tahlilde değişmeden kaldı.
Anarşizm felsefi bir akım olarak en parlak dönemini 19. yüzyılda yaşamış ve o dönemden itibaren de bireyci felsefeyi öne çıkartan çeşitlemeleri eğitimli küçük-burjuva çevrelerde itibar görmüştür. Bu yönüyle anarşizm, burjuva düzen içindeki varoluş koşullarından nefret eden ama disiplinli ve örgütlü bir işçi mücadelesine de büyük bir antipati hisseden kesimlerin hissiyatına tercüman olmaktadır. Anarşizmin, kapitalizm karşısında koyu bir umutsuzluğa sürüklenen bireyin her şeyi yadsımaya yatkın olan ruh halini yansıtan nihilizmle de yakınlığı vardır.
Burjuva ideolojisinin topluma empoze ettiği bireyciliği aşamayan bu gibi düşünsel yaklaşımlar elbette işçilerin varoluş koşullarıyla pek bağdaşmaz ve genelde kafası karışmış aydınların ya da çözülen sınıf unsurlarının zihniyetini yansıtır. Diğer yandan anarşizmin daha toplumcu özellikler içeren çeşitlemeleri de, işçilerin devrimci bir disiplin ve otorite temelinde eğitilip örgütlenmesinin tarihsel rolünü kavramamakta ayak diremektedir. Bu bakımdan anarşizmin bir bütün olarak, işçi sınıfını burjuva siyasetine boyun eğmekten kurtaracak bir siyasi anlayış üretemediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Anarşizmin programatik düzeydeki temel zaafları da bu durumun kaynağında yatan nedenlere işaret eder. Konunun bu yönünü açıklığa kavuşturmak için burada kısaca da olsa Bakunin örneği üzerinde duralım.
Bakunin’e göre devrimciler pratik siyasal mücadeleden tamamen el çekmeli ve yalnızca devletin kötülenip gözden düşürülmesine yönelik propagandaya odaklanmalıydılar. Bu propaganda sayesinde işçiler ve dolayısıyla toplumun çoğunluğu kazanılınca, nasılsa toplumsal devrim gerçekleşecekti. Devrim gerçekleşir gerçekleşmez, devlet çıkartılan bir kararnameyle sona erdirilecek ve yerine Enternasyonal örgüt geçirilecekti. Böylece özgürlük ve mutluluk çağı açılmış olacaktı. Bakunin bu çocuksu toplumsal devrim projesini toplumsal tasfiye olarak adlandırmaktaydı.
Dünden bugüne anarşizmin büyük önderi olarak tarihe geçen Bakunin’in program mahiyetinde ileri sürdüğü bu düşünceler, zamanında Marx tarafından bilimsel temellerde çürütüldü. Marx, Paul Lafargue’a bir mektubunda (19 Nisan 1870 tarihli mektup), Bakunin’in toplumsal devrim programını üç ana başlık altında toparlayarak eleştirmekteydi.
Bakunin’e göre toplumsal devrimin ilk talebi mirasın kaldırılması olmalıydı. Marksist açıdan irdelendiğinde de, “miras hakkı” kuşkusuz mülkiyet sorununa bağlı haksız ve tasfiyesi gereken bir olguydu. Ne var ki, toplumsal devrimin ilerleyişi içinde sağlanan gelişme düzeyi geçmişin uzantısı olan bu tür olguları toplumun gündeminden düşürmedikçe, bunların bir gecede çıkartılıveren kararnamelerle ortadan kaldırılması istemi bir saçmalıktan ibaretti. Bakunin’in yanılgısının kaynağında, onun verili toplumsal sistemi idealist felsefenin kurgularına denk düşer biçimde tam tepetaklak ederek ele alması yatıyordu. Marx’ın belirttiği gibi, Bakunin’in teorisi “ekonomik rejimimizi hukuk sistemimizin temeli ve kaynağı olarak göreceği yerde, bugünkü hukuk sistemimizi ekonomik düzenimizin temeli sayan eskimiş bir ülküye dayanmakta” idi.
Bakuninci toplumsal devrim programının ikinci ayağını ise, farklı sınıfların eşitliği talebi oluşturmaktaydı. Bakunin tamamen boş ve sözde bir eşitlik anlayışı temelinde, farklı sınıfların üyelerinin eşitliğini vazediyordu. Böylece Bakunin sınıfların ortadan kaldırılması hedefini ortaya koymak yerine, sınıfların gelecekte de devam edeceğini varsaymış oluyordu. Saçmalık derecesine varan bu tür açılımların, kendisine toplumsal devrimin teorisini öğretmek gibi bir misyon biçen bu yaman adamın bilgisizliğini ve başına buyrukluğunu gözler önüne serdiğini vurgulayacaktı Marx.
Aynı programın üçüncü temel direği ise, işçi sınıfını devrimci mücadelede daha baştan yenilgiye mahkûm edecek bir sakatlıkla malûldü. Bakunin’e göre işçi sınıfı siyasetle uğraşmamalıydı. Onun görevi sendikalarda örgütlenmekten ibaret olmalıydı. Bakunin’in toplumsal devrim tasarımına göre, günün birinde sendikalar Enternasyonalin yardımıyla mevcut bütün devletlerin yerlerini alacaklardı. Böylece Bakunin keskin bir eylem adamı kisvesi ardında, gerçekte işçi sınıfının devrimci siyasal örgütünün yaratılması gibi meşakkatli bir işten uzak durmuş oluyordu. Zor olanı başarmaya çalışmak yerine, entrikacı yöntemlerle Enternasyonale sızarak onu parçalayacak bir yol tutacaktı Bakunin.
Anarşizmin devlet sorununa yaklaşımı
Anarşist düşünce, devlet ve yeni toplumsal düzenin biçimlenmesi konusunda bütünüyle yanlış bir kavrayışa sahiptir. Proudhon’da olduğu gibi Bakunin’de de en başta gelen kötülük devlettir, sermayeyi yaratan devlettir ve bu nedenle de önce devleti ortadan kaldırmak gerekir. Bu yapıldığında sermaye düzeni de kendi kendine ortadan kalkacak ve “anarşi” diye nitelenen yeni bir toplumsal düzene ulaşılacaktır. Son derece aşikârdır ki, anarşizm soyut bir devlet karşıtlığından hareketle, toplumsal devrimde işçi sınıfının devrimci iktidarının gerekliliğini rahatça yadsıyabilmektedir.
Anarşizmin açılımları incelendiğinde, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca proletaryanın ihtiyaç duyacağı devrimci diktatörlük sorunu veya bu tarihsel dönemi ilgilendiren devasa sorunların küçümsendiği görülür. Bu akımın tipik özelliklerinden biri de, toplumsal devrimin gerçek problemleri üzerine kafa yormak yerine, geleceğin toplumsal düzenine dair “ilkeler” öne sürmekle oyalanmaktır. Nitekim bu konuda Bakunin’in satırları yeterince fikir veriyor: “Bugünkü toplumsal düzenin sonu ve yeni ilkelerin yardımıyla yaşamın yenilenmesi, ancak, toplumsal varlığın tüm olanaklarının Komitemizin elinde toplanmasıyla, ve herkes için zorunlu fiziksel çalışmanın ilanıyla başarılabilir.” (Bakunin, Geleceğin Toplumsal Düzeninin Temel İlkeleri adlı makale, akt: Marx ve Engels, age, s.144) Kâğıt üzerinde birtakım tepeden düzenlemeler ve yasaklamalarla tasarlanan bu yeni toplumsal düzen yaklaşımı, sıkı “otorite düşmanı” Bakunin ve onun izleyicilerinin komitacılık tutkularını da açığa vurmaktadır. Bu terslik nedeniyle Marx ve Engels, bu yaklaşımın “inan olsun ki, en katıksız otorite düşmanlığı olduğunu” (!) belirterek haklı olarak Bakunin’i hicvetmişlerdir.
Bakunin’in açılımlarında somutlanan yaklaşımlar, kapitalist toplumun yapılanmasını bilimsel temellerde çözümleyen Marksist kavrayışla tamamen ters düşer. Gerçek şudur ki, devlet sermaye düzenini yaratmamıştır. Tersine, sınıflı toplumlarda sömüren sınıfın ayrıcalıklarını koruma ihtiyacına dayanan devlet, sıra kapitalist topluma geldiğinde sermayenin egemenliğine dayanan bir niteliğe bürünmüştür. Bu bakımdan, ezilen sömürülen kitleler açısından gerçekten de bir kötülük kaynağı olan kapitalist devlet, sermaye ve ücretli emek ilişkisinin bir sonucu, onun bir yansımasıdır. O halde bu devlete son vermenin yolu da sermaye-ücretli emek ilişkisinin tasfiyesinden geçmektedir.
Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, devletin ortadan kaldırılması sınıfların ortadan kaldırılmasının doğal bir sonucu olacaktır. Kapitalizmin küresel tasfiyesi ve böylece proletaryanın da varlık nedeninin ortadan kalkmasıyla birlikte, diğer sınıfları egemenlik altına almak için bir sınıfın devlet denen özel bir örgütlülük ve kuvvet yaratmasına duyulan ihtiyaç tarihsel olarak son bulacaktır. Yani devlet, anarşistlerin iddia ettiği üzere vakti kerameti geldiğinde iradi bir kararla ortadan kaldırılamaz, proletaryanın tarihsel görevini lâyıkıyla yerine getirmesiyle birlikte sönümlenerek yok olur. Genel olarak devlet sorunu ve özelde işçi devrimi sayesinde devletin tarihsel sönümlenme sürecine gireceği gibi konular Marksist teoride son derece önemli ve ayırt edici bir yere sahiptir. Bunlar üzerinde daha önce çeşitli vesilelerle etraflı biçimde durmuş bulunuyoruz (geniş bir okuma için bkz. E. Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.). Ne var ki Marksizmin devlet sorununa yaklaşımı, reformistler, oportünistler, resmi komünist hareket ve de anarşistler tarafından en çok çarpıtılan konuların başında gelmektedir ve yazının ilerleyen bölümlerinde buna değineceğiz.
Anarşizmin tarihsel yanılgısına dönecek olursak, dikkat çekmek istediğimiz önemli bir husus var. Bakunin’in “devletin ortadan kaldırılması” konusundaki yaklaşımı Marx ve Engels tarafından bilimsel olarak çürütüldüğü gibi, gerçek yaşamın sınavında da büyük bir başarısızlığa uğrayarak sınıfta çakmıştır. Somutlamak amacıyla tarihsel bir örneği hatırlatalım. Fransa’da 1870 Eylülünde Lyon ayaklanması döneminde Bakunin, burjuva Ulusal Muhafız güçlerine karşı hiçbir önlem almaksızın, devletin kaldırılması için kent belediyesinde bir kararname çıkartır. Bakunin aslında silahlı kuvvetler tarafından yenilgiye uğratılmış durumdadır ve bu nedenle de burjuvalar, Engels’in ifadesiyle hiç tasa çekmeden güzel güzel belediye sarayına gelir, Bakunin’i kapı dışarı eder ve bir saat geçmeden de devleti yeniden yerine oturturlar. Anarşistlerin 1873 yılı İspanya cumhuriyet mücadelesi deneyimleri de eğitici derslerle doludur. Bakuninciler gerçekten devrimci bir durumla karşı karşıya kaldıklarında, daha önceki programlarını bir tarafa atmışlardır. Örneğin olayların akışı içinde sıra kendi ilkeleri gereği devleti “ortadan kaldırmaya” geldiğinde, tersine, bir sürü yeni ve küçük devlet yaratmaya girişmişlerdir.
Anarşizmin otorite sorununa yaklaşımı
Anarşizmin her türlü otoriteye reddiye düzen yaklaşımının temelinde, onun toplumsal yaşamda işlerin veya mücadelenin nasıl örgütlendiği gerçeğini kavramaya yanaşmayan zihniyeti yatar. Halbuki otorite ihtiyacı ve otoritenin varlığı, anarşistlerin yaptığı gibi ondan hoşlanmamakla ya da onu keskin sözlerle mahkûm etmekle ortadan kalkmamaktadır. Üstelik geniş anlamıyla otorite, yalnızca kavramın ilk akla getirdiği ve aslında tasfiye edilmesi gereken baskıcı yönetim anlayışlarını değil, çok daha farklı boyutları da ifade eder. Örneğin üretici güçlerin toplumsallaşıp büyük ölçekli üretimi ve son derece karmaşık bir iş sürecini yaratmış olduğu bir çağda, üretim sürecinin işlemesi denetim ve otoriteyi gerektirir. Bunun yanı sıra, sosyal ve siyasal süreçlerin işleyişi de şu ya da bu cinsten bir otoriteye dayanmaktadır. Önemli olan, karşı çıkılan veya ihtiyaç duyulan otoritenin niteliğidir.
Sınıflı toplumlarda insanlara bir “dış irade” yani bir otorite empoze edilmeksizin, hiçbir ortak eylem olanaklı değildir. Bu otorite, karşı çıkılması gereken şekilde bir kişi diktatörlüğü veya baskıcı azınlık diktatörlüğü olabileceği gibi, oy veren bir çoğunluğun iradesine ya da seçilmiş ve seçenler tarafından denetlenen yönetici komitelerin iradesine de dayanabilir. O nedenle, otorite ve özerklik ilkelerine toplumsal yaşamın gerçeklerinden kopuk biçimde mutlak olarak iyi ya da kötü anlamlar yüklemek yanlış olacaktır. Ve anarşistler bu yanlışı kutsamakta, “otorite” ve “merkezileşme” terimlerini koşulsuz olarak kötülük anlamında kullanmaktadırlar.
Engels’in otorite karşıtlarını eleştirirken söyledikleri yaşamın gerçeğine işaret eder: “Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir.” (Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Yay., Temmuz 1977, s.451) İşçi ve emekçi kitlelerin başkaldırısıyla seyreden her gerçek devrim durumu, devrimin öncü güçlerinin karşısına devrimin örgütlendirilmesi, devrimci güçlerin birliğinin sağlanması, bu güçlerin merkezileştirilerek kitlelerin ayaklanmasının bilinçli şekilde yönetilmesi görevini çıkartır. Bu nedenle, devrimci eylemi yalnızca aşağıdan gelen baskı ile sınırlandırmak ve yukardan devrimci ve birleştirici bir merkezi “baskı” uygulamayı “ilkelere ters düşer” gerekçesiyle reddetmek anarşizmdir.
Soyut bir ideal olarak değil de toplumsal yaşamın ilerleyişi ve biçimlenişi açısından bakılacak olursa, otorite ve özerklik gibi olguların göreli şeyler olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Otorite ve özerklik ihtiyacının kapsadığı alanlar toplumsal evrimin değişik evrelerinde değişikliğe uğramaktadır ve de uğrayacaktır. Burada bir yanlış anlamaya fırsat vermemek üzere vurgulamak gerekirse, Marksistler toplumsal devrimle varılması arzulanan hedef açısından siyasal otorite konusunda anarşistlerle anlaşmazlık içinde olamazlar. Marksizm, toplumsal devrim sayesinde siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin tasfiye olacağını, kamu görevlerinin siyasal niteliklerini yitireceklerini ve gerçek toplumsal çıkarları koruyan basit yönetimsel işlevlere dönüşeceklerini savunur. Anarşist düşünceyle anlaşmazlık noktası, anarşistlerin her tür otoriteye karşı çıkar görünmeleri ve siyasal otoriteyi var eden ya da gerekli kılan toplumsal koşullar henüz yok edilmeden bunların ortadan kaldırılacağını iddia etmeleridir.
Hiç kuşku yok ki, Marksistler sınıflı toplumlara damgasını basan sömürgen ve baskıcı yönetim ve otoritenin sona erdirilmesini savunurlar. Amaçlanan, dünya üzerinden kapitalizmin tasfiyesi sayesinde insanın insan üzerindeki egemenliğine son verilmesi ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması için gereken işlerin planlanıp yürütülmesinden ibaret bir “kendi kendini yönetme” özerklik noktasına ulaşılmasıdır. Fakat kapitalizm altında yaşanan durumla varılması istenen hedef arasında, bugünden geleceğe uzanan tarihsel yolculuğu mümkün kılacak önemli bir tarihsel görev yer alır: İşçi sınıfı öncülüğünde gerçekleşecek toplumsal devrim! Bu devrimin örgütlenip başarıya ulaştırılması için çaba sarf etmeden ve bu uğurda ter dökmeden, ulaşılması tahayyül edilen geleceğe varmak asla mümkün değildir. İşçi devriminin örgütlenip başarıya ulaştırılması ise –beğenin ya da beğenmeyin– bir otorite olmadan asla mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Ama bu otorite, kuşkusuz daha baştan, meşruluğunu devrimci mücadelenin öznesi olan sınıftan alan ve mücadeleye katılan unsurların gönüllü rızası üzerinde yükselen devrimci bir otorite olmalıdır.
İşçi devrimi, tarihsel ayrıcalıklarını yitirmemek için her türlü kötülüğü göze alabilecek sınıf ve güçlerin tertip, baskı ve dirençlerini kırmak zorundadır. Bu denli ciddi ve zorlu bir işin gerektirdiği merkezi disiplin ve otorite ihtiyacını, kapitalizm koşullarında ulaşılması mümkün olmayan özerklik, otonomi gibi geleceğe dair amaçlar uğruna bugünden reddetmek devrimi göz göre göre yenilgiye sürüklemek anlamına gelecektir. Nitekim Engels bir mektubunda bu konuya açıklık getirir: “Zaferden sonra otoriteyi motoriteyi ne yaparsanız yapın, ama savaş için bütün kuvvetlerimizi bir tek noktada birleştirmeli ve bir tek merkezi saldırıda yoğunlaştırmalıyız. Otoriteden ve merkezileşmeden, her türlü koşul ve durumda mahkûm edilecek iki şey gibi söz edildiği zaman, ya böyle konuşanlar devrimin ne olduğunu bilmiyorlar, ya da bunlar yalnız sözde devrimcidirler gibi geliyor bana.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.82)
Vaktiyle Bakunin ve onun yandaşlarının Paris Komünü döneminde devrimci otorite gereğini fiilen küçümseyen tutumlarının yarattığı sonuçlar unutulmamalı. Paris Komününün hayatına malolan temel faktör, bir merkezileşmenin ve otoritenin eksikliğiydi. Ve bu tarihsel deneyimden çıkartılan bu önemli ders günümüzde de sınıfın devrimci mücadelesine ışık tutmayı sürdürüyor.
link: Elif Çağlı, Anarşizm Üzerine, 28 Eylül 2007, https://marksist.net/node/1633