18 Mart - 11:01
Her Saltanatın Bir Sonu Vardır! / 1789 Devrimi
Kodamanlar, haydutlar, hırsızlar, çabuk olun
Koşun, gelin, ziyafet sofrasına kurulun,
Koşun herkese yer var!
Yiyin efendiler, ömür geçer çabucak;
Bu saf, alık, avanak, bu el koyduğunuz halk,
Sizindir kodamanlar!
Kurutun kaynakları, hazineyi boşaltın,
Yasalar sizden yana, yiyin, yalayıp yutun,
Tam zamanıdır şimdi!
Kalmasın tek metelik, çalın, gülün, oynayın
Köylüyü, emekçiyi bitine kadar soyun
Ve bulun neşenizi!
Çalın gülün oynayın…
(Victor Hugo)
1789 büyük Fransız Devrimi aristokrasinin ve Kilisenin egemenliğini yıkıp burjuvazinin önünü açmıştı. İşçiler ve emekçiler büyük devrimin motor gücü olmalarına rağmen yeni bir sömürücü sınıf egemenliğinin kurulmasını engelleyecek güce sahip değillerdi henüz. Ama o devrime damgasını basan “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganı emekçi kitleler için erişilmesi gereken bir hedef olarak varlığını sürdürecekti.
link: Marksist Tutum, Her Saltanatın Bir Sonu Vardır! / 1789 Devrimi, 18 Mart 2021, https://marksist.net/node/7286
18 Mart - 11:02
Her Saltanatın Bir Sonu Vardır! / 1830 Devrimi
Fransız emekçilerin mücadeleleri 1789 devrimi sonrası dönemde de sıkça patlamalar şeklini aldı. Devrim sonrası adı ilk anılacak büyük isyan, zaman zaman ikinci devrim olarak da anılan 1830 devrimidir. Burjuvazi ve aristokrasi içindeki çekişmelerden ve büyüyen krizden tetiklenen 1830 devrimi Parisli emekçilerin sahneye girişiyle başlamıştı. Parisli emekçiler şehirde kitleler halinde binlerce barikat kurup kraliyet güçlerine karşı savaştılar ve üç gün içinde kralı ve tesis ettiği baskı rejimini devirdiler. Peşi sıra bazı kaybedilmiş özgürlük ve haklar geri geldiyse de iktidar egemen sınıfların bir başka kesiminin eline geçti.
Üç gün süren Paris ayaklanması sırasında matbaa işçilerinin başını çektiği 700 kişilik bir işçi grubu ellerinde dipçik ve demir çubuklarla Paris’teki kraliyet matbaasını bastılar. Amaçları makineleri tahrip etmekti, çünkü makinelerin kendileri en büyük tehdidi oluşturduğunu düşünüyorlardı. Bu eylem işçi sınıfı hareketinin tarihsel gelişim sürecinde “makine kırıcılığı” olarak bilinen erken evrelerinin ürünüydü. Aşağıdaki Honore Daumier’in “Ayaklanma” adlı tablosu bu olayı resmediyor.
link: Marksist Tutum, Her Saltanatın Bir Sonu Vardır! / 1830 Devrimi, 18 Mart 2021, https://marksist.net/node/7287
18 Mart - 12:33
Her Saltanatın Bir Sonu Vardır! / Lyonlu Dokuma İşçilerinin Ayaklanmaları
1831’de ve 1834’te sefalet koşullarına son verip yeni bir dünya kurmak isteyen Lyonlu dokuma işçileri, “Çalışarak yaşamak ya da dövüşerek ölmek!” şiarıyla insanca bir yaşam taleplerini haykırarak ayaklanmışlar, fakat korkunç bir katliama maruz bırakılarak ezilmişlerdi.
link: Marksist Tutum, Her Saltanatın Bir Sonu Vardır! / Lyonlu Dokuma İşçilerinin Ayaklanmaları, 18 Mart 2021, https://marksist.net/node/7288
18 Mart - 14:04
Her Saltanatın Bir Sonu Vardır! / 1848 Devrimi
Fransa’nın yiğit işçileri Lyon’da korkunç bir katliamla ezilseler de büyük düşlerinin peşinden gitmeyi hiç bırakmayacaklardı. 1848 Şubatında ayağa kalkan Fransız işçiler Avrupa’da bir devrim dalgasının da başlatıcısı olacaklardı. Ne var ki bu devrime önderlik eden burjuvaziydi.
philippoteaux_-_lamartine_in_front_of_the_town_hall_of_paris_rejects_the_red_flag_-1280.webp
link: Marksist Tutum, Her Saltanatın Bir Sonu Vardır! / 1848 Devrimi, 18 Mart 2021, https://marksist.net/node/7289
18 Mart - 17:05
1848 Haziran Ayaklanması
“Serüvenci Louis Bonaparte’ın bütün kilit noktalarını –ordu, polis, yönetim mekanizması– ele geçirerek 2 Aralık 1851’de burjuvazinin son kalesi olan Ulusal Meclisi havaya uçurmasını sağlayan şey de işte burjuvazinin bu iç çekişmeleri oldu. İkinci imparatorluk ve onunla birlikte de Fransa’nın bir siyaset ve maliye serüvencileri çetesi tarafından sömürülmesi dönemi başladı. Ama aynı zamanda, sanayi de, Louis-Philippe’in dar çaplı, pısırık ve büyük burjuvazinin ancak küçük bir bölümünün egemenliğini simgeleyen sisteminin ona hiçbir zaman kazandıramayacağı bir gelişme kazandı. Louis Bonaparte, burjuvaları işçilere karşı ve sırası gelince işçileri de burjuvalara karşı koruma bahanesiyle, kapitalistlerin elinden siyasal iktidarlarını aldı. Buna karşılık Louis Bonaparte’ın egemenliği de spekülasyon ve sınai etkinliği, uzun sözün kısası, tüm burjuvazinin yükselme ve zenginleşmesini, görülmemiş derecede kolaylaştırdı. İmparatorluk sarayı ve çevresi de bu zenginleşmeden, ondan da yüksek bir derecede gelişen rüşvet ve soygun payını aldı.”
link: Marksist Tutum, 1848 Haziran Ayaklanması, 18 Mart 2021, https://marksist.net/node/7290
18 Mart - 19:06
Bonaparte’ın Gericilik Rejimi
Cumhuriyetimiz öldü bak
Tabuta koyup götürüyorlar
…
Akşamdan sabaha dek
Tıkının, yalayıp yutun.
Yalayan elbet görecek!
Çalın çanları, zaman yakındır
Yaşayan elbet görecek!
Toprak doğuracak!
Çekiç şarkı söyleyecek!
Emek çiçeklenecek!
Gül kızaracak!
(Eugene Pottier, 1852)
1871 Komününe giden yolun kilometre taşları da böylece 20 yıl gerisinden döşenmeye başladı. Yeğen Bonaparte’ın imparatorluğu, genel olarak her türlü muhalefet üzerinde büyük bir baskının olduğu koyu bir gericilik rejimiydi. Dernek kurmak yasaklanıyor, toplantı ve gösteri yapma hakkı sınırlandırılıyor, basının üzerinde muazzam bir sansür ve denetim uygulanıyordu. Zaten son derece sınırlı olan yasal haklar ise kâğıt üstünde kalıyordu. Bu koşullar altında dahi mücadeleyi sürdüren muhalifler, Bonapartist rejim tarafından ağır cezalara mahkûm ediliyordu.
Bu gericilik yıllarında işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları da çok kötüydü ve örgütlenmesi engelleniyordu. 1860’ların sonlarına yaklaşılırken, rejimin en büyük propaganda sloganlarından olan “ekonomik refah” artık kimseyi kandıramaz olmuştu. Bonaparte’ın sıkıştığında verdiği sözlerin hiçbirini yerine getirmemesi tepkiyi iyice arttırıyordu.
Bonaparte’ın 1867 yılında söylediği şu sözler, onun içine düştüğü durumu fark ettiğini gösteriyordu: “Ufukta siyah noktalar belirdi, gökyüzü kararıyor.” Onun sadık destekçilerinden olan bir gazeteci milletvekili de Bonapartist rejimin karşı karşıya olduğu durumu şöyle özetliyordu: “Gençler arasında krallığa yürekten bağlı birilerini arayın, bulamazsınız. Muhalefet hepsini, her şeyi almış, kendi saflarında birleştirmiş!”
Fransa'da Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire darbesinden Almanya'daki Bismarck dönemine, İtalyan ve Alman faşizminden İspanya ve Portekiz'e, Yunanistan'dan Türkiye'deki askeri faşizme uzanan geniş deneyimleri göz önünde bulundurarak, burjuvazinin olağanüstü rejimlerinin biçimlerini ve evrimlerini, bu rejimlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini ve değerlendirmenin hangi teorik-politik temellere dayanması gerektiğini ortaya koyan kapsamlı bir çalışma: BONAPARTİZMDEN FAŞİZME.
link: Marksist Tutum, Bonaparte’ın Gericilik Rejimi, 18 Mart 2021, https://marksist.net/node/7292
18 Mart - 20:07
Rüzgâr eken fırtına biçer
Tıpkı bugünkü ardılları gibi o gün de “tek adam” rejimi, doymak bilmez bir yağma iştahıyla, saldırabileceği her yere saldırmaya programlanmıştı. 1814’ten itibaren kaybedilen toprakları ve sınırları yeniden fethetme projesi de, bir yandan ekonomik ve politik olarak içinde bulunduğu zorlu durumu aşmanın, öte yandan şovenizmi körükleyerek halkta biriken tepki ve öfkeyi dış düşmana yönelterek iktidarını sürdürmenin bir aracı olarak görülüyordu. İşte Louis Bonaparte 1870 Temmuzunda Prusya’ya savaş ilan ederken bu güdülerle hareket etmişti. Ama rüzgâr eken, sonunda fırtına biçecekti!
İşçilerden yükselen sesler ne yazık ki, emekçilerin canı pahasına iktidarını korumayı hedefleyen Bonaparte’ın kanlı oyununu bozamamıştı. Ama bu oyun onun kendi kendisine kurduğu bir tuzağa dönüşecekti. Bonaparte’ın büyük bir cümbüş eşliğinde ilan ettiği savaş, üzerinden daha iki ay bile geçmeden Fransa’nın yenilgisiyle neticelendi. Bu yenilgiyi fazlasıyla “onur kırıcı” hale getirense, Bonaparte’ın Prusya ordusuna esir düşmesiydi.
link: Marksist Tutum, Rüzgâr eken fırtına biçer, 18 Mart 2021, https://marksist.net/node/7295
18 Mart - 21:58
4 Eylül 1870: Halk Bonapartist rejimi yıkıyor, Cumhuriyet ilan ediliyor
Bozgun haberi Paris’e ulaştığında Paris halkı sokaklara döküldü ve ertesi gün, yani 4 Eylülde, eski yasama meclisi üyelerinin toplantısını bastı. Bunun sonucu cumhuriyetin yeniden ilan edilmesi oldu.
Ama Prusya orduları kapıdaydı ve imparatorluk ordusu dağılıp esir düşmüş durumdaydı. Bu arada eski yasama meclisinin Paris milletvekillerinden oluşan bir “ulusal savunma hükümeti” kurulmuş, düşmana karşı savunmayı örgütlemek için de eli silah tutan bütün Parisli erkekler, devletin bir milis gücü olarak oluşturduğu Ulusal Muhafız Birliğine yazılmışlardı. Böylece Ulusal Muhafız Birliğinin çoğunluğunu silahlı işçiler teşkil eder hale gelmişti.
18 Eylülde Paris kuşatması başladı ve Ulusal Muhafız kenti savunmak için seferber oldu. Aylar sürecek zorlu bir direniş başlamıştı. Bu süreçte işçilerin ağırlıkta olduğu Ulusal Muhafız ile burjuva hükümet arasındaki çelişkiler de alabildiğine güçlenecekti. Kuşatma altındaki Paris, beş ay boyunca şiddetli soğuk, açlık, hastalık ve bombardımana maruz kalırken, burjuva hükümet 28 Ocakta Prusya ile ateşkes anlaşması imzaladı. Ardından da yeni bir Ulusal Meclis oluşturmak için seçime gidildi. Fakat seçimler öncesinde demokratik güçlere tam bir gözaltı ve tutuklama terörü uygulandı. Tehdit ve baskı eşliğindeki bu seçimin demokrasiyle en ufak bir ilgisi yoktu. İşçilerin çoğu bu koşullarda yapılan seçimlere katılmadı. Nihayetinde seçimlerden monarşist sağ ezici bir zaferle çıktı ve yeni hükümetin başına yaşlı bir monarşist olan Adolphe Thiers getirildi.
24 Şubatta Ulusal Muhafız Birliğinden beş yüz delege bir araya geldi. Amaç, Ulusal Muhafızları bir federasyon çatısı altında örgütlemek ve merkezi bir yönetime kavuşturmaktı. Böylece Paris’in Prusya’ya karşı savunulması merkezi düzeyde yürütülmüş olacaktı.
link: Marksist Tutum, 4 Eylül 1870: Halk Bonapartist rejimi yıkıyor, Cumhuriyet ilan ediliyor, 18 Mart 2021, https://marksist.net/node/7296
19 Mart - 11:09
Burjuvazi silahlı Paris’i satıyor
“Yaşasın barış deyip satılıyor Fransa” diyen Emile Dereux, burjuvaların dilinden bu satışı şöyle anlatıyordu dizelerinde:
Düşman kurşunlarıyla niçin ölecekmişim
Yemek varken sarmısak soslu dana etini!
Biftek için Paris’i teslim edelim baylar.
Fransa can veriyor, ölüyor diyenler var
Kemiriyormuş anaç göğsünü yabancılar,
Alman süvarileri, çizmeleri önünde
Boyun eğdiriyormuş köleler gibi bize!
Kim görmek ister böyle acıklı sahneleri
Bütün bu çığlıklara barış bir son verecek
Et yoksa mutfağımda aşçım ne pişirecek?
Biftek için Paris’i teslim edelim, baylar.
Emekçiler Paris’i savunmak için hazırdılar. Peki ya Thiers başkanlığındaki burjuva hükümet? O, 26 Şubatta Prusyalıların barış koşullarını kabul ederek Alsace’ın büyük bir bölümünü, Lorraine’in üçte birini ve Metz kentini teslim etmeyi, tazminat olarak 5 milyon frank ödemeyi ve Prusya birliklerinin Paris’te bir zafer geçidi yapmalarını onaylamıştı. Parisli emekçiler bu anlaşmayı öğrendiklerinde dehşete düşmüşlerdi. Buna izin vermeye hiç niyeti olmayan emekçiler, oluşturdukları silahlı gruplarla gece gündüz dolaşıp kenti koruma altına almaya giriştiler. İşçi mahallelerinde barikatlar kuruldu.
Kentin topları, Prusyalılara kaptırılmamak ve kenti savunmak için Montmarte tepesine taşındı. Burjuvazi Prusya işgali esnasında mülkünü korumak için düşmanla işbirliğine giderken ve ülkeyi düşmana teslim ederken, silahlarını hem Prusya hem de Fransız burjuvazisine doğrultarak savaşanlar Parisli işçiler, emekçilerdi.
Prusya birlikleri 1 Martta Paris’e girdiler ama yaptıkları zafer yürüyüşünün ardından dar bir bölgeye çekilip burada da ancak üç gün kalabildiler. Bu arada Parisli emekçiler ciddi bir açlık ve işsizlik sorunu çekiyorlardı ve ekmek isyanları başlamıştı. İşte tam da böylesi zorlu günlerde, işbirlikçi hükümet emekçilere yönelik peşpeşe saldırı yasaları çıkarmaya başladı. Emekçiler için tek iş kapısı haline gelen Ulusal Muhafızın sayısının azaltılması kararı alınıp, ancak çok ihtiyacı olduğunu kanıtlayanlara ücret verilmeye devam edileceği açıklandı. Versailles (Versay) hükümeti radikal gazeteleri kapatıp, Auguste Blanqui ve Gustave Flourens gibi işçi sınıfı önderleri hakkında idam kararı da aldı. Ayrıca Ulusal Meclisin Paris’e on beş kilometre uzaklıktaki Versailles’a taşınmasına, böylelikle Paris’in başkentlikten düşürülmesine karar verildi.
link: Marksist Tutum, Burjuvazi silahlı Paris’i satıyor, 19 Mart 2021, https://marksist.net/node/7297
19 Mart - 13:10
Paris işçileri göğü fethe çıkıyor!
Tüm bunlar emekçilerin öfkesini arttırırken, Thiers’in Ulusal Muhafızın elindeki ağır silahları ve topları toplatma kararı alıp 18 Martta askeri birlikleri Paris’e göndermesi her şeyin üstüne tüy dikmiş oldu. Burjuvazi silahlı işçileri büyük bir tehdit kaynağı olarak görüyor ve derhal silahsızlandırmak istiyordu. İşçilerse ne silahlarından ne de Paris’ten vazgeçme niyetindeydiler. Thiers’in bu kararını bir savaş ilanı olarak görmüş ve “davet”e icabet etmişlerdi!
Enternasyonal üyesi bir Komünar olan Lissagaray, kaleme aldığı Komün tarihinde 18 Mart sabahına dair şu enstantaneyi aktarmaktadır:
O saatlerde varoşlar yeni uyanıyor, dükkânlar yeni açılıyordu. İnsanlar sütçülerin, şarap satıcılarının çevresinde alçak sesle birbirleriyle konuşuyorlar, duraklayan ticaretten, askıya alınan siparişlerden, ürkütülüp kaçırılan sermayelerden söz ediyorlardı. Çevrede askerler ve mitralyözler ve duvarlarda, altında Thiers’in ve bakanlarının imzalarının bulunduğu afişler vardı: «Paris sakinleri, hükümet sizin çıkarlarınız için ne gerekiyorsa yapmaya kararlıdır. İyi yurttaşlarımız kötülerden ayrılsınlar, bize yardımcı olsunlar. Böylece bizzat Cumhuriyet’e hizmet etmiş olacaklardır.» Ve son cümleler 51 Aralığından alınmıştı: «Suçlular adalet önüne çıkarılacaktır. Düzen, ne pahasına olursa olsun, bozulmaz bir biçimde hemen ve tamamen yeniden sağlanacaktır.» Düzenden söz ediyorlardı; kan akacaktı.
link: Marksist Tutum, Paris işçileri göğü fethe çıkıyor!, 19 Mart 2021, https://marksist.net/node/7298
19 Mart - 15:11
Proletarya diktatörlüğü: "devlet olmayan bir devlet" / 1
Proletarya diktatörlüğünün neye benzediğini görmek ister misiniz baylar? Paris Komününe bakın. Paris Komünü, proletarya diktatörlüğüydü.
Böyle diyecekti Engels, Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ına yazdığı Giriş yazısında.
Komün saflarında pek çok ulustan işçi vardı. Bu niteliğiyle de enternasyonal olan Komün, ilerleyen günlerde peş peşe aldığı kararlarla, işçi sınıfının iktidarı kendi eline aldığında neler yapabileceğini canlı bir şekilde kanıtlayarak işçilerin kendilerini bile şaşırtacaktı.
Komün öncelikle, seçilmiş tüm yabancıların görevlerini “Komün bayrağı evrensel cumhuriyetin bayrağıdır” denerek onaylamıştı. Tek başına bu enternasyonalist şiar bile, Komünün cumhuriyet talebini burjuva cumhuriyet talebinden köklü biçimde ayırıyordu. Onun kızıl bayrağı da bu enternasyonalist işçi cumhuriyetinin simgesiydi.
Komünün enternasyonalizminin yansımalarından biri de Napoleon’un 1809 savaşından sonra düşmandan alınmış toplarla döktürdüğü Vendome sütununun şovenizm ve halkları birbirine karşı kışkırtma simgesi olduğu gerekçesiyle yıkılması olacaktı. Bununla da yetinilmeyip, Vendome Meydanının adı Enternasyonal Meydanı olarak değiştirilecekti.
Marksizmin kurucularının, proletarya diktatörlüğünü tarif ederken, “devlet olmayan bir devlet” diye nitelendirdikleri Paris Komününe atıfta bulunmaları son derece anlamlıdır. Zira Komün, toplumsal yapıyı şekillendirmek üzere hayata geçirmeye çalıştığı tüm kararlarında, bu “yarı-devlet”in özelliklerine parlak bir ışık tutacaktı.
Komün düzenli orduyu kaldırıp tüm sağlam yurttaşların katılacağı Ulusal Muhafızı tek silahlı güç olarak ilan etmişti. Belediyenin rehin sandığındaki tüm hacizli eşyaların satışı durdurulmuştu. Komün üyelerinin ücretleri ortalama işçi ücretlerini geçemeyecek şekilde ayarlanmıştı. Bürokrasiyi ortadan kaldırmak üzere, Komün görevlilerinin seçimle işbaşına gelmesi ve her an geri çağrılabilmeleri kuralı getirilmişti.
link: Marksist Tutum, Proletarya diktatörlüğü: "devlet olmayan bir devlet" / 1, 19 Mart 2021, https://marksist.net/node/7299
19 Mart - 17:12
Proletarya diktatörlüğü: "devlet olmayan bir devlet" / 2
Kilise ile devletin ayrılması, din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi de Komünün aldığı kararlar arasındaydı. Geçmişte feodal sistemin egemen zümrelerinden birini oluşturan Kilise, kapitalist sistemde burjuvazinin payandası haline gelmişti. Eskinin egemen sınıfları gibi burjuvazi de emekçileri itaatkâr ve kanaatkâr kılmak için dine sarılıyordu. Her türlü ahlaksızlığı, zorbalığı yapan, işçi sınıfını iliklerine kadar sömüren egemenler, Pazar ayinlerini kaçırmıyorlardı. Muhalif bir şair ve senatör bu gerçeği Senato kürsüsünde şöyle dile getirmekteydi: “Bu burjuvalar dindar değil, kiliseci!” İşte Komünarların burjuvazinin yanı sıra Kiliseyi de hedef tahtasına koymalarının nedeni bu tarihsel arka plandı.
Eğitim, okullardan tüm dini simge, dua vb. kaldırılarak sekülerleştirilirken, aynı zamanda zorunlu ve parasız hale de getirilecekti. Komün, burjuva eğitim sisteminin karşısına yepyeni bir öğretim sistemi koyuyordu. Onun eğitim parolası şuydu: “Bir alet kullanan bir kitap yazabilmelidir.” Her türlü bilim dışı öğretime karşı çıkılırken, öğrenme, üretme ve yönetme süreci birleştiriliyordu. Amaçlanan, işçiyi sadece üretim yapan basit bir alet olmaktan çıkartmak, onun sorumluluk almasını, ürettiği ürüne sahip çıkmasını ve üretimin yönetimini ellerine almasını sağlamaktı.
Komün, işliklerin yönetiminin oralarda çalışan işçilere verilmesi başta olmak üzere çalışma hayatına dair de pek çok karar aldı. Fırıncıların gece çalışması onların isteği üzerine kaldırıldı. O dönemde son derece yaygın olan işçi simsarlığı büroları kaldırılıp, bunlar belediyelere bağlı iş bulma büroları haline getirildi. Kadınların iş ve ücret koşullarının araştırılması, eğitim durumlarının iyileştirilmesi için çalışmalar yapıldı. Paris’i savunurken ölen erkeklerin eşlerinin ve çocuklarının bakımı kent tarafından üstlenildi.
Engels’in dediği gibi,
Böylece Paris hareketinin önce yabancı istilacılara karşı savaş sırasında geri plana itilen sınıfsal niteliği 18 Marttan itibaren keskin ve açık bir şekilde belirmiş oluyordu. Komünde yalnız işçiler veya işçilerin kabul edilmiş temsilcileri bulunduğundan Komünün kararları proleter bir nitelik taşıyordu. … Buna rağmen, kuşatma altındaki bir şehirde bütün bu şeylerin gerçekleştirilmesine ancak bir başlangıç yapılabilirdi.
Nitekim 3 Nisandan itibaren Versailles birlikleriyle savaş başlamış ve Komünün en önemli uğraşı, kenti savunmak haline dönüşmüştü.
link: Marksist Tutum, Proletarya diktatörlüğü: "devlet olmayan bir devlet" / 2, 19 Mart 2021, https://marksist.net/node/7300
19 Mart - 19:13
Kadınlar Versailles’a karşı en önde!
Versailles üzerine yürüyecek Komün taburları inşa edilirken, kadınlar onların önünde saf tutmak için gönüllü olarak ileri atılıyorlardı. Her ne kadar Komünün Merkez Komitesinde ve Konseyinde, oy hakları tanınmadığı için tek bir kadın bile olamadıysa da, kadınlar 72 gün boyunca devam edecek zorlu mücadelede pek çok alanda görev alırken, aynı zamanda, erkeklerin onları sürekli olarak dışladıkları siyaset alanına da pratikte el attılar. Akşamları gerçekleştirdikleri toplantılarda her konuda tartışmalar yürüttüler, eğitimlere katıldılar, Komün gazeteleri çıkardılar.
Elbette tüm bunları erkek egemen anlayışa karşı büyük bir mücadele vererek gerçekleştirebildiler. Zira bu anlayışa göre, siyaset dünyası erkek dünyasıydı ve kadınların bu dünyada yeri yoktu. Onlara kadın işi olarak görülen işleri vermek ve tersi durumları yadırgamak Komünün erkekleri arasında da yaygın olan bir eğilimdi.
Fakat kadın Komünarlar yılmadılar ve Versailles ordularına karşı kahramanca savaşırken, bu zihniyete karşı da mücadele ettiler. Binyılların egemen anlayışının bir çırpıda değişmesi doğal olarak beklenemezdi. Ama buna rağmen binlerce kadın bunu kırmak için engellerin üstüne gitmekten kaçmadı ve mücadele içinde erkek egemen kalıpları bir bir yıktı. Pek çok erkek savaşmaktan kaçarken, önlerinde dili sivri, eli sopalı kadınları buldu.
Kadınlar, kadınlara özgü görülen yiyecek dağıtımı (kantinciler) ve hemşirelik (ambulansçılar) işlerini cephedeki savaşçılarla yan yana yapıyor, yani bizzat ateş hattında bulunuyorlardı. Çocuklarını bırakıp Komün savaşçılarının yanına koşanların sayısı hiç de az değildi. Pek çoğu bu sırada yaşamını yitirdi, yaralandı, kocalarının, kardeşlerinin yaralanmasına, ölümüne tanıklık etti. Ancak bu büyük acıların hiçbiri onları yaptıkları onurlu işi yerine getirmekten vazgeçiremedi. Kadın emekçiler Komünün savunusunda bizzat savaşçı olarak da yer aldılar.
Kadınlar Komünden silah talep ettiler ve çarpışmalarda görev almak istediklerini söylediler. Bu taleplerinin dikkate alınmaması karşısında ise çileden çıktılar. 11 Nisanda, Komünün gazetesinde yayınlanan bir bildiride kadınlar keskin bir dille hemcinslerini silahlanmaya çağırıyorlardı. Her ne kadar imzasız idiyse de, bu bildiri birkaç gün sonra Kadınlar Birliğinin kurulduğunu duyuracak olan sosyalist kadın işçilere aitti aslında. Enternasyonal’in Fransız seksiyonunun bünyesinde kurulan Kadınlar Birliğinin yayınladığı bu bildiride kadınlara şöyle sesleniliyordu:
“Kadın yurttaşlar, çocuklarımız, erkek kardeşlerimiz, kocalarımız nerede? Gürleyen topları ve kutsal çağrıyı çalan tehlike çanlarını duyuyor musunuz? Haydi silahlara! … Savaşı nihayete erdirme zamanı gelmiştir.”
“Eğer tutukluları vuran ve önderlerimizi öldüren alçaklar tüfeklerini silahsız kadınlara doğrultursa daha bile iyi! Dehşet ve öfke çığlığı Fransa’dan atılacak ve tüm dünya, istediğimize ulaşmamıza yardım edecek!”
“Tüfeklerin ve süngülerin tümü erkek kardeşlerimizce kullanılıyor olsa bile, hainleri ezecek kaldırım taşları yine de vardır.”
Bu çağrıları ve bildirileri, ilk olarak Prusya kuşatması sırasında kurulan kadın “teyakkuz komiteleri”nin etkinleştirilmesi takip etti. Kadınlar sokaklarda üniformalı ve silahlı olarak dolaşıyordu. Bir kadın, kadın Komünarlara, kocaları savaşmayı reddederse onları vurmayı öğütlüyordu. Kadınlar, erkekler olmasa bile kendilerinin savaşmaya hazır olduklarını duyuruyor, Komünü savunmak için gerekli silahların üretiminde de görev alıyorlardı.
link: Marksist Tutum, Kadınlar Versailles’a karşı en önde!, 19 Mart 2021, https://marksist.net/node/7301
19 Mart - 21:14
Devrim dalgasıyla politikleşen kadınlar
Versailles yandaşları ve bunların besleme gazetecileri, Paris’i “Avrupa’nın tüm alçaklarının” toplandığı bir cehennem olarak betimliyor, namuslu kadınların artık sokağa çıkmaya cesaret edemediğini yazıyordu. Oysa işçiler, emekçiler, hayatlarında ilk kez, eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin lafta değil fiiliyatta hayata geçtiği mucizevi günler yaşıyorlardı o Paris’te. Özellikle de kadınlar. Egemenlere karşı öfkeyle dolan yüz binlerce yürek, sevinçte de, tasada da bir atıyordu.
Savaş, yıkım ve ardından Thiers hükümetinin saldırısına tepki olarak yükselip Paris Komünüyle sonuçlanan devrim dalgası, emekçileri hızlı bir politikleşme sürecine itmişti. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla işçiler, emekçiler, daha ziyade toplantı mekânlarına dönüştürdükleri kiliselerde geceleri bir araya gelerek çeşitli konular üzerinde tartışıyor, düşüncelerini dile getiriyorlardı. Bu toplantılara kadınların katılımı en az erkekler kadar, bazı durumlardaysa onlardan daha fazlaydı. Buralardan çeşitli kulüpler, dernekler de doğmuştu. Bunlar arasında kadın dernekleri de vardı. Sıradan işçi, emekçi kadınların gittiği bu derneklerde, her biri Komünün ünlü isimleri haline gelecek olan sosyalist kadınlar da konuşmalar yapıyordu. Bebeğini emziren kadın da oradaydı, kuşağında silahı olan da.
Tartışılan ya da üzerinde söz alınan konular çok çeşitliydi. Devrimin her türlü sorunu, ilerletilmesi için yapılması gerekenler, savaştan kaçan erkekler, devrim düşmanı egemenler, kadınlar için siyasi haklar, ücretlerin yükseltilmesi, evlilik, boşanma, kiliseye duyulan öfke ve daha pek çok konu. Aile meselelerine ve kiliseye yönelik tartışmalar son derece radikal hale gelebiliyor ve bu durum en çok da burjuvaziyi rahatsız ediyordu. Zira onun “toplum düzeni” dediği şey esas olarak din ve aile ayakları üzerine oturuyordu ve buradaki bir sarsıntının düzenin dikişlerini attıracağından korkuyordu.
Paris Komünü, kadın sorununu erkek egemenliğe karşı tüm kadınların “kızkardeşlik” ekseninde bir araya gelerek mücadele verecekleri bir sorun olarak gören feminizmin pespaye görüşlerini de pratikte yerle bir edecekti. Burjuva kadınların savaş, Prusya işgali ve Komün karşısında takındıkları tutumla işçi sınıfının kadınlarının tutumunun en ufak bir ortak noktası yoktu. Aksine bu kadınlar arasında uzlaşmaz keskinlikte bir sınıf düşmanlığı söz konusuydu. İşçi sınıfının kadınları, en az burjuva erkeklerden nefret ettikleri kadar burjuva kadınlardan da nefret ediyorlardı. Burjuva kadınlarsa, Komün yenildikten sonra kadın Komünarların gözlerini oymaktan zevk alacak denli büyük bir nefret duyuyorlardı bu “kızkardeş”lerine!
link: Marksist Tutum, Devrim dalgasıyla politikleşen kadınlar, 19 Mart 2021, https://marksist.net/node/7307
20 Mart - 11:15
Burjuvazinin vahşi intikamı
Paris’in yiğit işçileri, Komünü savunmak için ölümü hiçe sayarak dövüştüler. Ancak Paris iki taraftan da sarılmış durumdaydı. Prusya’nın uzun menzilli topları Paris’e doğru çevrilmişti. Öte yanda ise, Versailles’a kaçmış burjuva hükümet vardı. Şimdi Avrupa burjuvazisi için esas mesele Fransa-Almanya savaşı olmaktan çıkmış, işçi sınıfıyla kendisi arasındaki sınıf savaşına dönüşmüştü. Devrimin önce Fransa’ya ve bilahare Avrupa’ya yayılması Avrupa burjuvazisinin pekâlâ sonunu getirebilirdi. Avrupa’nın burjuva gazeteleri Komüne kin kusuyor, küfür ediyorlardı. Komün, kutsal özel mülkiyetin sonunu getiriyor diyerek vaveylayı koparıyorlardı. Tüm Avrupa burjuvazisi, elbette başta da Alman ve Fransız egemen sınıfları, Komün iktidarına karşı kenetleniyorlardı.
Versailles’daki burjuva hükümet 10 Mayısta Almanya ile barış anlaşması imzaladı ve esir düşen Bonaparte’ın orduları serbest bırakıldı.
link: Marksist Tutum, Burjuvazinin vahşi intikamı, 20 Mart 2021, https://marksist.net/node/7310
20 Mart - 13:16
“İşte buradayım, ateş!”
… parke taşlı yolların ortasındaki bir barikatta, erkeklerle birlikte on iki yaşındaki bir çocuğu da yakalarlar. Sorarlar: «Sen de onlardan mısın?» Yanıtlar: «Hepimiz onlardanız.» Bekle. Çocuk bekler. Makineli tüfeklerin ağzı şimşekler kusar ve tüm yoldaşları duvarın dibine yığılırlar. Sıra kendine geldiğinde izin ister: «Evime kadar gidip saatimi anneme verebilir miyim?» «Tüymek mi niyetin yani?» «Hayır, döneceğim.» «Nerede oturuyorsun?» «Şurada, çeşmenin yanında.» «Hemen döneceğim yüzbaşım.» Çocuk gider. Erler aralarında subaylarını alaya alır: Amma da kandırdı velet! Kahkahaları can çekişenlerin hırıltılarına karışır. Gülmeyi keserler birden. Çünkü çocuk gerçekten dönmüş. Duvara sırtını yaslar: «İşte buradayım, ateş!» der.
(Victor Hugo)
Komünarlar öldürülürken de savaştıkları gibi yiğitçe durdular düşmanın karşısında. Şöyle anlatmaktadır infaz timinde yer alan bir asker, Komünarların yiğitliğini:
Bu heriflerin 40 kadarını Passy’de kurşuna dizdik. Hepsi de asker olarak öldü. Kimi kollarını kavuşturarak başını yukarı kaldırdı. Kimi gömleğinin düğmelerini açarak «Ateş edin! Ölümden korkmuyoruz!» diye bağırdı. Öldürdüklerimizden tek bir tanesi bile gözlerini kırpmadı. Özellikle, bize tek başına bir taburun yaptığından çok daha fazlasını yapan bir topçuyu hatırlıyorum. Topu tek başına kullanıyordu. On beş dakika içinde arkadaşlarımızdan birçoğunu öldürdü ve yaraladı. Sonunda yoruldu. Barikatın diğer köşesinden indik. Onu hâlâ görür gibiyim. Sağlam bir adamdı. Yarım saattir verdiği mücadele nedeniyle ter içinde kalmıştı. «Sıra sizde», dedi, «öldürülmeyi hak ediyorum. Ama yiğitçe öleceğim.»
Despotların amansız düşmanı Victor Hugo da Bonapartist rejime başkaldıranlar arasındaydı. Cumhuriyetçiliğin önde gelen savunucularından olan bu büyük sanatçı, ütopik sosyalistlerden etkilenmiş bir toplumcuydu. Her ne kadar Komüne yönelik “hümanist” eleştirilerine küçük-burjuva sınıf doğası damgasını bastıysa da, Komünün ezilmesinin ardından girişilen korkunç katliam karşısında sessiz kalmadı:
Bir yığın insanı kurşuna diziyorlar. Hiç kimse sızlanmıyor, ağlamıyor. Ölüm, canlarını almıyor da hafifçe okşuyor onları sanki. Acı, eksik, hüzünlü bir dünyadan ivedi kaçmak istiyorlar sanki. Böylesi bir özgürlükten zevk alıyorlar sanki. Kimse sendelemiyor, tökezlemiyor. Torunla dede aynı duvara sırtlarını dayamışlar. Dede idam mangasını alaya alıyor; körpe ve kumral çocuk, torunu, gülerek «ateş» diye haykırıyor. Bu gülüşte, bu acıklı gülümsemede gizli, yaşam gerçeği. … Bütün bu öldürülmüş ruhlar adına diyorum ki: Bir çocuğun ölümü bir sarayın yakılıp yıkılmasından çok daha acı vericidir.
link: Marksist Tutum, “İşte buradayım, ateş!”, 20 Mart 2021, https://marksist.net/node/7313
20 Mart - 15:17
Komünün efsanevi kadın savaşçılarından biri: Louise Michel
Haziran ortasına kadar devam eden vahşette 25 bine yakın Komünar katledilirken, kadın, erkek, çocuk on binlercesi de tutuklanıp türlü işkencelere maruz bırakıldılar. Burjuvazi için bu kan gölü, yürek ferahlatıcı bir intikamdı; ezilen, sömürülen, horgörülen “ayaktakımı”nın 72 günlük iktidarının intikamı!
Katliamdan kurtulan Komünarların 50 bine yakını esir düştü ve toplu olarak götürüldükleri zindanlarda en insanlık dışı koşullarda tutuldu. Tutsak Komünarlar aylar süren bekleyişin ardından sıkıyönetim mahkemelerine ve askeri mahkemelere çıkarıldılar. Bu mahkemelerin amacı, Komünarları cezalandırırken aynı zamanda Komünü ve temsil ettiği değerleri gözden düşürmek ve işçi sınıfına bir daha devrime kalkışmaması için gözdağı vermekti. Bu mahkemeler tümüyle düzmece duruşmalarla tutsaklar hakkında keyfi hükümler verdiler. İdamlar, müebbete varan ağır hapis cezaları, sürgünler… Ama yine de Komünarlara boyun eğdiremediler.
Komünün efsanevi kadın savaşçısı Louise Michel de diğer tutsaklar gibi aylarca berbat koşullarda zindanda tutulmuştu. “Kadınlar bir şeyin olanaklı olup olmadığını değil, yararlı olup olmadığını sorarlar; sonra da onu yaparlar” diyen Louise, yargılanmaya başladığında mahkeme heyetinin yüzüne şöyle bağırıyordu:
Kendimi savunmak istemiyorum, kimsenin beni savunmasını da istemiyorum! Ben her şeyimle toplumsal devrime aidim ve yaptığım her eylemin sorumluluğunu kabul ettiğimi ilan ediyorum. … Beni generallerin infazına katılmakla mı suçluyorsunuz? İşte yanıtım: Evet, onlar halkın üzerine ateş etmek istediği zaman Montmarte’de olsaydım, bu türden emirler veren insanların üzerine tetiği çekmek için bir an bile duraksamazdım.
Hakkında ölüm cezası istendiği açıklandığında, “Mademki özgürlük için atan yüreğin yalnızca bir kurşun hakkı var, ben de kendi payımı istiyorum. Eğer yaşamama izin verirseniz intikam diye bağırmaktan vazgeçmem ve Af Komisyonundaki katillerden kardeşlerimin intikamını alırım. Eğer korkak değilseniz, beni öldürürsünüz” dedi. Ama onu idam etmeye cesaret edemediler ve ömür boyu hapis cezasıyla Yeni Kaledonya’ya sürgüne gönderdiler. Tıpkı 15 bin Komünara yaptıkları gibi.
Louise Michel, Kırmızı Karanfiller adlı şiirinde burjuvaziye kafa tutarken umudu da muştuluyordu aynı zamanda:
link: Marksist Tutum, Komünün efsanevi kadın savaşçılarından biri: Louise Michel , 20 Mart 2021, https://marksist.net/node/7316
20 Mart - 17:18
Dünya işçileri Komünarlara kucak açtı
Komünün ezilmesinin ardından binlerce Komünar canını yurtdışına kaçarak kurtarabildi. Ancak bunlar tespit edildiklerinde çoğu kez bulundukları ülkelerin hükümetleri tarafından Fransa’ya teslim ediliyorlardı. Papa, mülteci Komünarları teslim etmeyen hükümetlere ateş püskürüyor, onların asılması gerektiğini buyuruyordu.
Victor Hugo, Brüksel’de, kaçakların geri verilmesini kabul eden Belçika hükümetini bir mektupla protesto edip evinin tüm Komün mültecilerine açık olduğunu duyurmuştu. Bunun üzerine evi hükümetin örgütlediği bir güruh tarafından basılmış ve tam bir siyasi lince maruz bırakılıp sonunda ülkeden kovulmuştu. Hugo’nun bu onurlu tutumu ne yazık ki azınlık bir sanatçı grubu tarafından sergilenecekti. Flaubert’den Dumas’ya pek çok “büyük” yazar, Komünarlara kudurgan bir şekilde öfke kusmakta birbirleriyle yarışacaktı.
Fransız burjuvazisi 1870’li yıllarda hayatını doğal yollardan kaybeden eski Komünarların mezar taşlarına Komün sözcüğünün yazılmasını dahi yasaklamıştı. Diğer Avrupa ülkelerinde de yürütülen linç kampanyası yüzünden Komünarların çoğu, Fransa’da genel affın ilan edildiği 1880 yılına dek, bulundukları her yerde kaçak yaşamak zorunda kaldı. Bu süreçte Enternasyonal, dayanışma kampanyaları düzenleyerek bu insanlara sahip çıkmaya çalıştı. İngiltere, Belçika, Almanya ve İsviçre’de Komünle dayanışma için dev gösteriler yapıldı, kıyımcılara öfke yağdırıldı, Versailles’a tepki göstermeyen hükümetler suç ortağı ilan edildi.
Dünyanın dört bir yanındaki devrimci işçiler, aradan onyıllar geçmesine rağmen her yıl Paris Komününü kutlayıp Komünarları saygıyla yâd ederken, egemenler koro halinde ona lanetler yağdırdılar. Osmanlı egemenleri de bu koronun aktif bir parçasıydılar. Thiers’in yakın dostu olan Sadrazam Âli Paşa, 25 Temmuz 1871’de yayınladığı bir genelgede, Komüne olduğu kadar onun temsil ettiği fikre, yani komünizme de öfke kusuyordu:
İşçiler, sermayedarlarla servet ve refahça eşit olmak için mevcut malları bölüşmek gibi sakıncalı-tehlikeli düşüncelere kapılmışlar. Yalnız o kadar değil, hükümet yönetimine ortak olmak da istiyorlar. 1860-61 yılları arasında beliren bu tehlikeli düşünceler, şu dokuz on yıl süresince habis ruhlar gibi Avrupa’nın her tarafına yayılmıştır. Bu nitelikli kişilerden oluşan ve teşekkül eden cemiyetin adı Enternasyonal’dir. Enternasyonal’in Londra’da bir merkezi, Amerika ve İsviçre’de şubeleri vardır. Üyeleri çoğalmış, sermayesi artmıştır. Pekâlâ bilirsiniz ki, bu vahim-tehlikeli istekler, emeller-kuruntular, dünya düzenine (nizam-ı âleme) aykırıdır. Gerçekleşmeleri –Allah göstermesin– türlü türlü ihtilâl ve uyuşmazlıklara yol açar. Böyle düşünenlerin Komüna’da neler yaptıklarını gördük. Paris’in hali meydandadır. Haydutluğu meslek edinmiş bu adamların amacı, insan toplumlarını vahşet durumuna ve hayvanlığa geri götürmektir. Hem kişiliğimize (mizacımıza) hem ahlâkımıza ters düşen bu gibi fikirlerin ülkemizde ilgi görmeyeceği doğaldır. Ancak, Osmanlı Devleti’nin toprakları çok geniş ve Padişahın kulları kalabalıktır. Bu nedenle dikkatli olmalıyız. Bu uğursuz fikirler hudutlarımızdan içeri girmemelidir. Bu bozuk düşünceli kişilerin amaç ve isteklerini yaymalarına olanak vermemeliyiz.
O günlerden bugüne, egemenlerin fikri de zikri de zerrece değişmemiştir.
link: Marksist Tutum, Dünya işçileri Komünarlara kucak açtı, 20 Mart 2021, https://marksist.net/node/7319
20 Mart - 19:19
Selam olsun Paris Komününe ve yiğit Komünarlara!
Marx, Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyinin Avrupa ve ABD’deki tüm birlik üyelerine çağrısı olarak kaleme aldığı 30 Mayıs 1871 tarihli “Fransa’da İç Savaş” başlıklı metni şu sözlerle sonlandırıyordu:
İşçi Paris, Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının büyük yüreğinde sevgi ve saygı ile korunmuştur. Kıyıcılarına gelince, tarih onları daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır.
Komünün yiğit savaşçılarından Jean-Baptiste Clément, Kanlı Haftayı takip eden günlerde Paris’te gizlendiği yerde bir şiir yazar. 29 Mayıstan 10 Ağustos 1871’e dek kaldığı bu yerde hâlâ silah seslerini, tutuklananların seslerini, kadınların ve çocukların çığlıklarını duymaktadır. Ordu öcünü alıp halkı katlederken, o, savaş günlerinde bile duymadığı kadar öfke ve acı duymaktadır. Ama burjuvaların ayağının altındaki toprağın bir gün kayacağına olan inancını ve umudunu asla yitirmemiştir. İşte “La Semaine Sanglante”, yani Kanlı Hafta, bu öfke, direnç ve umutla yoğrulu bir şiir olarak dökülür Clément’in kaleminden. Yıllar sonra Pierre Dupont tarafından bestelendiğinde ise en ünlü Komün şarkılarından biri olarak kazınır işçi sınıfının tarihsel belleğine.
link: Marksist Tutum, Selam olsun Paris Komününe ve yiğit Komünarlara!, 21 Mart 2021, https://marksist.net/node/7321
20 Mart - 21:20
Komünün davası, toplumsal devrim davasıdır, dünya proletaryasının davasıdır
Komün yenilmesine yenildi. Ama geride unutulmaz dersler, büyük bir kahramanlık ve büyük bir miras bıraktı. Marx, Komünün kahramanlığını şöyle övüyordu:
Ne büyük bir esneklik, ne büyük bir tarihsel girişkenlik, ne büyük bir özveri yeteneğiyle bezenik şu Parisliler! Düşmandan da çok iç ihanet tarafından altı ay boyunca aç bırakılıp yıkıma uğratıldıktan sonra, sanki Fransa’yla Almanya arasında hiçbir savaş olmamış, sanki Almanya hiçbir zaman Paris kapılarına dayanmamış gibi, Prusya süngüleri altında ayaklandılar. Tarih, daha böylesine büyük bir örnek görmedi.
Engels ise Paris halkının hem Versailles’da dalgalanan üç renkli Fransız bayrağına, hem de Prusya tarafından işgal edilen yerlerde dalgalanan üç renkli Alman bayrağına meydan okuyarak, kızıl bayrağın ardında savaşa atıldığını belirterek şöyle diyordu:
“Kızıl bayrak, yenenlerin de, yenilenlerin de görünmez oldukları bir düzeye yükselen Paris proletaryası idi. Komünün tarihsel büyüklüğünü yapan şey, onun son derece yüksek uluslararası niteliğidir. Her türlü burjuva şoven duygusuna karşı o, gözüpekçe bir meydan okumaydı. Tüm ülkeler proletaryası, bu işte yanılmadı. Varsın burjuvalar kendi 14 Temmuzlarını, kendi 22 Eylüllerini kutlasın. Proletaryanın bayramı, her yerde ve her zaman 18 Mart olacaktır.”
İşçi sınıfının ilk muzaffer devrimi olan Ekim Devriminin önderleri de onun dersleriyle eğitilecek ve eğiteceklerdi proletaryayı. Komün için, “19. yüzyılın en yüce proleter hareketinin en ulu örneğidir” diyen Lenin, 20. yüzyılın en yüce proleter hareketi olan Ekim Devrimine doğru ilerlendiği yıllarda, onun anısını şöyle yad etmekteydi:
Komün savaşçılarının anısı, sadece Fransız işçileri için değil, ama tüm dünya proletaryası için kutludur. Çünkü Komün yerel ve sıkı sıkıya ulusal bir amaç için değil, ama tüm emekçi insanlığın, bütün aşağılanmışların, bütün küçük düşürülmüşlerin kurtuluşu için savaştı. Toplumsal devrimin öncü savaşçısı olan Komün, proletaryanın acı çektiği ve savaştığı her yerde sevgiler kazandı. Yaşam ve ölüm tablosu, dünya başkentini eline geçiren ve iki aydan çok elinde tutan işçi hükümeti imgesi, proletaryanın kahramanca savaşımının ve yenilgiden sonraki acılarının görünüşü, tüm bunlar milyonlarca işçinin ruhunu tutuşturdu, sosyalizme olan umutlarını canlandırdı ve sevgilerini kazandırdı. Paris toplarının gürlemesi, proletaryanın en geri katmanlarını derin uykularından uyandırdı ve sosyalist devrimci propagandaya her yerde yeni bir atılım verdi. Bu nedenle Komünün yapıtı ölü değil; şimdiye değin her birimizde yaşadı o. Komünün davası, toplumsal devrim davasıdır, emekçilerin bütünsel siyasal ve iktisadi kurtuluş davasıdır, dünya proletaryasının davasıdır. Ve bu anlamda ölümsüzdür o.
link: Marksist Tutum, Komünün davası, toplumsal devrim davasıdır, dünya proletaryasının davasıdır, 20 Mart 2021, https://marksist.net/node/7322
20 Mart - 23:21
Yaşasın İşçi Sınıfının Sosyalist Devrim Mücadelesi!
Bitmeyecek evrensel kavga
Kanat çırpıyor havada özgürlük
Yoksulların sonsuz çığlıkları
Bizi kavgaya çağırıyor
Şavkıyor yoğun karanlıkta tan
Uzakta, kanlı ufukta
Yeni bir dünya var doğrulan!
Selam olsun halkın uyanışına
Selam olsun ölürken, geleceğin
O kocaman, o büyük
Kapısını açanlara
(Louise Michel)
Bonaparte rejimi altında bile yüreklerini karartmayıp mücadeleyi sürdüren ve sonunda mücadelelerini Paris Komünü ile taçlandıran Komünarların kararlılığının, inancının, umudunun ve cesaretinin unutulmaması bugünlerde bir kat daha önem kazanıyor. Çünkü günümüzde de emperyalist kapitalist sistem tarihsel bunalımını atlatabilmek için çareyi otoriter ve totaliter yönetim biçimlerinde, savaşlarda arıyor. Dünyadaki genel tablo Bonaparte Fransa’sının gericilik yıllarını andırıyor. Elif Çağlı’nın, Gericilik Döneminde Devrimci Bilincin Önemi yazısında altını çizdiği gibi,
Uzun söze gerek yok, işçi sınıfının mücadele tarihi gericilik dönemlerinde devrimci mücadeleyi sürdürmenin ne denli zor olduğunu elbet ortaya koyuyor. Fakat bu tarih aynı zamanda, mücadelenin ergeç yeniden yükseleceğini ve bir gün mutlaka karanlıkların yırtılacağını da kanıtlıyor. Sınıf devrimcisi, asıl gericilik dönemlerinde, Bonapartist, faşist burjuva rejimlerin olağanüstü baskı dönemlerinde yüreğini karartmayıp devrimci inanç ve bilinçle donanandır. Bunu başarmak için de insanın tarihteki devrimci örneklerden feyz alarak kendini içsel bir dönüşüme uğratması, inancını ve bilincini olgunlaştırıp pekiştirmesi gerekiyor. Çok iyi biliyoruz ki, bu soylu mücadele bayrağını bugünden yarına taşıyacak olanlar, devrimci inancı ve bilinci bıkmadan usanmadan daha çok sayıda işçiye ulaştırma yolunda emek verenler olacaktır. Yıllar önce yine karanlık bir döneme, 12 Eylül faşizmi günlerine not düşerken dediğimiz gibi: Zor günler zor sınavlara çeker insanı. Çekilen tüm acılara karşın, devrimci bayrağı yarınlara taşıyabilmek için tarihsel iyimserliği her daim yeşertmek gerekir.
İşçi Sınıfının Enternasyonal Marşı
Paris Komünün dünya işçi sınıfına en güzel armağanlarından biri de Enternasyonal marşıdır. Sözleri, 1871 Haziranında, önde gelen Komünarlardan Eugene Pottier tarafından yazılan ve 1888’de Belçikalı komünist Pierre de Geyter tarafından bestelenen Enternasyonal, sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünya özlemini haykıran ölümsüz bir marştır.
Eugene Pottier hayatı boyunca işçilik yapmış bir komünistti. 1848 devriminde barikatlarda savaşan Pottier, Paris Komününde de mücadelenin en ön saflarında yer almıştır. İşte Enternasyonal, Komünün enternasyonalizmini yansıtarak tam da bu kavganın bağrında doğmuş ve tüm dünyada işçi sınıfının patronlara, beylere, ağalara, sultanlara karşı savaşımının ve toplumsal kurtuluş hedefinin simgesi olmuştur. Hep birlikte söyleyelim marşımızı:
Şan Olsun Paris Komününe ve Onun Yiğit Savaşçılarına!
Yaşasın İşçi Sınıfının Sosyalist Devrim Mücadelesi!
link: Marksist Tutum, Yaşasın İşçi Sınıfının Sosyalist Devrim Mücadelesi!, 20 Mart 2021, https://marksist.net/node/7324