Kadınların Muradı!
Her sene olduğu gibi bu sene de 8 Mart yaklaşırken egemenler kadınlara ne kadar değer verdiklerini anlatma yarışına girdi. Kadınları her bakımdan cendere altında tutmak isteyen faşist rejim bu yarışta adeta ipi göğüsledi. Mesela Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, Türkiye’de kadınların işgücüne katılma oranının yüzde 36’ya yükselmesiyle övündü. İşgücüne katılan kadınların hangi oranda istihdama katıldığını yani çalışabildiğini açıklamadı. Kadınların işgücüne katılımımın artması karşısında düşük ücret, sendikasız ve güvencesiz çalışma, doğum ve emzirme izinlerinin kısalığı, kreş hakkının ortadan kaldırılmış olması, taciz, mobbing, şiddet gibi sorunları çözmek üzere düzenlemeler yapıp yapmadıklarından bahsetmedi.
Elbette Türkiye’de siyasi iktidar ve patronların büyük bir bölümü kadınların çalışmasını arzuluyor fakat ucuzdan da ucuz işçi olarak! Çalışsalar bile kadınlar aile içi rol ve görevlerini sürdürsün, çocuk bakımının ve ev işlerinin tüm yükünü üstlensin, aile yapısı korunsun istiyorlar. Böylece kadınların sırtına bindirilen yük kat kat artıyor. Bakan Göktaş, kadınların yaşadığı sorunları çözmek yerine katıldığı toplantılarda kadınlara İstanbul seçimlerinde Murat Kurum’a oy verme çağrısında bulunuyor. “İstanbul’u Büyüten Kadınlar” gibi süslü başlıklarla yapılan programlarda “31 Mart akşamı inşallah İstanbul yeniden gerçek belediyecilik ile buluşacak, Muradına erecek” diyor. Kadınlar olarak hem işsizlikle boğuşacağız, hem çalışırsak düşük ücrete çalışacağız, hem aile ve çocuk bakımını üstleneceğiz, hem de halkın sırtından 22 yıldır inmeyen Kurum gibi siyasetçilere oy vereceğiz. Ama tam da bu şekilde “muradımıza” ereceğiz! Sözde, Murat Kurum seçildiği takdirde İstanbul için “7/24 Nöbetçi Kreşler” açacakmış. Oysa siyasi iktidar zaten kendi ellerinde değil mi? İstedikleri zaman her mahalleye kreş açabilir ve kadın işçilerin taleplerini karşılayabilirlerdi. Kadınların ucuz ve kaliteli kreşlere kavuşması için İstanbul seçimlerini Murat Kurum’un kazanması mı gerekiyor?
Egemen sınıfların kadınları ve siyasetçilerin muradı ile işçi sınıfının kadınlarının muradı arasında asla kapanmayacak uçsuz bucaksız bir fark var. Onlar yıllardır yaptıkları gibi kadınları ucuz işgücü olarak görmek istiyorlar. Haklarımızı elimizden alıyor, siyasi baskıları arttırıyor, sendikalarda örgütlenmemizi engelleyecek yasalarla patronları koruyorlar. Kadınları kendilerine biçilen toplumsal role uygun olarak pasifleştirmeye çalışıyorlar, çok çocuk doğurmalarını, bu çocukları muhafazakâr, kindar yetiştirmelerini istiyorlar. Kendi iktidarları, çıkarları, rantları için emekçileri hiçe sayanlar, emekçi kadınları şiddet ve ikinci sınıf insan damgasıyla yaşamaya zorlayanlar yine emekçilerden, emekçi kadınlardan destek istiyorlar. Emekçi kadınları sömürücü siyasetçilerin ufak vaatlerine kanacak oy deposu olarak görüyorlar.
8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü kadınların aşağılanmaya, yok sayılmaya “artık yeter” dediği bir gündür. Hiçbir ayrım yapmadan dünyanın tüm emekçi kadınlarının ve işçilerinin birleşmesinin sembolüdür. Enternasyonalist bir ruhla mücadeleye atılan kadınların kendi saflarında mücadeleye atılmasının, o mücadelede yükselttikleri taleplerin sembolüdür. Bu açıdan bugün bizlerin ihtiyaç duyduğu birliğin ifadesidir. 8 Mart ruhuyla kuşanıp birlikte kavgaya atıldığımızda cümlemizin muradı olan dünyada cennet kurulacak, insanlar gerçek özgürlük ve mutluluğu tadacaktır.
link: Kocaeli’den bir işçi, Kadınların Muradı!, 8 Mart 2024, marksist.net/node/8210
Sınıfımızın Şanlı Mücadele Günü 8 Mart’ımız Kutlu Olsun!
Mücadele tarihimizin asla solmayacak yapraklarından biridir 8 Mart. Ve bizler bu yıl da 8 Mart’ı zorlu bir dönemden geçerken karşılıyoruz. Emperyalist haydutlar dünyamızı ateş topuna çevirmiş durumda. Başta Ortadoğu olmak üzere üçüncü emperyalist paylaşım savaşının alevleri her yanı yakıyor. Emekçiler tarifi zor bir zulüm cenderesinde ölüm kalım mücadelesi veriyor. Bütünüyle gericileşmiş kapitalizm tarihte eşi benzeri görülmemiş bir eşitsizliğe yol açıyor. Milyarlar yokluk içinde kıvranırken birkaç asalak yaratılan tüm zenginliğe el koyuyor. Ekonomik krizin yıkıcı sonuçlarına dünya ölçeğinde yükselen otoriterleşme dalgası eşlik ediyor. Çeşitli doz ve biçimlerle faşizm yeniden hortlayarak emekçileri büyük felâketlere sürüklemenin sinsi planlarını yapıyor. Kısacası kapitalizmin egemen olduğu tüm dünyada eşitsizlik, sefalet, baskı ve zorbalık hüküm sürüyor.
Egemenlerin yarattığı bu karanlığa teslim olmayanların mücadelesi ise her türlü zorluğu aşarak sürüyor. Dünyanın her yerinde meydanlar işçi sınıfının savaşa, sömürüye, hak gasplarına, cinsiyet ve ırk ayrımcılığına karşı verdiği coşkulu mücadelelerle doluyor. İşçi ve emekçiler hep bir ağızdan “başka bir dünya mümkün” diyerek alanlara çıkıyor. İşte böylesi bir dönemde 8 Mart’ın tarihsel anlamına ve misyonuna uygun bir ruhla karşılanması son derece önemli. Bu şanlı mücadele gününden alınan ilhamla sınıf temelli devrimci mücadelenin büyütülmesi de bir o kadar hayati öneme sahip.
Bizler işçi sınıfının saflarında devrimci mücadele yürüten gençler olarak, 8 Mart’ı tarihsel özüne uygun bir biçimde karşıladığımız için büyük bir onur ve kıvanç duyuyoruz. 8 Mart başta olmak üzere, sınıfımızın mücadele tarihini devrimci Marksizmin ruhuyla bizlere aktaran, günün yakıcı ve çetrefilli sorunlarını aynı ruhla aydınlatıp yolu gösteren Marksist Tutum’a bu vesileyle teşekkür etmeyi bir borç biliyoruz. Mücadele tarihimizden öğrendiğimiz üzere 8 Mart, burjuvazinin bir lütfu değildir. Burjuvaziye karşı savaşta işçi sınıfının bağrında doğmuş, çetin kavgalarla varlığını sürdürmüş, Ekim Devrimiyle taçlanmış ve sınıfsız bir dünya özleminin ifadesi olmuş şanlı bir mücadele günüdür. Burjuvazi ne yaparsa yapsın, bu gerçeğin yüreklerimizde yarattığı umudu ve coşkuyu solduramayacaktır.
8 Mart, burjuvazi her yanda savaş çığırtkanlığına soyunmuşken korkusuzca “Emperyalist Savaşlara Hayır” diyebilme cesaretini kuşanmaktır. Kapitalizmin yarattığı her türlü eşitsizliğe, köleliğe, düşmanlığa karşı çıkmak; insanın kul köle olmadığı, sömürünün ve zorbalığın yeryüzünden silindiği özgürlükler dünyası için mücadele etmektir. 8 Mart, gezegenimizi yok oluşa sürükleyen ve her yanını irin sarmış bunak kapitalizmin karşısında, insanlığa yepyeni bir dünya muştulayan dünya devrimi ve sosyalizm için mücadeledir. 8 Mart’ın ruhuyla sosyalizm için yürüyen kavga neferlerine selam olsun! Dirençle, azimle, sabırla zorluklara göğüs gerip umudu büyütenlere selam olsun!
Yaşasın 8 Mart, Yaşasın Sosyalizm!
link: Ankara’dan MT okuru gençler, Sınıfımızın Şanlı Mücadele Günü 8 Mart’ımız Kutlu Olsun!, 8 Mart 2024, marksist.net/node/8209
Kapitalist Zorbalığa Karşı Birliğimizi Güçlendirelim
Dalların tomurcuklanmaya, güneşin sıcacık yüzünü göstermeye başladığı bu günler bahar gelişini muştularken, biz emekçi kadınların ve tüm sınıf kardeşlerimizin içini bir başka heyecan kaplar. İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir simge haline gelen 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününe, yaşadığımız sorunlara ilişkin taleplerimizi ortaya koymak, gücümüzü, öfkemizi, heyecanımızı göstermek, burjuvaziden hesap sormak için mücadeleci işçiler olarak hep birlikte hazırlanırız.
8 Mart, mücadeleci işçi kadınların bizlere armağanıdır. ABD’de hakları için mücadele eden kadın işçilerin her yıl düzenlemeye başladıkları eylemlerden ilhamını almıştır. 1910 yılında Danimarka’da toplanan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında Alman işçi sınıfının önderlerinden Clara Zetkin’in, 1857’deki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına, 8 Mart’ın Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanması önerisini getirmesiyle oybirliğiyle kabul edilmiştir. Ve bu tarihten itibaren 8 Mart, mücadeleci kadın ve erkek işçilerin kapitalizmin yarattığı devasa sorunlarına karşı verdikleri mücadelenin simgesi olan günlerinden biri olmuştur. Ekim Devriminin fitilini ateşleyen 8 Mart gösterilerinin ardından da emekçi kadınların kavgasına bir daha çıkmamak üzere eklenmiş bir mücadele günü haline gelmiştir.
Dünyada yüz milyonlarca emekçi kadın, erkek sınıf kardeşleriyle birlikte açlıkla, yoksullukla, savaşlarla, afetlerle felâketten felâkete sürükleniyor. Kapitalizm yaşadığı tarihsel krizin tüm sıkıntılarını emekçilerin üzerine yüklerken, kadın emekçiler bundan payını fazlasıyla alıyor. Kimilerinin başlarına bombalar yağarken, kimileri evlerine yiyecek ekmek götüremiyor. Kimisi kalacak bir ev bulamazken, kimisi sokak ortasında katlediliyor. Kapitalizm emekçi kadınların hayatını cehenneme çeviriyor. Türkiye’de de emekçi kadınlar bu 8 Mart’ı, tarihi bir yoksullaşma, başta 6 Şubat depremleri olmak üzere kapitalizmin felâkete dönüştürdüğü afetlerin yarattığı yıkım, elde edilmiş kazanımlarına yapılan saldırıların artması koşullarında karşılıyor.
Yani, kadın emekçilerin mücadele konusu haline getirdiği pek çok sorunun ortaya konduğu önemli bir gün olan 8 Mart bu yıl da yüklü bir gündeme sahip. Bu sorunları ortadan kaldırmanın tek yolunun kapitalizmi ortadan kaldırmaktan geçtiğini bilen sınıf bilinçli emekçi kadınlar olarak bunun ancak güçlü örgütlenmelerle başarılabileceğinin farkındayız. Kapitalizm emekçilerin yaşadığı sorunları her geçen gün daha da büyütüyor. Ama bu sorunlar büyürken bunun karşısında dünyadaki sınıf mücadelesi de büyüyor. Dünyanın pek çok bölgesinde işsizliğe, yoksulluğa, savaşlara karşı emekçi kadınlar ve erkekler alanlara iniyor, grevler yapıyor, barışı, kardeşliği ve eşitliği haykırıyor. Alınacak daha çok yol var biliyoruz. Ama birliğimizi güçlendirip mücadele edersek bu zorlu yolda bizimle yürüyecek milyonların olduğunu da görüyoruz. 8 Mart gibi mücadele tarihimizin bize armağan ettiği sembol günlerde bu bilinçle sesimizi daha fazla sayıda emekçi kardeşimize ulaştırmaya çalışmalı ve güçlü biçimde haykırmalıyız: Kapitalist zorbalık karşısında birlikteysek güçlüyüz, birlikteysek umutlu!
link: Mersin’den MT okuru bir kadın işçi, Kapitalist Zorbalığa Karşı Birliğimizi Güçlendirelim, 6 Mart 2024, marksist.net/node/8207
8 Mart Ruhuyla Boyun Eğmiyoruz, Mücadele Ediyoruz
8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Gününü, tüm dünyada işçiler, emekçiler ve kadınlar olarak, zorlu koşullarda karşılıyoruz. Giderek yayılan emperyalist paylaşım savaşı, kentlerimizi, geleceğimizi yakıp yıkıyor. Savaşların ve ekonomik krizlerin derinleştirdiği yoksulluk ve zorlu koşullar, biz kadınların, işçilerin ve çocuklarımızın geleceğini çalıyor, ellerinden alıyor. Kapitalist açgözlülükle talan ediliyor yaşam alanlarımız, doğamız. Yerinden yurdundan edilen emekçiler gittikleri ülkelerde hor görülüyor, aşağılanıyor. Göçmen kadınlar, çocuklar, ucuz işgücü olarak sermayeye peşkeş çekiliyor. Tarihsel sistem krizinin içinde debelenen kapitalizm, tüm dünyada otoriterleşme ve faşizm eğilimini güçlendirerek baskı ve şiddeti artırıyor. Bütün bunlardan en büyük zararı işçi, emekçi kadınlar görüyor. Hayat pahalılığı, yoksulluk, baskı, şiddet her geçen gün artarak hayatımızı yaşanılmaz kılıyor. Kapitalist sistemin acı yüzünü, evde, sokakta, işyerlerimizde iliklerimize kadar hissediyoruz.
Yaşadığımız topraklarda, Erdoğan önderliğindeki faşist iktidar, gerici, cinsiyet ayrımcı, kutuplaştırıcı politikalarıyla kadın düşmanlığına devam ediyor. Bizden “kutsal annelik” görevini yerine getirmemizi, kapitalist sistemin çarklarına feda edeceğimiz çocuklar yetiştirmemizi bekliyor, kadınları eve hapsetmek, sosyal yaşamdan uzaklaştırmak istiyor. Aynı zamanda sermayenin has temsilcisi olan rejim, düşük ücretlerle kölelik koşullarında gece gündüz uzun saatler boyunca çocuklarımızın yüzüne hasret çalışalım, iliklerimize kadar sömürülelim ama sesimizi çıkarmayalım istiyor. Kâr hırsıyla gözleri dönmüş sermaye sahipleri gibi iktidar sahipleri de, ucuz işgücü bakımından işçi sınıfının kadınlarını kâr makinesi olarak görüyorlar.
İşçi sınıfının kadınları olarak bizler hayatın yarısıyız. Egemenlerin bize biçtiği rol gibi, ne bir kuluçka makinesiyiz ne de kâr makinesi. Biz emekçi kadınlar toprağın tohuma can verdiği gibi can veririz yaşama. Doğurup büyütürüz, hayat veririz çocuklarımıza. Verdiğimiz bu hayatlar, bir avuç azınlığın, egemenlerin çıkarları için sürdürülen savaşlarda çocuklarımız kurban olsun diye değildir. Asalak sınıfın fabrikalarında sömürü çarklarında genç bedenleri kurban olsun diye değildir büyüttüğümüz fidanlarımız. Çocuklarımızın karnı doysun, yüzü gülsün diye üretiriz. Biz işçi sınıfının kadınlarıyız. Yaşamlarımız üretmekle, çalışmakla, hayatla mücadele etmekle geçer. Karnı her zaman tok olan, çocukları zenginlik içinde şımartılan, iş cinayetlerine kurban gitmeyen, çocuklarını savaşta kaybetmeyen, depremde evleri başına yıkılmayan, siyasette, sosyal yaşamda ihtişamlarıyla boy gösteren egemen sınıfın kadınlarıyla aynı cinsiyeti taşımakta başka ortak bir yanımız yoktur. 8 Mart, biz işçi sınıfının kadınlarının günüdür. Bize bırakılan bu mirasa sahip çıkmak, 8 Mart’ın mücadele ruhunu kuşanıp, mücadeleyi büyütmek boynumuzun borcudur.
8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü, kapitalizme, savaşlara, sömürüye, yoksulluğa boyun eğmek yerine, kadınıyla erkeğiyle kapitalist sınıfa karşı yürütülen mücadelenin içinden doğdu. Kapitalizme karşı mücadelenin simgeleştiği günlerden biridir 8 Mart, sınıfsal bir gündür. 8 Mart’ın mücadele ruhuna sahip çıkmaya içinden geçtiğimiz zorlu koşullarda çok daha fazla ihtiyacımız var. Emekçi kadınlar olarak bizler, faşist rejime ve kapitalizme kaşı mücadelenin ön saflarında yerimizi almak zorundayız. Emekçi kadınların kurtuluşu ve özgürlüğü, bizleri çifte ezilmişliğe mahkûm eden, aşağılayan, yok sayan, sesimizi kısan, çocuklarımızı katleden bu sistemin yıkılmasından geçmektedir. İçinden geçtiğimiz dönem, birçok açıdan olumsuzluklarla dolu görünse de, biz mücadeleci kadın işçiler olarak bu kara günlere teslim olmuyoruz. 8 Mart mücadele gününü bizlere miras bırakan geçmiş işçi kuşaklarının evlatlarıyız. İçimizde taşıdığımız 8 Mart’ın mücadele ruhuyla, dokunduğumuz her alana kavgayı taşıyoruz. Emperyalist savaşlara, tepemize çöreklenen baskıcı, zorba faşist rejime karşı 8 Mart ruhuyla kavgayı büyütüyoruz.
link: İstanbul/Sancaktepe’den bir kadın işçi, 8 Mart Ruhuyla Boyun Eğmiyoruz, Mücadele Ediyoruz, 4 Mart 2024, marksist.net/node/8205
link: Marksist Tutum, Lenin'siz 100 yıl -2 , , marksist.net/node/8187
Zor Günlerde Bir Fikrin ve Eylemin İnsanı Olmak
15 Ocak 1919… Alman burjuvazisi o gün, Alman işçi sınıfının iki önderinin canına kıydı! Rosa önce dipçiklendi, sonra kurşunladı, cansız bedeni bir su kanalına atıldı. Yoldaşı Liebknecht ise kurşuna dizildi ve yol kenarına bırakıldı. 28 Ocak 1921… Trabzon’dan Bakü’ye doğru bir deniz motoru kalktı, arkasına sinsice başka bir motor takıldı... Komünist ozan Nâzım Hikmet’in betimlediği gibi iki motorda iki sınıf çarpıştı o gün! Türkiye işçi sınıfının önderleri, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, Türk burjuvazisi tarafından Karadeniz’in soğuk sularında boğduruldu. Ve 21 Ocak 1924… Dünya sosyalist devriminin lideri Lenin yaşamını yitirdi. Lenin, Rosa, Liebknecht ve Suphi… Vakitsiz ölümleri birbirini takip eden yılların Ocak aylarına denk gelen dört komünist önder… Devrimimizin ve sınıfımızın gecede ve gündüzde parlayan dört yıldızı… Onlar, aradan geçen bir asra rağmen sarsılmaz iradeleriyle, inançlarıyla, cüretleriyle ve devrimci miraslarıyla yaşıyorlar. Gecede ve gündüzde hâlâ parlıyorlar, dünya döndükçe de parlayacaklar!
“Ocak ayı yalnızca iklim açısından değil, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin takviminde de adeta bir kışı andırır. Şüphesiz ki, mücadelenin uykuya yatması anlamında değil; tarihsel kavgamızda birçok önemli kaybımızın adeta bu aya isabet etmiş olması anlamında bu böyledir.”[1] Ancak bu dört büyük devrimciye dair ortaklık, kuşkusuz bundan çok daha fazlasını içinde barındırır. Onların ölümü, söz konusu üç ülkedeki devrim süreçlerine inen ağır darbeyle özdeştir. Rosa ve Liebknecht’in öldürülmesiyle eş zamanlı olarak Alman devrimi de boğazlanmış, dünya devrimi hayati bir yara almıştır. Mustafa Suphiler, Birinci Dünya Savaşından bitap düşmüş Anadolu yoksullarıyla kavuşamamıştır. Lenin ise Sovyetlerde uç veren karşı devrimci bürokrasiyle son kavgasını nihayete erdirememiştir. Ancak Lenin, Rosa, Liebknecht ve Suphi’ye dair ortaklık bununla da sınırlı değildir.
Bu büyük devrimciler zulüm, baskı, ağır sürgünlük koşulları ve en önemlisi emperyalist savaş döneminin alevleri karşısında sarsılmaz bir irade gösterdiler, başarılı sınavlar verdiler, yaşamlarıyla geriye büyük bir miras bıraktılar. Zor günlere teslim olmak bir yana, böylesi koşulların suların durgun olduğu dönemlere nazaran çok daha öğretici ve dönüştürücü olduğunu berrak biçimde kavradılar. Şartlar ve güç dengesi ne olursa olsun, ters akıntılara karşı yüzmek pahasına o büyük güne, kaçınılmaz saate hazırlandılar. Dosta da düşmana da bir fikrin, haklı bir davanın insanı olmanın ne demek olduğunu gösterdiler. Lenin, Rosa, Liebknecht ve Suphi… Onlar, insan zihninin ürettiği en büyük, en ulvi fikrin ve bir eylemin insanıydılar. Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya fikrinin ve onun tek gerçek eylemi olan proleter devrimin!
“Zor günler zor sınavlara çeker insanı”
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükseldiği yirminci yüzyıl, insanlık tarihinde en büyük çalkantıların yaşandığı trajik bir zaman dilimi olarak perdesini açtı. Bir taraftan büyük umutlar kitleleri sarıp mücadeleye sürüklerken, diğer taraftan buna büyük kıyımlar eşlik etti. Kısacası yirminci yüzyıl Lenin’in ifadesiyle, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler çağıydı. Dönemin karakterini en belirgin şekilde taşıyan olayların başında emperyalist paylaşım savaşı geliyordu. Temmuz 1914’te, daha sonra “Dünya Savaşı” olarak adlandırılacak savaş resmen ilan edilip alevleriyle tüm dünyayı kavurmaya başladı. Sadece dört yıl içinde 20 milyona yakın insan öldü, çok daha fazlası yaralandı. Bu o zamana kadar tarihin gördüğü en büyük savaş, en büyük barbarlıktı.
II. Enternasyonal’in sözümona sosyalist partileri işçi sınıfına ihanet içinde emperyalist savaşa destek verirken buna en büyük karşı çıkış Rusya’dan, Lenin önderliğindeki Bolşevik Partiden gelmişti. Lenin, ihanet içindeki II. Enternasyonal önderliğini şu sözlerle teşhir ediyordu: “Oportünizm ve sosyal şovenizmin politik içeriği aynıdır. Sınıf işbirlikçiliği, proletarya diktatörlüğünün inkârı, devrimci eylemin reddi, burjuva yasallığının koşulsuz kabulü, burjuvaziye güven ve proletaryaya güvensizlik.” Öte yandan da pasifist bir barış savunusu yapmıyor ve şunun altını çiziyordu: “Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz.”[2]
Lenin’in ortaya koyduğu bu ilkesel hattın kristalize olmuş hali olarak “Emperyalist savaşı iç savaşa çevir!” şiarını düstur edinen Bolşevikler, bu devrimci politikayı, kitlelerin milliyetçi hezeyanla doldurulduğu savaşın ilk günlerinden savaştan bitap düştükleri devrim öncesi günlere kadar propaganda etmekten vazgeçmediler. Zamanla da işçi kitlelerin güvenini ve beraberinde de önderliğini kazanmayı bildiler. Şubat 1917’de son derece kudretli görünen Çarlık rejimini yerle bir eden Rus işçi sınıfı, Bolşevik Parti önderliğinde Ekim Devrimiyle iktidarı ele geçirdi. Rusya’da bir işçi devriminin gerçekleşmesi ve kurulan işçi iktidarının savaştan çekildiğini duyurması, beraberinde de burjuva devletler arasında imzalanan tüm gizli anlaşmaları deşifre etmesi adeta insanlığın kaderini değiştirdi! Devrimin Avrupa’ya sıçramasından ölesiye korkan burjuva egemen güçler, kendi aralarındaki kapışmaya ara vermek zorunda kaldılar.
Emperyalist savaşa karşı devrimci Marksizmin bayrağını Almanya’da Rosa, Liebknecht ve yoldaşları yükseltti. Bu iki kadim yoldaş, ilk zamanlar içinde bulundukları SPD’nin emperyalist savaşta burjuvazinin yanında saf tutan şovenist tutumuna karşı ölesiye mücadele etti. SPD önderliğini “kokuşmuş bir ceset” olarak tanımlayan Rosa, işçi sınıfının önündeki iki seçeneği, tarihe geçen şu sözleriyle vurguluyordu: “Ya sosyalizm ya da barbarlık içinde çöküş!” Savaş karşıtı öfkeye Ekim Devriminin muazzam rüzgârının etkisi eklenince 1918’de İmparatorluk çökmüş, ancak Alman işçi sınıfının devrimi yenilmiştir. “Berlin’de düzen hüküm sürüyor” diye gerinen karşı-devrimcilere karşı Marksizme olan muazzam inancıyla şöyle meydan okuyordu Rosa: “Bu «yenilgiden» geleceğin zaferi çiçek verecektir!”
Sözde sosyalist SPD milletvekilleri parlamentoda emperyalist savaş kredileri için kabul oyu verirken karşı oy kullanan yegâne milletvekiliydi Liebknecht. Katıksız bir enternasyonalist olarak parlamento kürsüsünden işçilerin temsilcisi olarak burjuvalara ve burjuvaziyle işbirliği yapan hainlerin yüzüne karşı şöyle haykırmıştı: “Asıl düşman içeride! Kahrolsun savaş! Kahrolsun hükümet!” Savaşa karşı çıktığı için tutuklanıp askeri mahkeme karşısına çıkartıldığında ise kendisini “vatana ihanet”le suçlayan mahkeme başkanına şöyle demişti: “Vatana ihanet enternasyonalist bir sosyalist için hiçbir anlam taşımaz.”
Bu iki devrimci önder işçi sınıfı hareketi tarihine, emperyalist savaş karşısında aldıkları devrimci tutumla ve bunu kitlelere taşımada gösterdikleri enerjik çabayla geçti. İşte bu nedenledir ki, bizzat SPD önderliği tarafından katledildiler. Lenin’in varlığı nasıl Rus işçi sınıfının iktidarı almasını sağladıysa, Rosa ve Karl’ın ölümü de Alman işçi sınıfının devriminin boğulmasına neden oldu. Onların ölümüyle Alman işçi sınıfı en yetenekli, en özverili, en deneyimli liderlerini kaybetti. Almanya’da devrimin başarısızlığa uğraması, daha sonra faşizmin önünü açacak, insanlık büyük acılar yaşamaya devam edecekti.
Mustafa Suphi ise 1914-1917 arasında Rusya’da savaş esiriyken Bolşevizmle tanıştı. Savaş öncesi süreçte dönemin pek çok Osmanlı aydını gibi burjuva liberalizmi, Türkçülük ve sosyalizm arasında gitgeller yaşayan Mustafa Suphi, İttihat ve Terakki’ye katılmış, ancak kısa sürede muhalif olmuştu. İttihat ve Terakki’nin 1913’te başlattığı terör dalgasından nasibine Sinop’a sürülmek düşen Mustafa Suphi, bu diktatörlüğe karşı mücadele için Rusya’ya kaçtığında ise esir olarak ele geçirilmişti. Ural bölgesinde kendisi gibi esir konumundaki Bolşeviklerden, Bolşevik fikirlerden etkilenen Suphi, muazzam bir iç devrim geçirerek bir komünist oldu. Ekim Devrimi saflarında yer alarak Türk ve Müslüman savaş esirleri arasında propaganda ve örgütlenme çalışmaları yaptı.
1918 yılında Yeni Dünya gazetesinin 11. sayısı için kaleme aldığı “Birleşiniz Bütün Dünyanın Mazlum ve Fakir Halkları” adlı yazısındaki şu satırlar, geçirdiği enternasyonalist dönüşümün bir nişanesidir: “Türkler ve Ermeniler, yalnız Türkler değil Kürtler, Çerkesler, Türkmenler ve hatta Kafkasyalılar, Dağıstanlılar, Türkistanlılar arasında bu nefret ve düşmanlığa ne zaman nihayet gelecek? (…) Türk ve Kürtlerin Ermenileri, Ermenilerin Kürtleri ve Türkleri takibe, mahva, yok etmeye koşmaları; bu fetihlik davasında medeniyetleri vahşetle yoğrulmuş Avrupalı emperyalistlerin insan ruhuna ettikleri, akıttıkları zehir; bu masum milletler arasına, kasd ile sokulan, din ve millet hırslarıyla yakılan bir düşmanlık (…) Anadolu’yu ne Türklere, ne Kürtlere, ne de Ermenilere değil, ancak kendilerine almak… Bu hakikati Türk ve Ermeni işçi ve köylüsünden bilmedik, anlamadık hiç kimse artık kalmamış olmalı; bu hakikati halka anlatmak o feci cinayetlerin önünü almak Türk ve Ermeni inkılapçılarının ve bu inkılapçılardan özellikle komünist enternasyonalistlerin vazifesidir.”
Bugüne, bize kalan
Tarihsel bir sistem krizinin içinde debelenen emperyalist-kapitalizm, dünyaya ve insanlığa bir kez daha cehennemi yaşatıyor. Geçen her gün kapitalizmin ömrünü çoktan tamamladığını gösterirken içinde bulunduğu krizi bir türlü aşamayan burjuva düzen dünya genelinde gericileşiyor, saldırganlaşıyor. Büyüyen toplumsal eşitsizlikten yoksulluk ve işsizliğe, derinleşen ekonomik krizlerden otoriterleşme ve faşizme, göç sorunundan Üçüncü Dünya Savaşına kadar pek çok sorun kangrene dönüşmüş durumda.
Elif Çağlı, kimilerince birbirinden kopuk algılanan savaşların aslında yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşının cepheleri olduğu ve bu savaşın öncekilerden farklı biçimler altında sürdüğü tespitini yapalı yaklaşık yirmi yıl oldu. Gelinen aşamada, sol hareketin içinden hâlâ “savaşın ayak sesleri işitiliyor” diyenler bir kenara, burjuva ideologlar dahi “Üçüncü Dünya Savaşı” tabirini kullanır hale geldi. Öte yandan bugün emperyalist savaş şiddetlenip yayılmış durumda.
“Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Yemen’e kadar uzanan «Büyük» Ortadoğu, aslında tam da ABD’nin planları doğrultusunda yıllardır kan ve ateşle yoğruluyor. Buna zaman zaman alevlenen Kafkasya cephesini de eklemek gerekiyor. Ukrayna iki süper nükleer gücün hegemonya kavgasının sıcak çatışma alanlarından biridir. Doğu’da Çin Denizinde sular giderek ısınıyor, orada da paylaşım savaşını esasen ABD ve Japon emperyalizmleri körüklüyor. Karşılarına aldıkları Çin emperyalizmi henüz nihai hesaplaşma zamanının gelmediğini ve buna hazır olmadığını düşünüyor, belki de bu yüzden rakipleri sürekli provoke ederek onu «erken» bir savaşın içine çekmek istiyorlar. Ekim ayı başında, bir süredir yatışmış gibi görünen Ortadoğu Savaşı, bu kez İsrail-Filistin çatışması görünümünde tekrar alevlendi. Üstelik ne alevlenme!”[3]
Sistem krizi ve emperyalist paylaşım savaşıyla doğrudan bağlantılı olarak, son süreçte Arjantin’den İtalya’ya, Hollanda’dan sözde demokrasinin beşiği İsveç’e kadar, faşist hareketlerin tek tek mevzi kazanması da söz konusudur. Dahası Almanya’da AfD, Fransa’da Le Pen’in Ulusal Cephesi, İspanya’da Vox yükselişini sürdürmektedir. Ancak her şey karşıtıyla birlikte vardır. Bu süreç dünya genelinde savaş ve faşizm karşıtı bir öfkenin mayalanmasına olanak sağlıyor. Son günlerde Almanya sokaklarında Rosa ve Liebknecht’lerin ruhunun dolaşması, yükselen faşist harekete karşı yüz binlerin sokaklara çıkması bunun somut örneklerinden biridir. Tüm bu kaotik tablo, dünyanın her yerinde kitlelere bir alternatif arayışını gerekli kılıyor ve dayatıyor.
Nasıl ki savaşsız bir kapitalizm olamazsa, devrim hedefinden kopuk bir barış talebinin kapitalizmin savaşlarına çare üretmesi beklenemez. Yoksullaşmadan hak gasplarına, ırkçı faşist hareketlerin yükselmesinden Üçüncü Dünya Savaşına kadar pek çok nedenle isyan edip ayağa kalkan dünya işçi sınıfı örgütlü bir güç haline gelmesi gerektiğini eninde sonunda öğrenecektir. O güne kadar sınıf devrimcileri olarak boynumuzun borcu, tarihsel önderlerimizin açtığı yoldan ilerlemek, işçi sınıfı içinde proleter enternasyonalizmin bayrağını yükseltmek ve geleceğin büyük kavgasına hazırlanmaktır. Yolumuz zorlu! Bu yolda, Lenin’in zorluklar karşısında gösterdikleri direnci özetlediği şu berrak ifadeler, bir fikrin ve eylemin insanı olmak iddiasında olan her birimizin hatırında olsun: “Bir avuç insan, birbirimizin elini sımsıkı tutmuş halde, sarp bir yolda, uçurumun kenarında yürüyoruz. Her taraftan düşmanlarla sarılmışız ve yolumuza neredeyse devamlı düşman ateşi altında devam etmek zorundayız. Özgürce almış olduğumuz kararla, tam da düşmanlara karşı savaşmak için birleştik.”[4]
[1] Deniz Moralı, Dövüşenler Ölenlerin Tutmaz Yasını!, 10 Ocak 2003, marksist.net/node/436
[2] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 5.baskı, s.11-12
[3] Oktay Baran, Emperyalist Savaş Büyüyor, Ekim Devrimi Çıkış Yolunu Gösteriyor, 7 Kasım 2023, marksist.net/node/8110
[4] Lenin, Dogmatizm ve “Eleştiri Özgürlüğü”, Seçme Eserler, c.2, İnter Yay., s.41
link: Yılmaz Seyhan, Zor Günlerde Bir Fikrin ve Eylemin İnsanı Olmak, 26 Ocak 2024, marksist.net/node/8178
Ardında Yürünecek Şanlı Bir Yol Bırakanlar
İnsanlık ilk çağlarda ilerlemek için, yolunu yönünü tayin etmek için gökyüzüne başvurdu. Güneşin doğduğu ve battığı yere baktı, yıldızları takip etti. Yoluna devam eden insanlık daha sonra pusula gibi araçlar geliştirdi ve bu pek çok keşfi sağlayarak insanlığın gelişiminin önünü açtı. Sınıflar tarihinde de belli dönüm noktaları oldu mücadelenin seyrini değiştiren, buzu kırıp suyun yolunu açan. İşçi sınıfı, Marx ve Engels’in insanlığın kurtuluşu için işaret ettiği, sınıflar mücadelesinin ilk nüvesi olan Paris Komününden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in son nefeslerine kadar enternasyonalist komünist bir çizgide ilerledikleri Alman Devrimi yenilgisine, Lenin ve Bolşevikler önderliğinde karanlıkları yırtarak tarihin ilk muzaffer devrimi olmayı başarmış Ekim Devrimine sayısız öğreti ve deneyimle dolu tarihsel bir külliyata sahip.
Bu külliyata insanlığın ortak yaşamı için ter akıtan, tüm yaşamını komünizm davasına adayan insanlarımızın sayesinde sahip olduk. Adlarını sayamadığımız kadar çok yiğit devrimci burjuvazinin kanlı savaşında sonsuz inançlarıyla gözü pek bir şekilde çarpışarak can verdi. Ocak ayındaysa yas tutmaya utanacak kadar minnet duyduğumuz önderlerimizi kopardılar aramızdan. 15 Ocak 1919’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i, 21 Ocak 1924’te Lenin’i, 28 Ocak 1921’de de Mustafa Suphi ve yoldaşlarını kaybettik. Bu topraklarda yaşamının sonuna kadar mücadele eden Mustafa Suphi’nin ölüm yerinde “Karadeniz” yazar. 14 yoldaşıyla birlikte Karadeniz’in hırçın sularında Kemalizmin kadroları tarafından alçakça boğdurulmuştur Suphi. Fakat onlardan geriye Suphi’nin şu sözü kalmıştır: “Bütün insanlar ölecek, yeter ki geride kötü bir şey bırakmasın.” Kısa yaşamını toplumun kurtuluşuna adayan Suphi’nin dediği gibi bütün insanlar doğar, yaşar ve ölür elbette. Fakat önemli olan geriye ne bıraktığındır. Mustafa Suphi bu toprakların direngen milliyetçi, Kemalist ideolojisinin karşısında ışıl ışıl parlayan enternasyonalizm bayrağını bıraktı. İşçi sınıfının devrimci önderleri Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht devrimci mücadeleye akıttıkları tutkuyla, insana, hayvana, doğaya dair barındırdıkları incelikle, karanlık günlerde diri tuttukları umutla, düşmanın karşısında gösterdikleri dirençle bugünlere, geleceği inşa etmeye ant içmiş devrimci yüreklere yürünmesi gereken bir yol bıraktılar. Üstelik doğruları ve yanlışlarıyla deneyimlerle dolu bir yoldur bu.
İleriye doğru yol almanın en tutarlı davranışı geriye dönüp bakmak ve doğru temellerde adım atabilmektir. Bugün kapitalizmin tarihsel krizi insanlığa dinmeyen acılar yaşatıyor. Dünyanın her yerinde işçi sınıfı aynı çaresizliği hissediyor. Yoksullukla, felâketlerle, savaş ve ölümlerle yüz yüze olan milyonlar bir umut kapısı arıyorlar. Artık katlanılmayacak koşullara isyan eden milyonlar dünyanın pek çok yerinde sokaklara çıkıyor ve o veya bu biçimde bu düzeni istemediklerini haykırıyorlar. Bu düzenden bıkan ama henüz sesini çıkarmaya cesaret edemeyenlerin sayısı ise kuşkusuz daha fazla. Toplumda açığa çıkmayı bekleyen büyük bir değişim arzusu mayalanıyor. Kapitalizmin yoluna olağan devam edemeyeceği ve dünyayı her geçen gün daha karanlık zamanlara götüreceği ise ortada. Burjuva efendiler dün olduğu gibi bugün de sistemlerine sımsıkı sarılmaya, onun ilelebet yaşaması için yeni soluklar aramaya devam ediyorlar.
Burjuvazi tarihsel görevini canhıraş yerine getirmekle meşgulken, kapitalizmin geldiği son noktada insanlığın ve dünyanın geleceğinin enternasyonalist devrimci örgütün yaratılmasına bağlı olduğu gerçeği sınıf devrimcilerinin önünde acil bir görev olarak duruyor. Kaybettiğimiz devrimci önderlerimizi anmanın en iyi yolu onlardan devraldığımız mirasa layıkıyla sahip çıkmaktır. Onların tamamlamaya ömürlerinin yetmediği yolu kendi tarihsel deneyimleri ışığında işçi sınıfının devrimcileri yürüyecektir, biz yürüyeceğiz!
link: İstanbul/Avcılar’dan bir kadın işçi, Ardında Yürünecek Şanlı Bir Yol Bırakanlar , 23 Ocak 2024, marksist.net/node/8175
Devrimci Önderlerimiz Yolumuzu Aydınlatıyor
Her birini Ocak ayında kaybettiğimiz devrimci önderlerimiz Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Lenin, Mustafa Suphi kendi yaşadıkları dönemde olduğu gibi bugünün devrimcilerine de ışık tutuyor ve sınıfsız bir gelecek için bizlere yol gösteriyorlar.
Tarihsel öncülerimiz işçi sınıfının kapitalizme karşı vereceği mücadelede göğüsleyeceği zorlukları bilerek, gerek yaşamları ile gerek fikirleri ile önemli bir miras bırakmıştır. İşçi sınıfının devrimcileri olarak bu yolda ilerleyerek, dünya ölçeğinde örgütlenerek kapitalizmi alaşağı edebiliriz. Bunun için ihtiyacımız olan devrimci bir önderliktir. Şu an dünyamızda yaşanan savaşların, felâketlerin tüm sorumlusu kapitalist sistemdir. Tüm felâketler kapitalizmin bağrında yatan çelişkilerden kaynaklıdır. Bu çelişkiler bir yandan işçi sınıfını derin bir yoksulluk, açlık ve bin bir türlü zorlukla karşı karşıya bırakıyor, bir yandan kapitalizmin mezar kazıcılarını yaratıyor.
Kapitalizm yarattığı çelişkilerle kendi kendine yıkılacak değildir elbet. Örgütlü işçi sınıfının ve devrimci bir örgütün öncülüğü olmadan kapitalizm yıkılamaz. Rosa Luxemburg’un dediği gibi, “ya barbarlık ya sosyalizm” çağının içerisindeyiz. Devrimci önderlerimizin tarihsel deneyimlerinden süzdüklerimizle, onların bıraktığı teorik mirasla, bu yolda mücadele bayrağını daha da ileriye götürmek için elimizden geleni yapacağız. Yaşasın sosyalizm! Enternasyonalle kurtulur insanlık!
link: Gebze’den MT okuru genç bir metal işçisi, Devrimci Önderlerimiz Yolumuzu Aydınlatıyor, 23 Ocak 2024, marksist.net/node/8174
Komünist Enternasyonalin Bayrağını Geleceğe Taşıyacağız!
Sömürü ve esaret egemen olduğundan beridir, nice yürek eşitlik ve özgürlük için çarpmıştır bugüne dek. Aklı ve yüreğiyle gelecek güzel günleri düşleyen, onun için mücadele eden insanlığın yüz akıdır onlar. Bir de kitlelere yön vermiş; bütün varlığını, ruhunu devrimci mücadeleyle yoğurmuş ve bıraktığı mirasla daima hatırlayacağımız devrimci önderlerimiz vardır. Böylesi devrimci önderler adanmışlıklarıyla, fikirleriyle sosyalizm bayrağını daha ileriye taşımak için mücadele edenlere örnek olurlar. Ortalık karardığında yıldız, fırtınalar koptuğunda köklü bir çınardır onlar. Ocak ayında yitirdiğimiz Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Lenin ve Mustafa Suphi bizlere kılavuz olan, yol gösteren devrimci önderlerimizdir.
Büyük Ekim Devriminin önderi Lenin, emperyalist çağın savaşlar ve devrimler çağı olduğunu söylemişti. Gerçekten de, geçtiğimiz yüzyılda yaşananlar egemenlerin kendi menfaatleri için milyonlarca insanı savaş cehenneminin içine atmaktan geri durmayacağını göstermiştir. Devrimci işçi sınıfının önderleri ise işçi sınıfının egemenlerin haksız savaşlarında yerinin olmadığını, asıl savaşın egemenlere karşı verilmesi gerektiğini haykırıyor, gelecek büyük devrimler için mücadeleyi ilmek ilmek örüyordu.
Almanya işçi sınıfının yiğit önderlerinden Karl Liebknecht, Alman hükümetinin emekçi kitleleri içine itmek istediği savaşın asıl niteliğini teşhir ediyor ve “Asıl Düşman İçerde!” başlıklı yazısında işçilere şöyle sesleniyordu: “Alman halkının baş düşmanı Almanya’dadır: Alman emperyalizmi, Alman savaş partisi, Alman gizli diplomasisi. Alman halkı, kendi emperyalistlerine karşı mücadele eden diğer ülkelerin proletaryasıyla birlikte, içerdeki bu düşmanı politik mücadeleyle alt etmelidir.” Enternasyonal sosyalizmin en büyük savaşçılarından olan Rosa Luxemburg, devrimci fikirlerin yaygınlaşması için mücadele ederek ve bulunduğu her alanda enternasyonal bilinci aşılamaya çalışarak geçirdi hayatını ve bu yolda hiç kaçınmadan yaşamını yitirdi. Devrim rüzgârları tüm dünyayı sarsarken Mustafa Suphi ve yoldaşları Anadolu’da Bolşevik bir örgütlenme yaratmak ve komünist enternasyonal bilincin bu topraklarda yeşermesi için mücadele ediyordu. Bolşevik örgütlenmenin lideri Lenin ise “Rus işçi sınıfının hareketi, karakteri ve hedefi itibariyle tüm ülkelerin işçi sınıfının uluslararası hareketinin bir parçasıdır” diyerek proleter bir dünya devrimi hedefini ifade ediyordu.
Bizler de bugünün genç işçi kuşakları olarak onların bize bıraktıkları mirası, komünist enternasyonal geleneği gururla sahipleniyoruz. Böylesi önemli devrimcilerin yaşamlarını ve mücadelelerini öğrenmek, dersler çıkarmak ve bunları geleceğe aktarmak için mücadele ediyoruz. Burjuvazinin cellâtları onları aramızdan alsalar da bizlere bıraktıkları devrimci ruh mücadelemizde yaşıyor ve hep yaşayacak. Liebknecht’in dediği gibi: “Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik… Çünkü Spartaküs, proletaryanın devriminin ateş ve aklı demektir; o, proletaryanın devriminin yüreği ve ruhu; irade ve özlemi demektir. Ve Spartaküs, sınıf bilinçli proletaryanın tüm kararlılığı ve mutluluk özlemi demektir. Çünkü Spartaküs, sosyalizm ve dünya devrimi demektir. …bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. Her şeye rağmen!”
link: Gebze’den MT okuru gençler, Komünist Enternasyonalin Bayrağını Geleceğe Taşıyacağız! , 21 Ocak 2024, marksist.net/node/8171
Devrimci Önderlerimizin İzinden, Daima Hedefe Doğru!
Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi… Farklı ülkelerden, Rusya, Almanya ve Türkiye’den boy vermiş dört koca çınar. Aynı davanın, sömürüsüz dünya mücadelesinin unutulmaz dört büyük komünist önderi… Kavgamızda daima birer yol gösterici ve öğretmen olan devrimci önderlerimizi her Ocak ayında, ölüm yıldönümlerinde bir kez daha anıyoruz. Bizimkisi bir yas değil, onların her bir anı önemli dersler içeren yaşamlarını zihinlerimize nakşedip, öfkemizi ve inancımızı bilemektir. Rosa, Liebknecht ve Mustafa Suphi’yi katledenler, mücadeleden koparanlar sandılar ki vurmaz artık kalbimiz kederinden. Yanıldılar! Kalbimiz sınıfsız bir dünya özlemiyle yine çarpıyor, kalbimiz yine çarpacak!
Dünyanın savaşlarla çalkalandığı, baskı ve zorbalığın hüküm sürdüğü dönemlerdi. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı dünyanın üzerine cehennem gibi çökmüştü. Halklar açlık ve sefalet içinde kıvranıyordu. Üstelik II. Enternasyonal dünya işçi sınıfına ihanet ederek savaşı destekleme kararı almıştı. Sürgünler, ihanetler, acı ve yıkım. Kulakları sağır eden savaş tamtamları arasından “Asıl düşman içerde, silahları burjuvaziye yönelt!” haykırışını yükselten Rosa ve Liebknecht, II. Enternasyonalin ihanetini teşhir ederek dünya halklarına gerçek bir enternasyonali, Komünist Enternasyonali armağan etme iradesini gösteren ve tarihin ilk muzaffer işçi devrimine önderlik eden Lenin, Anadolu topraklarına Ekim Devriminin rüzgârını taşımak için canını ortaya koyan Mustafa Suphi ve yoldaşları… Onlar karanlığa teslim olmadılar. Aksine artan çelişkilerin ve kaosun büyük isyanlara ve devrimci dönüşümlere gebe olduğunu biliyorlardı ve o günlere hazırlık yapıyorlardı. Bu yüzden her biri unutulmaz birer komünist önder olabildiler.
Bu büyük önderler yaptıklarıyla, söyledikleriyle işçi sınıfının mücadele tarihinde öylesine büyük izler bıraktılar ki, ölümlerinin üzerinden bir asır geçse de devrimci mücadelenin her bir neferinin yüreği onlarınkiyle aynı özlemle atıyor. Kulaklarımızda hâlâ onların sözleri çınlıyor, o sözler hâlâ bilincimizi ve yaşamımızı şekillendiriyor. Bıraktıkları miras yolumuzu aydınlatıyor.
Tarih tekerrür etmez ama kafiyelidir der Amerikalı yazar Mark Twain. Dünyamız yeniden savaşlarla, krizlerle çalkalanıyor. İşçi sınıfı sefalet içinde, burjuvazinin yalan bombardımanı altında bir yaşam sürüyor. Dünya yok oluşa sürükleniyor. Koşullar zorlu ama insanlığın kurtuluşu mücadelesine adanmış sınıf devrimcileri bilir ki, bu onurlu mücadeleyi başarıya ulaştırmak için canını dişine takmaktır aslolan. İğneyle kuyu kazarcasına işçi sınıfı içinde boy verip zamanı devrime ayarlamaktır. Sınıfımızın büyük önderleri bu zorlu koşullarda takip edilmesi gerekilen yolu bizlere gösteriyorlar. Bize düşen onların adımlarını takip ederek, varılacak hedefe kilitlenmektir.
link: İstanbul’dan bir emekçi kadın, Devrimci Önderlerimizin İzinden, Daima Hedefe Doğru!, 19 Ocak 2024, marksist.net/node/8169
Selam Olsun Yolumuzu Aydınlatanlara!
Karanlık zamanlardan geçiyoruz. Dünyanın tamamına hâkim olan kaotik bir sürecin tam içinde bulunuyor insanlık. Üçüncü Dünya Savaşı devam ederken ve her gün şiddetlenip yeni cepheler kurulurken bu ateş çemberinin içinde bulunan insanlar ölüyor, sakat kalıyor, yerinden yurdundan oluyor. Kapitalizmin yarattığı sorunlar büyümüş ve hepsi birer krize dönüşmüş durumda. Yaratılan krizlerin bedelleri ise egemenler tarafından işçi sınıfına ödettiriliyor. Depremler sonucu yıkılan on binlerce ev ve ölen yüz binlerce insan, büyük yıkımlara sebep olan seller, savaşlarda ölen yüz binler, yerlerinden edilen ve göç yollarına sürülen milyonlar… İnsanlık adeta dizleri üstüne çöktürülmüş durumda. Bugün bu olayları görmezden gelmek, kulak tıkamak veya umursamamak mümkün mü? Fakat örgütsüz olan, dolayısıyla geçmişiyle bağları kopuk olan işçiler yaratılan bu kaotik ortamda savrulup duruyor.
Ömürlerinin baharında olan gençlerde de durum farklı değil. Burjuvazi özellikle de gençlere yönelik yaptığı propagandayla, onlara yaşanan olaylar karşısında kör, sağır ve dilsiz olmalarını telkin ediyor. Daha iyi bir gelecek için çok çalışmalarını, kendilerine idol olarak şu ya da bu CEO’yu veya patronu örnek almaları gerektiğini söylüyor. Çelişkiler içine hapsolan gençlerin beyinleri dumura uğratılıyor. Öte yandan okul sıralarından itibaren milliyetçi, devletçi bir ideolojinin zerk edildiği gençlerin zihni, burjuva sınıfın resmi tarihiyle, çarpıtmalarla, yalanlarla dolu bir tarihle dolduruluyor. İşçi sınıfının gençleri sınıf mücadelesine dair tek bir satır okuyamıyor, kendi tarihlerinden bihaber yaşıyorlar. Aksine sınıf mücadelesi tarihi “terör” olarak belletiliyor gençlere. “Sosyalizm”, “komünizm”, “işçi sınıfı” gibi kavramların içi boşaltılıyor ya da öcüleştiriliyor.
Durum böyle olduğu için gençler eğer sosyalist bir örgütle temas etmezse büyüdükleri topraklarda, kendi sınıfının mücadelesine dair tek bir bilgiye ulaşamazlar. Aslında kapitalist efendilerin istediği tam da budur. Amaçları sınıfımızın önderlerini ve onların çizmiş olduğu mücadele yolunu öğrenmemizin ve o yolda yürümemizin önüne geçmektir. Çünkü egemenler, işçi sınıfı ve onun gençliğinin topyekûn bu mücadele hattına atıldığında, örgütlendiğinde neler olacağını çok iyi biliyor. Bu yüzden işçi sınıfı gençliğinin gerçek tarihini unutması için tüm yollara başvuruyorlar.
Özetle, bugün işçi sınıfı ve onun gençliği alabildiğine örgütsüz ve savunmasız. Fakat bizim geçmişimiz bugün yaratılan bu kaotik ortamı tersine çevirmemiz ve bu düzeni sahiplerinin başına yıkmamız için yeterince deneyime, hayatını bu mücadeleyi var etmek için adayan onlarca yürekli insana sahip. Ocak ayı içerisinde hayatını kaybeden Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht bugün bizim yolumuzu aydınlatan devrimci önderlerdir. Burjuvazinin tüm saldırılarına rağmen bizlere yol göstermeye devam ediyorlar, edecekler.
İşçi sınıfının gençliği olarak Lenin, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi devrimci önderlerimizi, Kemalist önderliğin Karadeniz’de boğdurduğu Mustafa Suphi ve yoldaşlarını asla unutmamalıyız. Tarihsel krizin derinleşmesiyle birlikte genetik bir korku taşıyan burjuvazi işçi sınıfını bugün için bir tehdit olarak görmese de devrimci önderleri ve onların çizdiği mücadele hattını marjinalleştirmeye, küçültmeye ve taş devri meseleleri gibi eskimiş olarak göstermeye çalışıyor. Böylece bugünün genç kuşaklarıyla devrimci önderleri ve onların fikirlerini olabildiğince birbirinden uzak tutmaya çalışıyor. Çünkü ödü kopuyor. Fakat korkunun ecele faydası yoktur; burjuvazi her ne kadar sınıfımızın önderlerini unutturmaya, bizlerden uzak tutmaya çalışsa da toprak tohumla buluşmuştur bir kere.
İnsanlık tüm birikimi ile geldiği bugünkü durumda bir yol ayrımında duruyor ve önünde iki yol var: Ya burjuvazi kazanacak ve tüm dünya barbarlığa sürüklenecek ya da dünya işçi sınıfı kapitalizmi yıkacak ve komünist toplumu inşa edecek. Bizler devrimci önderlerimizin bize bıraktığı mücadele mirasını sahiplenmeye ve onu yarına taşımaya çalışan genç işçileriz. Günün karanlığından da burjuvazinin saldırılarından da korkmuyoruz, yılmıyoruz. Yolumuzu aydınlatan önderlerimizden aldığımız güçle yarının güzel günlerine inançla ve umutla yürüyoruz, yürüyeceğiz. Selam olsun yolumuzu aydınlatanlara!
link: İstanbul’dan genç bir işçi, Selam Olsun Yolumuzu Aydınlatanlara!, 17 Ocak 2024, marksist.net/node/8166
Yaktıkları Meşale Bugün Bizim Ellerimizde!
İlkbahar, yaz, sonbahar, kış, birer mevsimdir içinde ayları barındıran. Bazıları yakar kavurur sıcaktan, bazıları da dondurur soğuktan. Bazı aylar da vardır ki anlamlarla bütünleşmiştir adeta. Yaşananlar, yaşattırılanlar, belleğimizde bir bir sıralanırlar. Ocak ayı da içinde devrim tutkusunu taşıyan tüm devrimciler için sadece yılın bir ayından ibaret değildir. Öfkedir, inançtır, saygı ve özlemdir aynı zamanda. Daima birer yıldız gibi parlayacak olanlarımızı, güneşe gömdüğümüz işçi sınıfının önderlerini hatırlatır. Lenin, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi ve yoldaşları…
Devrim mücadelesinde hayatlarını ortaya koymuş bu önderlerimizin inançları ve insanlığın kurtuluşu için verdikleri kavgaya sahip çıkıyoruz. Bugünün sınıf devrimcileri olarak onların mücadelelerinden, yaşamlarından öğrenmeye devam ediyoruz. Sınıfımızın en çetin kavga dönemlerinde kilit roller üstlenmiş ve sosyalizm bayrağını en yükseklere taşımış bu devrimci önderlerimizden bize miras kalan en önemli görev işçi sınıfının enternasyonal mücadelesini büyütmektir. Marksizmin özü olan Enternasyonal, dünya işçi sınıfının kurtuluşu demektir. Bugün dünyamız ekonomik ve siyasal altüstlüklerle, emperyalist savaşlarla, ekolojik krizlerle çalkalanıyor. Aradan geçen bunca yıl bir kez daha Marksizmi ve sosyalist dünya için mücadele eden önderlerimizi haklı çıkardı. Dört bir yanda savaş, dört bir yanda yıkım, açlık ve sefalet… On binlerce masum insanın katledildiği, milyonların savaştan, işsizlikten kurtulmak uğruna daha iyi bir yaşam umutlarıyla göç yollarına koyulduğu, ekolojik yıkımlarla büyük felâketlerin yaşandığı bir dünyada verdiğimiz mücadelenin ne kadar haklı bir dava olduğunu bir kez daha görüyoruz. Filistin cephesiyle emperyalist savaşın alevlerinin daha da harlandığı bu günlerde haksız ve gerici savaşlara karşı işçi sınıfını uluslararası mücadelesi ve dayanışması hayatidir. Bize düşen en büyük görev devrimci önderlerimizin kritik dönemlerde aldıkları tutumları, ısrarla savundukları doğruları hatırlamak ve onlara kararlılıkla sahip çıkmaktır.
Yaşamlarının son anlarına dek mücadelelerinden ödün vermeyen, burjuvazinin ve hainlerin tüm savaş çığırtkanlığına karşı işçi sınıfını, “Asıl düşman içerde, silahları burjuvaziye yönelt!” şiarıyla kapitalizme karşı mücadeleye çağıran Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg... Emperyalist savaşta, “anavatan savunusu” üzerinden sosyalistlerin politik olarak savaşı desteklemesi gerektiğine dair yapılan ajitasyonlara “Hayır! Parti bunu yapmamalı, bunu yapmaya hakkı yok. Burada söz konusu olan şeyin savaş olması nedeniyle değil, fakat gerici bir savaş olması, dünyayı yeniden paylaşmak isteyen köle sahipleri arasındaki bir it dalaşı olması nedeniyle.” ifadeleriyle akla karayı açıkça belirten Lenin… Komünist Enternasyonal’in ruhuna sadık, “İşçilerin kurtuluşu yerel ya da ulusal değil, uluslararası bir sorundur” savunusunu yükselten, Türkiye’de Marksist geleneğin savunucuları Mustafa Suphi ve yoldaşları…. İşte onların bu net ve doğru tutumları bugünün sorunları karşısında tüm çarpıtmalara karşı Marksizmin özünü tertemiz ortaya koyuyor. Bizim geleneğimiz onların mücadelesidir, Marksist tutumlarıdır.
Karanlık ve çetin mücadele dönemlerinde onların yaktığı meşale hem yolumuzu aydınlatmalı hem de yüreğimizdeki ateşi daha da harlayıp alazlandırmalıdır. Bizler yüreklerinde devrim aşkıyla, sosyalizm mücadelesiyle yanıp tutuşanlar olarak ne önderlerimizi unutacak ne yas tutup karalar bağlayacağız! Tıpkı onların yaptığı gibi sınıfsız sömürüsüz bir dünya için son nefesimize kadar mücadele edeceğiz. Sosyalist dünya devrimi yolunda mücadele eden başta önderlerimiz olmak üzere tüm devrimcileri saygı ve özlemle anıyor, bıraktıkları meşaleyi yakmaya devam edeceğimize bir kez daha söz veriyoruz.
link: İstanbul/Avcılar’dan bir grup emekçi kadın, Yaktıkları Meşale Bugün Bizim Ellerimizde!, 14 Ocak 2024, marksist.net/node/8164
İşçi Sınıfı Örgütlüyse Her Şeydir, Örgütsüzse Hiçbir Şey!
Kapitalist sistemin yaşadığı kriz günden güne derinleşmekte ve yıkıcılaşmaktadır. Yaşanan krizle bağlantılı olarak neredeyse bütün taşlar yerinden oynamakta ve bu sistemin topluma açlık, gözyaşı, kriz ve savaşlardan başka bir şey veremeyeceği iyice ayyuka çıkmaktadır.
Özellikle 90’lı yıllar öncesi, burjuvazi ve onun temsilcilerinin ağızlarında sakız ettikleri, her olumsuz şeyin sorumlusunun SSCB olduğu idi. SSCB adeta bir günah keçisi ilan edilmiş ve olumsuz olan ne varsa oraya fatura edilmiş, kitlelerin gözünde adeta bir öcü yaratılmak istenmişti. SSCB’nin çöküşü ve kapitalist sistemin tek başına kalmasıyla birlikte gerçekler tüm çıplaklığıyla ortalığa saçılıverdi. O gerçekler ise, kapitalist sistemin insanlığa hiçbir şey veremeyeceği, üretici güçlerin ve insanlığın gelişimi önünde büyük engel olduğudur.
Rakipsiz kalan kapitalist sistem, kendi işleyiş yasaları gereği tüm dünyada otoriterleşmenin önünü açmış, militarizmi alabildiğine körüklemiş, yeryüzünü bir savaş cehenneminin kucağına bırakıvermiştir. İşte böylesi çalkantılı ve yeniden paylaşım savaşlarının devam ettiği bir süreçte, işçi sınıfının devrimci mücadelesine duyulan ihtiyaç daha bir can yakıcı hale gelmiştir.
Bu durumda tarihsel deneyim devreye giriyor. 1917 Şanlı Ekim Devrimi ve onun devrimci partisi, sınıfsız bir dünya isteyenlere ışık tutuyor. Sınırsız ve sınıfsız bir dünyanın inşası için her türlü zorluğa karşı, mücadeleyi örgütleyen devrimci önderlikler vardır. Ömrünü sosyalizm mücadelesine ve onun öncü komünist örgütünün inşasına adayan işçi sınıfının devrimci önderleri olan Lenin, Rosa, Karl Liebknecht, Mustafa Suphi, geride paha biçilemez bir miras bırakmışlardır. Bu miras özünde, emperyalist savaşa, ulusal soruna, kadın sorununa, ayrıca sosyalist bir mücadelede Bolşevik bir örgütlülüğün nasıl olacağı konusunda muazzam derslerle doludur.
Bugün dünya işçi sınıfı acı deneyimleri ile görüyor ki, kapitalizmin kokuşmuş düzeni insanlığı tam bir felâkete sürüklüyor, savaşı ve militarizmi körükleyerek insanlığa yaşam hakkı tanımıyor. İşte bu koşullarda egemenler her fırsatta işçi sınıfının devrimci önderliklerine saldırmaktan da geri durmuyorlar. Marksist geleneğinin savunucuları olarak, kapitalizme karşı mücadeleyi nasıl ki boynumuzun borcu biliyorsak, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde yaşamını yitiren komünist önderlerimizin mirasına sahip çıkmayı da boynumuzun borcu olarak görüyoruz. İşçi sınıfı örgütlüyse her şeydir, örgütsüzse hiçbir şey!
link: İstanbul/Esenyurt’tan bir metal işçisi, İşçi Sınıfı Örgütlüyse Her Şeydir, Örgütsüzse Hiçbir Şey!, 14 Ocak 2024, marksist.net/node/8163
Devrimci Önderlerimizi Enternasyonalist Mücadelemizde Daima Yaşatacağız!
Ocak ayında yitirdiğimiz devrimci önderlerimizden Lenin’in ölümünün 100. yılındayız. İlk muzaffer işçi devriminin önderi olarak tarihe geçen Lenin, hayata gözlerini yumduğu 21 Ocak 1924’e dek, insanlığın esaretten kurtuluşu mücadelesine adadığı devrimci yaşamıyla kavga neferlerine, biz devrimci gençlere ilham ve feyiz kaynağı olmayı sürdürüyor. Teori ve pratiğin örgütlü birliğinin canlı bir örneği olarak Lenin, devrimci Marksizme katkıları ve haklı olarak kendi adıyla anılan örgüt anlayışıyla yolumuza ışık tutmaya devam edecektir.
Bu noktada bizlere bıraktığı en önemli vasiyet, şüphesiz, dünya devrimi hedefinden şaşmayarak enternasyonalist devrimci çizginin takipçisi olabilmektir. Ne mutlu bizlere ki, kapitalist barbarlığa karşı mücadelemizi Marx ve Engels’in teorik ve pratik temellerini döşediği, Lenin önderliğindeki Bolşevik devrimcilerin Ekim Devrimiyle taçlandırdıkları, Rosa, Liebknecht ve Troçki’nin uğruna can verdiği bu köklü geleneğin sancağı altında yürütüyoruz.
Sadece Lenin değil, Ocak ayında yitirdiğimiz diğer devrimci önderlerimiz de devrimci yaşamları ve ölümleriyle mücadelenin ilerlemesi ve nihai hedefine ulaştırılabilmesi için hem yerel hem de evrensel ölçekte devrimci partinin varlığının ne denli hayati olduğunu bizlere göstermişlerdir. Tarihsel kronolojiyle ifade edecek olursak, 1918-19 Alman Devrimine önderlik eden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in Alman sosyal demokrasisinin ihanetiyle alçakça katledilmeleri, devrimci öncünün devrimin imdadına vaktinde yetişememesinin en kahredici örneklerinden biri olarak belleğimize kazınmıştır. Devrimin alevleri içerisinde, Komünist Enternasyonal’in parçası olacak Alman Komünist Partisinin kurulmasına öncülük etmeleri ve bu uğurda gösterdikleri cesaret ve devrimci atılganlık da onların devrimci kişiliklerinin bizlere bıraktığı en kıymetli armağan olmuştur.
Dünya devrimi perspektifine bağlılıklarıyla Mustafa Suphi ve yoldaşlarının giriştikleri mücadele ve trajik ölümleri de yine bizler için her daim akılda tutmamız gereken tarihsel gerçeklere ışık tutmaktadır. Onları Karadeniz’in karanlık sularında boğduran bu devlet, bizlere burjuvaziye asla güvenmememiz gerektiğini bütün gericiliği ve vahşetiyle göstermiştir. Onların katledilişi TKP’nin başlangıçtaki devrimci çizgisinden uzaklaşması sürecinin de miladı olmuş, daha sonra gelen parti liderlikleri Suphi’lerin cellatlarına ilericilik atfedip methiyeler düzmüşler, reformizmin ve oportünizmin yoluna sapmışlardır.
Lenin’in ölüm döşeğinde Stalinist bürokrasiye karşı verdiği son mücadelesi, Rosa’ların katliyle simgeleşen Alman Devriminin yenilgisi, ardından gelişen karşı-devrimci sürecin faşizme ilerleyişi ve Onbeşlerin vahşice katledilmeleriyle birlikte Türkiye sosyalist hareketinin Kemalizmin ve Stalinizmin tahrifatlarıyla devrimci özünden kopartılışı… Bu tarihsel gerçekler Ocak ayında yitirdiğimiz devrimci önderlerimizin, neden geleneğimizin kilometre taşları olduklarını ve mücadele yürüttükleri tarihsel süreçlerde nasıl rollere sahip olduklarını çarpıcı bir biçimde göstermektedir.
Elbette onları anmak arkalarından ağıt yakıp yas tutmak olmadığı gibi, onları putlaştırıp cansız ikonlara çevirmek de değildir. Bize düşen, kavgalarından, adanmışlıklarından, devrimci fikir ve tutumlarından feyiz almak, hatalarından dersler çıkarıp bize miras bıraktıkları geleneği ileriye taşımak için ter akıtmaktır. Ancak inatla, sabırla, azimle çalışmaya devam ederek onlara olan borcumuzu bir nebze olsun yerine getirebilir ve başta burjuvazi olmak üzere onların katillerinden hesap sorabiliriz.
link: Ankara’dan genç bir işçi, Devrimci Önderlerimizi Enternasyonalist Mücadelemizde Daima Yaşatacağız!, 11 Ocak 2024, marksist.net/node/8161