Küçük-burjuva sosyalizmi, işçi sınıfının devrimci ideolojisi olan Marksizmden uzlaşmaz çizgilerle ayrılır. Marksizm dışı sosyalizm anlayışı, dünyaya işçi sınıfının penceresinden bakamaz. Burjuva ideolojisinden kopamadığı için söylemde ne kadar keskin görünürse görünsün, burjuva muhalifliğin dar çerçevesini aşamaz. Sorunlar karşısındaki tepkisi sınıf doğasını ele verir. Burjuva ideolojisi olan milliyetçilik bu akımların en çaresiz hastalığıdır. Milliyetçi anlayış bu akımların hemen her soruna yaklaşımında kendini ele verir.
Burjuvaların ülkesi yağmalanıyor!
Türkiye’de Marksizm dışı sol akımların büyük bir kesiminin hemen hiç sorgulamadan kabullendikleri bir argüman var: “Özelleştirmelerle halkın malı yağmalanıyor.” Ulusalcı muhalefetin bu tespit çerçevesinde geliştirdiği siyasi talepler de, yine küçük-burjuva sosyalizminin milliyetçiliğiyle ve devletçiliğiyle damgalanmaktadır. Sol.org’da yer alan bir yazı, sözünü ettiğimiz devletçi anlayışın tipik bir örneğidir:
“Hangi sermaye gruplarının lobi sözcüsü olduğunu tam saptamak mümkün olmayan birilerinin hâkim olduğu parlamentolarda eller kalkıyor, eller iniyor. Her el kaldırışla yeni bir soygun ve yağma yasallaşıyor. Aslında halkların malı olan ve devletin muhafaza etmekle yükümlü olduğu tüm değerler el değiştiriyor. Yeraltı, yerüstü kaynakları, fabrikalar, her türden işletmeler... Halkın hizmetinde olması gereken devletin üstüne düşen toplumsal görevler... Sağlık, eğitim, enerji, her alandaki iletişim sistemleri, posta hizmetleri, toplu ulaşım, demiryolları, su, kanalizasyon, belediye hizmetleri... (Galiba hepsini saymaya sabrım yetmeyecek.) Tüm bu görevleri başarabilmek için devlete emanet edilmiş değerler, sucuk dilimlercesine parça parça (yasal olarak) yağmalanıyor, (yasal olarak) gasp ediliyor ve bir takım sermaye gruplarının mülkiyetine devrediliyor.” (Cemil Fuat Hendek, Hırsızı Yakalayın)
Görüldüğü üzere küçük-burjuva sosyalizmi burjuva devlet mülkiyetini halkın mülkiyeti olarak görüyor. Daha da kötüsü burjuva devlete halkın malını muhafaza etme misyonu biçiliyor. Hatta halkın kendi ortak mallarını devlete emanet ettiği iddia ediliyor. Hükümete yönelik muhalefet ise, bu emanetlere hıyanet edildiği söylemi üzerinden şekilleniyor. Bu algılayışın ardında kapitalizmin ideolojik bir söylemi yatmaktadır. Kapitalist devlet kendisini tüm ulusun, tüm halkın devleti olarak pazarlar. Burjuvazi bu yalan üzerinden toplumsal meşruiyet sağlamaya çalışır. Kapitalist ideologlar “devlet mülkiyeti” ile “kamu mülkiyeti” kavramlarını aynı anlamda ve birbirlerinin yerine kullanırlar. Ulusalcı reformist anlayış da bu tezler üzerinden hareket etmektedir. Oysa devletin tüm halkın temsilcisi olduğu ve devlet mülkiyetinin de tüm halkın mülkiyeti olduğu iddiası burjuvaziye aittir.
Marksistler ise devletin bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenlik aracı olduğunu söyler. Kapitalist devlet burjuvazinin devleti olduğuna göre, kapitalist devletin mülkiyeti de burjuvazinin ortak mülkiyetidir. Ancak burjuvazinin bütünü bu ortak mülkiyetlerinden eşit bir biçimde nasibini alamaz. Büyük burjuvazinin, yani dev tekellerin kapitalist devlet üzerinde diğer burjuva kesimlerle kıyaslanamayacak ölçüde daha güçlü bir etkinliği ve belirleyiciliği vardır. Dolayısıyla büyük burjuvazi devlet teşviklerinden ve kredilerden çok daha büyük bir pay alır. Özelleştirmeler söz konusu olduğunda, parsayı en büyükler ve hükümetlerle en sıkı ilişki içinde olan sermaye grupları paylaşır. Küçük-burjuvazi ise “ortak değerlerimiz peşkeş çekiliyor” diye feryat eder. Bu feryadın siyasetini formüle eden küçük-burjuva aydınların bir kesimi kendilerini “sosyalist” olarak tanımlar. Büyük burjuvazinin açgözlülüğünden ve devletin hep o büyükleri kayırmasından şikâyet eden küçük-burjuva aydın, sosyalizan soslara bulandırılmış söylemlerle işçi sınıfını ve yoksul halk kesimlerini kendi arkasına takmaya çalışır. Böylelikle büyük burjuvazinin güç ve etkinliğine karşı halkı da arkasına alarak muhalefet edecektir. Onun kafasındaki ideal devlet, tüm sınıflara karşı eşit mesafede durabilecek, büyük burjuvaziyi kayırmayacak hatta yok edecek, tüm halkın ortak çıkarlarını gözetebilecek bir devlettir. Şayet küçük-burjuvanın “sosyalist” örgütü parlamenter yolla, halk ayaklanmasıyla ya da bir askeri darbeyle başa geçerse; partinin, devlet aygıtının (ya da bürokrasinin) otoritesi tüm sınıfların üzerinde yer alırsa ve büyük burjuvazinin mülkiyeti devletleştirilirse (buna da kamulaştırma hatta toplumsal mülkiyet diyor küçük-burjuva sosyalistleri) işte o zaman bu küçük-burjuvalar da hayalini kurdukları tipte bir “sosyalizm”e kavuşmuş olurlar. Libya’daki Kaddafi veya Venezuela’daki Chavez rejimlerine ya da Stalinist bürokratik diktatörlüklere sosyalizm diyerek sahip çıkan, bu rejimleri “ilerici” addeden siyasetlerin temelinde küçük-burjuvazinin bu sınıfsal doğası ve özlemleri yatar.
Hayallerinin devleti!
Aydınlar içerisinde küçük-burjuva muhaliflerin sayısı hiç de az değildir. Bunların ideolojik-siyasal etkisi öylesine yaygındır ki, gerçekte kapitalist devletin sınıf doğasını bilen, Marksizmi referans alan, hatta işçi sınıfının devrimci mücadelesini temel almaya çabalayan akımlar bile şu ya da bu ölçüde küçük-burjuva sosyalizminin etkisi altında kalmaktan kendilerini kurtaramıyorlar. Dolayısıyla günümüzde, Marksizm ile küçük-burjuva sosyalizmi arasında salınan, “merkezci” tabir ettiğimiz akımların Marksist fikirler ile küçük-burjuva sosyalizminin fikirlerini bir arada savunabilmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Sadece Marksizmin ışığında ideolojik-teorik netlik zeminini yaratabilenler, işçi sınıfının devrimci ideolojisinin tutarlı bir temsilini üstlenebilmektedir. Küçük-burjuva sosyalistlerinin kafasındaki çarpıklığı ibretle okumaya devam edelim:
“Araya sokuşturulan ve sıradan insanların gözünü kamaştıran yarısı yalan laf çok. Say gitsin: “rasyonel yönetim”, “efektif üretim”, “mal/hizmet-kalite-fiyat eşitliği” falan filan… (…) Sanki bu işletmeler devlet mülkiyetinde olduğunda bunlar başarılamazmış gibi. Bu arada kimseye de şu soruyu sorma hakkı tanınmıyor? ‘Siz ne hakla bu işletmelerin maliyet-kâr hesabını sadece ve sadece kâr elde etmek üzere çalışan özel sektörle karşılaştırırsınız?” (agm)
Burada, kapitalist devletin de elindeki kaynakları tıpkı özel girişimciler gibi rasyonel yönetebileceği söyleniyor. Bu doğru. Kapitalist piyasanın koşullarına uygun olarak işçi sınıfını acımasızca sömürebilir. İş cinayetleriyle işçileri katledebilir! Kapitalist üretimde rasyonalite, verimlilik, kârlılık, piyasa rekabetinin gerekleri gibi esaslardan hareket eder. Tam da bu yüzden ister özel girişim ister devlet olsun, kapitalistler işçi sınıfının çalışma koşullarını ağırlaştırır, çalışma saatlerini uzatır; işçi sınıfını sefalete, güvencesizliğe hatta iş cinayetlerine sürükler. Ancak küçük-burjuva sosyalisti tam da bu noktada rasyonalitenin anlamını çarpıtarak yine devleti aklamaya girişir. Güya devlet, elindeki üretim araçlarını özel girişimci gibi kâr güdüsüyle işletmemektedir. Yine karşımıza küçük-burjuva sosyalistlerinin hayallerindeki devlet çıkmaktadır.
Ordusunu da, donanmasını da, devletini de…
Kapitalist devlet mülkiyetini savunmanın mantıksal sonuçları, ister istemez işçi düşmanlığına kadar varmaktadır. Küçük-burjuva sosyalisti işçi sınıfını sömüren kapitalist devleti aklayıp paklayabiliyor.
Küçük-burjuva sosyalisti özelleştirmeler sonucu büyük sermayeye kaptırdığı “ortak değerleri” bakın nasıl yâd ediyor:
“Son yirmi beş yıl içinde satışa çıkarılan devlet malları ve işletme haklarının 42 milyar ABD Dolarını aştığı söyleniyor. 1985-2002 arasındaki on yedi yılda bunun sadece 8 milyarlık bölümü gerçekleştirilmiş. 2003-2011 yılları arasındaki sekiz yıl içindeyse bunun dört mislinden fazlası, 34 Milyar ABD Dolarlık devir yapılmış. PETKİM’ler, Erdemir’ler, telekomünikasyon, TEKEL işletmeleri, bankalar, enerji üretim ve dağıtımı alanında ne varsa... say sayabildiğin kadar. Doğru ya, kapitalizm koşullarında her şeyin fiyatı vardır ve her şey satılıktır. Parayı bastıran alır. Ama satılan mal halkın malıymış. Kim dinler? Sermayenin lobi sözcüleri, doluştukları meclislerde ellerini kaldırıp indirerek tüm değerleri “babalar gibi” sattılar; hala satmaya devam ediyorlar. Madenlerin, otoyolların, köprülerin, deniz ve hava limanlarının işletme haklarını... Tatlı su kaynaklarını, nehirleri, gölleri... Hatta ordusunun, donanmasının silah, teçhizat ve mühimmatının üretimini ve satışını...” (agm)
Devlet malına “halkın malı” diyen, satılan her devlet mülkünün ardından ağıtlar yakan küçük-burjuva sosyalisti, ülkesini ve devletini sahiplenirken elbette onun baskı aygıtlarının, ordusunun ve donanmasının silah ve mühimmatını da düşünmek zorundadır. Devlet, ordusunun silahını ve külahını kendi mülkiyetindeki fabrikalarda üretemiyorsa, küçük-burjuva sosyalisti bunun derdine de yanacaktır:
“Hiç durmadan, yorulmadan ve bıkmadan haykıracağız: ‘Ey, halkım! Bu ülkede özelleştirme adı altında yağmalanan ne varsa, aslında senin malındır! Malına sahip çık!’ diyeceğiz. Haykırmak yetmez. Bu soyguna son vermenin yollarını ve varılacak hedefi de göstermek; bunu gerçekleştirebilmek için harekete geçmek üzere yığınları bir araya getirmek gerekiyor.
Ve bunu başardığımız gün... O gün bu yağmaya son verilecek. Kendi malına sahip çıkan insanlar kendi madenlerinde, fabrikalarında, her türden işletmelerinde elbirliğiyle, canla başla ve güvenle çalışarak üretecek... Üretimden hak ettiği payı alarak refah içinde yaşayacak. Bunun adı Sosyalizm olacak.” (agm)
Küçük-burjuva sosyalistinin sosyalizm hayali bile, küçük-burjuva darkafalılığın sınırları içerisine hapsolmaktadır. “Devletleştirme” artı “bölüşüm alanında adalet ve sosyal refah” eşittir “sosyalizm.” Bu sosyalizm tasavvurunda işçi sınıfının payına düşen patronu durumundaki devlete güvenmek ve canla başla çalışmak. Küçük-burjuva sosyalisti, işçi sınıfı için ne istediğini gayet güzel özetlemiş. Biz daha ne diyelim!
Sosyalizm mi, devletçilik mi?
Küçük-burjuva sosyalistinin fikir dünyasında ulusalcılık ile devletçilik arasında da sıkı bir bağ vardır. Küçük-burjuva sosyalisti ülkesindeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yabancı sermaye tarafından işletilmesinden ve elde edilen kârın dışarı kaçmasından son derece rahatsızdır. Bu kaynakları yabancı sermaye yerine devlet kendisi işletmeli ve korumalıdır. Yerli büyük sermayedarlar da yeterince güvenilir değildir. Çünkü özel şirket, her an için işletmesini yabancı bir şirkete satabilir yahut devredebilir. Oysaki küçük-burjuva sosyalisti üretim sürecinde yaratılan artı-değerin başka (rakip) ülkelerin burjuvalarının cebine girmesinden de muzdariptir.
Sınıf bilinçli işçiler, burjuvaların işçileri sömürmelerinde küçük-burjuva sosyalistlerinin bir sakınca görmediğini anlarlar. Burjuvazinin yegâne amacının işçileri sömürmek ve yaratılan değere el koymak olduğunu bilen işçiler açısından, sırtlarından kazanılan paranın kimlerin cebine girdiğinin önemi yoktur. İşçilerin tepesindeki patronun kim olacağını seçmeleri onları özgürleştirmez. Köle sahibi yerli olmuş yabancı olmuş; özel girişimci olmuş, devlet olmuş; bilinçli işçiler bunlar arasında tercih yapmaya, herhangi birinin ardında saf tutmaya çağıranların ardından yürümez. Ücretli köleliği tamamen ortadan kaldıracak, sınıfın birliğini sağlayacak ve sınıfı burjuvaziye karşı mücadelede güçlü kılacak fikirlerin ardından gider. İşçilerin sömürülmesine karşı olmayan, sırtlarından kazanılan paranın devletin cebine gitmesini talep eden küçük-burjuva sosyalistleri bu devletin dümenini ele geçirmeye talip. İşçilere daha adil bir paylaşım ve sosyal refah vaat ediyorlar! İşçilerin yönetmeyeceği bir devlet için canla başla çalışmalarını bekleyen tüm dünyadaki sosyal demokrat partiler de işçileri böyle vaatlerle kandırmıştı. Mücadeleci işçiler bu soytarılığa artık itibar etmemeli. Özgürlüğünü kazanmak için bütün dünyadaki sınıf kardeşleriyle ve ezilenlerle birleşmeli, aynı yolda yürümeli. Gerek ulusal gerekse de uluslararası sermaye kendi çıkarları için bütün dünyadaki kaynakları yağmalıyor. Patronların devleti de her zaman bu işlerin içinde. Ne patronlardan ne de onların devletinden işçilere hayır yok.
“Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır.” (F. Engels, Anti-Dühring)
Yeraltı ve yerüstü kaynakları kapitalizmde tıpkı üretim araçları ve işgücü gibi, üretici güçler arasında yer alır.
Özel mülkiyete alternatif olarak devlet mülkiyetini önerenler, aslında işçi sınıfına kapitalizmin yok edilmesi gerektiğini söylememiş oluyorlar. Bilakis devlet, bir kez daha kutsanıyor. Doğadaki cevherin işçinin emeği sayesinde değişim değeri kazandığını açıklamayanlar, işçi sınıfının ne ölçüde sömürüldüğünü de gizlemiş oluyorlar. Oysa ısrarla vurgulamalıyız: Sermayenin kaynağı artı-değer yani işgücü sömürüsüdür. Tüm mallara değerini veren onun elde edilmesi için harcanan emek miktarıdır. Emek sömürüsü olmadan doğa durduk yerde artı-değer yaratmaz, sermayeyi büyütmez.
İşçi sınıfı açısından ulusal sermayenin kayırılacak hiçbir yanı yoktur. Hem yerli hem de yabancı kapitalist işçi sınıfını acımasızca sömürmekte, doğal kaynakları yağmalamaktadır. Çoğu durumda ulusal denilen sermaye gerçekte uluslararası sermayenin ortağı ya da bir parçasıdır. Her ülkenin egemen burjuvaları ve devletleri, bu sömürü ve yağma düzeninin parçasıdır. Her ülkenin işçi sınıfı kendi tepesindeki sermaye egemenliğini ve kapitalist devleti alt etme göreviyle karşı karşıyadır. Bu uğurda verilen mücadelenin kazanacağı her zafer dünya burjuvazisinin yenilgi, dünya işçi sınıfının kazanım hanesine işlenecektir.
“Doğal kaynakların yağmalanması” meselesinde ortaya konan küçük-burjuva argümanlar bir kez daha ortaya koymaktadır ki, enternasyonalist komünist bir siyaset izlenmeksizin kapitalizme karşı tutarlı bir muhalefet yürütülemez.
Doğayı sosyalizm kurtaracak!
“Kapitalist toplumda devletleştirme ya da özelleştirme, mülkiyetin özü açısından işçi sınıfı için alternatifleri temsil etmezler. Mülkiyet sorunu söz konusu olduğunda, işçi sınıfı açısından tek bir alternatif vardır, o da, bir devrimle kendi iktidarını kurarak, yani kendisini egemen sınıf olarak örgütleyerek, toplumsal mülkiyete giden yolu açmak üzere başlıca üretim araçlarına bizzat kendi devleti aracılığıyla kolektif olarak el koymaktır.” (Özgür Doğan, Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme)
Dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ve elbette insan emeğinin gözü dönmüş kapitalistlerce hunharca yağmalanması, işçi sınıfı iktidarı altında son bulacaktır. Üretim kâr amacından ve rekabet baskısından kurtulduğunda doğa ile insan ihtiyaçları arasında barışçıl bir denge kurulmaya başlanacaktır. Altın ve elmas gibi değerli madenler bankaların ve hazinelerin birikim aracı olmaktan kurtulacak; burjuvaların güç ve gösteriş aracı olmaktan çıkacaktır. Dolayısıyla, örneğin birkaç gram altın cevheri için binlerce ton toprağın siyanürle zehirlenmesi işlemi son bulacaktır.
Doğadaki cevherler kapitalist piyasanın ihtiyaçları için değil, planlı ekonomi altında insan ihtiyaçlarını gidermek için işlenecektir. Doğanın acımasızca tahrip edilmesinin zemini bu sayede yok olacaktır. Sadece işçi sınıfının iktidarı altında devlet mülkiyeti doğayı koruyabilir. Daha baştan sönümlenmek üzere kurulan işçi devleti, sınıflar ve sınıf savaşımlarıyla birlikte yok olacaktır. Bu süreç içerisinde işçi devletinin mülkiyeti de toplumsal mülkiyete dönüşecektir. İnsanoğlu sosyalizm altında kendi geleceğini yaratmaya başladığında doğa, üzerindeki tüm güzelliğiyle; toprak, içerisindeki tüm cevherleriyle birlikte dünya toplumunun koruması altına alınacaktır. Çünkü toplumsal mülkiyet altında üretim ilişkileri değişecek, doğa acımasızca sömürülecek bir kaynak olarak görülmeyecektir. Madenler, tarım alanları, ormanlar ve sular, değerlerini metaya katarak tükenecek birer üretim aracı olarak görülmeyecektir. Doğanın bir parçası ve ürünü olan insanoğlu kendi doğasıyla barışacaktır. Sadece insanın değil, tüm canlı yaşamın kaynağı olan toprak ve su, insan aklıyla ve emeğiyle, bilim ve teknolojiyle işlenecektir. Doğa, sermayenin çıkarları için tahrip edilmeyecek, kirletilmeyecek, yok edilmeyecek; bilakis tüm canlı yaşamın ve gelecek kuşakların emaneti olarak görülecektir. Doğanın, insan emeğinin ve teknolojinin uyumlu birlikteliği, “soframızdaki kedileri bile doyuracak” bolluk ve bereketin kaynağı olacaktır.
link: Zehra Aras, Küçük-Burjuva Sosyalistlerinin Devletçilik Hastalığı, 6 Ağustos 2012, https://marksist.net/node/7250
Enternasyonal Sorunu
Rüzgâr Eken Fırtına Biçermiş