IMF’nin 2016 yılı için büyüme beklentilerini düşürmesi ve dünya krizi hakkındaki yeni uyarıları; büyük kapitalist ekonomilerden ardarda gelen kötü ekonomik göstergeler; ABD Temsilciler Meclisinde kabul edilen “Terörizmin Sponsorlarına Karşı Adalet Yasası”nın ABD ile Suudi Arabistan arasında ciddi bir gerilim ortaya çıkarması ve yeni hukuksal-diplomatik krizlerin tohumunu ekmesi; ABD ile AB arasında mahkemelerin karşılıklı on milyarlarca dolarlık ceza kesmesiyle şiddetlenen ticaret savaşları; ABD-Japonya ikilisinin Çin’e karşı tırmandırdığı ticaret savaşının giderek sertleşmesi ve askeri boyutlar kazanma ihtimalinin güçlenmesi; Baltık ülkelerinde ve Ukrayna’da ABD-AB ile Rusya arasındaki gerilimin tırmanması; TC’nin Suriye’ye asker göndermesi; Musul’da başlayan savaş ve bunun daha da büyük savaşlara zemin hazırlaması…
Tüm bunlar, kapitalizmin tarihsel krizinin ve bu krizin doğurduğu emperyalist savaşın giderek şiddetlenip yaygınlaşma eğilimlerinin güçlendiğinin yeni işaretleridirler. Bunlara tüm dünyada esen siyasal gericilik rüzgârlarını, faşizan veya otoriter eğilimlerin güçlenmesini, burjuva demokrasisinin çürümüşlüğünü de ekleyelim. Liberaller ve burjuva ideologlar, barış, demokrasi, kalkınma ve refah lakırdılarını devam ettirseler de, dünyaya da Türkiye’ye de damgasını basan, savaş, faşizm ve ekonomik kriz oluyor. Son yıllarda yaşanan hiçbir gelişmeyi, krizin derinleşmesinden ve onun doğurduğu savaş ve faşizan atmosferden bağımsız düşünmek mümkün değildir.
Irak ve Suriye’yi kasıp kavuran Ortadoğu savaşı dünyanın tüm büyük güçlerini ve tüm bölgesel güçleri kendi girdabına giderek daha büyük oranda çekiyor ve tüm bu güçler giderek daha dolaysız bir şekilde sahaya iniyorlar. Ortadoğu savaşının, bir vekâlet savaşından, büyük güçlerin doğrudan karşı karşıya geldiği bir savaşa evrilmesine yalnızca birkaç adım kalmıştır. Rusya’nın sahaya inmesi bu açıdan en belirleyici dönüm noktası olmuşken, şimdi de TC kendisini doğrudan savaş alanına atmıştır.
Suriye: ABD-Rusya savaşı
Ardarda yapılan Cenevre konferansları, uluslararası zirveler, tebessümlü yüzlerle basın önünde verilen uzlaştık pozları, askeri ve siyasi koordinasyon kurulduğu açıklamaları, yürümeyeceği daha baştan belli olan ateşkes anlaşmaları vb. Tüm bunlar, Suriye’de yürüyen emperyalist paylaşım kavgasının üstünü örten diplomatik ikiyüzlülük şalından başka bir şey değildi. Geçtiğimiz yılın başında Cenevre konferanslarıyla Suriye’ye nihayet barışın geleceği hayalleri pompalanırken, bunun tümüyle bir aldatmaca olduğunu ve kısa sürede bu piyesin sona ereceğini söylemiştik. Öyle de oldu.[1] Ama Suriye topraklarında hesaplaşan büyük emperyalist güçler ve onların kavgasında kendine bir yer açmak isteyen bölgesel güçlerin ikiyüzlü barış ve insani dram söylemleri bitmek bilmedi. Aradan geçen sürede, müzakereleri tekrar canlandırma iddiasındaki tüm görüşmeler ya sessiz sedasız ya da büyük bir gürültüyle çöküverdi.
Gelinen noktada, son olarak, ABD ve Rusya askeri koordinasyonu sonlandırdıklarını açıkladılar, karşılıklı olarak birbirlerini daha yüksek perdeden suçlamaya başladılar. İki büyük güç arasındaki restleşmeler, ABD’nin Suriye’ye askeri müdahale seçeneklerini masaya yatırdığı haberlerinin basına sızdırılması, Rusya’nın Suriye’ye yeni füze sistemleri konuşlandırarak ABD’ye ve müttefiklerine (Türkiye de dâhil) açıkça gözdağı vermesi ve eğer bir saldırı olursa karşılığının ağır olacağını açıklaması gerginliğin artan boyutlarını sergiliyor. Kuşkusuz ki çeşitli görüşmeler, müzakereler, konferanslar, zirveler vb. devam edebilir ve edecektir. Ancak bunlar işin diplomatik maskesidir.
Gerçek, ortada düpedüz bir emperyalist paylaşım savaşının yürüdüğü ve bu savaşın taraflardan biri kendi üstünlüğünü diğerine açık olarak kabul ettiremediği sürece devam edeceğidir. Bu gerçekleşmediği sürece “bu kez kesin anlaştılar” türündeki açıklamalar boş laftan ve aldatmacadan başka bir şey değildir. Keza, hele ki emperyalizm çağında, böylesi sorunlarda her tarafı memnun edecek, tüm tarafların kazanacağı bir barış mümkün değildir. Barış ancak yürüyen paylaşım kavgasının kazanan tarafı kendi koşullarını yenilen tarafa mutlak olarak kabul ettirdiğinde mümkün olur, bir başka deyişle emperyalistlerin barışı, galiplerin zafer ilanıdır.
Suriye: Alt-emperyalist Türkiye’nin manevraları
Uzun bir belirsizlik döneminin ardından Erdoğanist rejim, Suriye’ye askerlerini soktu. Gerek Türkiye’nin gerekse de dünyanın olağanüstü koşullardan geçtiğini ve bu koşullarda köşeye sıkışan TC egemenlerinin can havliyle maceralara girişebileceğini öngörmüştük.[2] Yaşanan tam da bu olmuştur.
Savaş ve krizin yarattığı olağanüstü koşullarda, Erdoğanist rejim, kendisine manevra alanı yaratmayı başarıyor, ancak bu manevra alanının son derece dar, istikrarsız, tehlikeler ve tuzaklarla dolu olduğu açıktır. Dahası, TC egemenleri tarihsel olarak kaybetmeye yazgılı oldukları bir davayı (Kürtleri esaret altında tutmayı) inat ve ısrarla sürdürmeye çalışıyorlar. Belli ki, emperyalist savaşın yarattığı puslu havadan yararlanarak oldubittiler yaratma ve zaman kazanma ihtimaline bel bağlıyorlar. Ancak attıkları adımlar o denli riskli, bu adımları gerekçelendirmek için çevirdikleri dolaplar o kadar pespaye ve ileri sürdükleri argümanlar o denli çürüktür ki, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaları, son tahlilde ve uzun vadede kaçınılmaz görünmektedir.
TC egemenlerinin Irak ve Suriye politikası aynı bütünün parçalarıdır. Bir yandan emperyalist niyetlerle, bu ülkelerin yağmalanması ve paylaşımından pay kapmak, diğer yandan –ve en azından– Kürtlerin özgürlüğünün önüne geçmek. AKP bugün Suriye’de yarın da Musul operasyonuna katılarak Irak’ta kendini Batı dünyasına, “IŞİD’le savaşta baş aktör benim” şeklinde satmaya çalışmaktadır. Bu çabayla varmak istediği nokta, IŞİD ile savaşta Kürt güçlerinin değil kendisinin desteklenmesidir.
TC, büyük bir geri adımla Rusya ile diyalog kapılarını tekrar açarak bunu ABD merkezli Batı ittifakına karşı bir koz olarak kullanmaya çalışıyor. Böylelikle hem Batı’nın Kürtlere verdiği desteği sınırlamayı hem de yine anti-Kürt eksenli Suriye ve Irak politikalarına cevaz verilmesini hedefliyor. Gerek göçmen sorunuyla rehin almaya çalıştığı AB, gerekse de 15 Temmuz darbe girişimiyle suçüstü yakaladığı ABD şimdilik, hiç hazzetmedikleri bir lider ve onun yönetimiyle iş yapmak zorunda kalmış gözüküyorlar. Bir yandan Erdoğanist rejimin şantajlarına boyun eğermiş gibi yapıp bir yandan da onun canla başla yaratmaya çalıştığı manevra alanını kısıtlamaya çabalıyorlar.
AKP egemenlerinin Batı ittifakına karşı giriştiği arayışların önemli bir boyutu, yine de Batı ittifakının içinde kalmak üzere onlara şantaj yapmak olsa da, bu arayışın bir şantajdan ibaret olduğu da düşünülmemeli. Zira AKP egemenleri, Batılı güçlerin, kendi emperyalist hedeflerinin önünde ciddi bir engel oluşturduklarının farkındalar ama bugün için Batı kampından kopmaya güçlerinin yetmediğinin de bilincindeler. Bu nedenle bir yandan şantaja devam ederken diğer yandan var güçleriyle geleceğe hazırlanmaktalar.
Ortadoğu’daki paylaşım kavgası TC’nin aleyhine geliştikçe ve Kürtler yeni mevziler kazandıkça, AKP egemenlerinin bir beka sorunu olarak dillendirdikleri kaygılar daha da somutlanabilir. Böylesi bir durumun, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında temizlenip büyük oranda hizaya sokulan ordunun yanı sıra, büyük burjuvazinin bugün için AKP’ye soğuk bakan kesimlerinin de Erdoğan önderliğine biat etmesi sonucunu doğurması büyük bir olasılıktır. Bunun anlamı totaliter bir rejimin inşası ve dizginsiz bir askeri maceralar dönemine girilmesi olacaktır.
Emperyalist maceracılık AKP tarafından Suriye seferiyle birlikte kuvveden fiile geçirildi. Öyle görünüyor ki, bu maceracılık Suriye’yle de sınırlı kalmayacak. Son dönemde patlayan Musul operasyonu ve Başika üssü sorunu da bunu gösteriyor. AKP egemenleri, dillerine doladıkları beka sorununa atıfta bulunarak, hem başkanlık sistemini, hem totaliter bir rejimi, hem de sınırları büyümüş emperyal Türkiye’yi meşru göstermeye, tüm bunların önünü açmaya çalışıyor. Onun ideologlarından İbrahim Karagül şunları söylüyor: “… müttefik değiştirmenin, yeni bir değerlendirmenin, tanımlamanın, Türkiye'yi yeniden kurmanın zamanıdır. … Ya bu ülke, eski kalıplarıyla, ittifak-tehdit ilişkileriyle kalacak, krizler içinde yuvarlanacak, yavaş yavaş parçalanmaya sürüklenecek ya da kendini yeniden kuracak. Büyüyerek, dışarıya yönelerek varolmanın yolunu bulmak zorundayız. … Bu açıdan Türkiye'nin Fırat Kalkanı müdahalesi, olağanüstü bir önem kazanıyor. Daha da derinlere inmesi gereken bu müdahale Türkiye için en acil savunma refleksidir. Daha doğudan da benzer müdahaleler yapılması bir zorunluluktur. Yine Türkiye'nin Başika'daki askeri üssü aynı paralelde olağanüstü bir önem arzediyor. Baskı ne kadar yoğunlaşırsa yoğunlaşsın, Başika'dan geri adım atmak, çekilmek intihardır, ülkemizi bütün saldırılara açık hale getirecektir.” (İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 7/10/2016) Erdoğan ve AKP liderlerinin son zamanlarda bir kez daha Lozan meselesini gündeme taşımalarının nedeninin de Musul’a ilişkin hesapları olduğu bu satırlarda yeterince açıktır.
AKP’nin burjuva muhalifleri de TC’nin Irak ve Suriye’ye ilişkin stratejisine karşı değiller. Onların muhalefet ettikleri, bu stratejinin hayata geçirilmesi için izlenen taktiklerdir, AKP şeflerinin dilidir, üslûbudur. Yoksa onlar da, Irak ve Suriye pastasından pay kapmak ve Kürtleri esaret altında tutmak istiyorlar. Irak ve Suriye’ye ilişkin tezkerenin CHP tarafından da desteklenmesinin anlamı budur. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “Musul’da masadan kovulduk, bu durum ağırıma gidiyor” diye sızlanmasının nedeni budur. Görülüyor ki bugünkü AKP karşıtı burjuvalar, yarın Erdoğan yönetimi Suriye-Irak coğrafyasında askeri ve diplomatik bir kazanım elde ederse, onun peşine takılmaktan geri durmayacaklardır.
Musul: Cehennemin yeni kapısı
ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından yaşanan siyasi parçalanma, Irak’ta üç farklı güç ortaya çıkarmış durumda: Şii güçlerin ağır bastığı Irak merkezi hükümeti, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Sünni güçler. Tüm bu burjuva güçler gerek kendi bölgelerinde gerekse de Irak’ın geneli ve geleceği üzerinden bir iktidar mücadelesi veriyorlar. Büyük emperyalist güçler ve bölgesel güçler de gerek doğrudan varlıklarıyla gerekse de bu güçler üzerinden Irak’ın paylaşımından pay kapmak için devredeler.
Tüm bu güçler, Musul’un IŞİD’den temizlenmesi konusunda hemfikirler ancak her biri bunun nasıl sağlanacağı konusunda ayrı telden çalıyorlar. Çünkü her birinin IŞİD’den kurtarılmış bir Musul’un nasıl şekilleneceği ve kimin denetiminde kalacağı hususunda kendi hesapları var. Aralarında bir anlaşma sağlanamazsa, Musul savaşının Irak’ta yeni ve çok daha büyük bir savaşa zemin hazırlaması da kuvvetle muhtemel.
Irak merkezi hükümeti (ve onu destekleyen İran) Musul’un kurtarılıp merkezi hükümete bağlı bir eyalet olarak devamından yana iken, Barzani liderliğindeki Kürt yönetimi Kürdistan bölgesine katılmasından ya da en azından özerk bir bölge olarak tanımlanmasından yana. Sünniler ise kentin kendi denetimlerinde kalmasını istiyorlar. TC de, eğer ki IŞİD Ortadoğu’dan temizlenecekse, Musul’un Irak ve Suriye’deki Sünnilerle oluşturulacak bir ortak yapının parçası olmasını ve kuşkusuz bu yapının hamisinin kendisi olmasını arzuluyor.[3] ABD ise, bir anlamda her halükârda kendisinin kazançlı çıkacağına duyduğu güvenle İran ve Türkiye’nin Irak’a dönük bu kapışmasında bir denge unsuru gibi davranıyor.
Irak hükümeti, Musul’u IŞİD’den kurtarmak için planlanan operasyonda TC birliklerini hiçbir biçimde işin içine sokmak istemediğini apaçık ilan etmesine rağmen, TC egemenleri o operasyonda yer almak için ABD kapılarını aşındırmakla kalmayıp, kapıdan kovuldukları Irak’a bacadan girmeye çalışarak Barzani’den “resmi davet” almak için onun üzerinde baskı kuruyorlar. ABD ise alt düzey yetkilileri aracılığıyla TC’nin Irak’taki varlığının illegal yani yasadışı olduğunu söylerken, üst düzey resmi açıklamalarda, Musul’u kurtarma operasyonunun Bağdat hükümeti tarafından planlanıp gerçekleştirileceğini ve kimlerin katılacağına da Bağdat’ın karar vereceğini söylüyor. Bu tarz açıklamalar ABD’nin Musul operasyonuna TC’nin katılımına karşı olduğunu ortaya koyuyor. Ama AKP ile zaten varolan gerginliği daha da arttırmamak için bunu üstü örtülü olarak söylemiş oluyorlar.
Musul operasyonu vesilesiyle bir kez daha Irak hükümeti TC’nin Başika’daki kampının boşaltılmasını gündeme taşıdı.[4] Fakat TC devleti Irak’ın kuzeyindeki askeri üssünü boşaltmamakta ısrar ediyor. Irak Meclisi, “Türkiye işgal gücü” diyor, Iraklı yetkililer TC’den Başika’daki üssü boşaltmasını istiyor, yetmiyor Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne şikâyet ediyor, TC’ye nota veriyor. Ama bu çağrılar çığrından çıkmış bir böbürlenmeyle, küçümsemeyle ve hatta düpedüz hakaretle karşılanıyor. TC’nin egemenleri, “sizin haddinize mi”, “siz kimsiniz, kaliteniz ne, kalibreniz kaç”, “zaten Irak mı kaldı”, “herkes orada da niye biz olmayacakmışız” diyerek efeleniyorlar. Halbuki, burjuva hukuku açısından bakıldığında, bir başka ülkeye askeri güç gönderilebilmesi için ya BM Güvenlik Konseyi’nin kararı ya da o ülke hükümetinin resmi çağrısı gerekiyor. Bunun dışında bir askeri güç varlığı, işgal anlamına geliyor.
AKP, Irak’ta, Barzani’nin yanı sıra eski Musul valisi Nuceyfi’yi de bir maşa olarak kullanıyor. Başika kampında eğitilen güçler, Nuceyfi’ye bağlı Sünni güçlerdir. Bunların bir kısmının Musul operasyonuna katılması konusunda anlaşılmış görünmektedir, ancak TC ordusuna ait birliklerin kendi bayraklarıyla Musul operasyonuna katılması mümkün değildir. Aslında AKP egemenleri de Musul operasyonunda kendilerine yer verilmeyeceğini biliyorlar olsa gerek. Ama bir al-ver pazarlığında, el yükseltiyor olabilirler: Musul operasyonuna katılma ısrarından vazgeçeriz ama bu durumda Irak’ın kuzeyindeki birliklerimiz yasal bir statü kazansın ve Rakka operasyonunda da başrol oyuncularından biri TC olsun! Böylesi bir durumda bir sonraki adımlarının Rojava’yı boğmak olacağını öngörmek zor değildir. Zaten TC’nin Musul operasyonuna bu denli odaklanmasının en önemli nedenlerinden biri de Şengal’deki PKK hâkimiyetini ortadan kaldırmaktır. Bu konuda, Kürtler üzerinde tek söz sahibi olmak isteyen ve bu nedenle Talabani’yle olduğu gibi PKK ve PYD ile de iktidar savaşı içinde olan Barzani’yle işbirliği yapılmaktadır.
Dış politika iç politikanın devamıdır
Kılıç kuşanıp Musul’da bayrak gösterilmesi konusunda havuz medyasında sergilenen fetihçi edebiyat histerik bir sayıklamadır. Amaçladıkları şey, milliyetçiliği ve Kürt düşmanlığını daha da körüklemek, savaş havasını daha da büyüterek içeride muhalefeti iyice susturup hizaya sokmak, bu arada mezhepçilik üzerinden İran’ı, “bizi engelliyor” söylemiyle de ABD’yi iyice öcüleştirerek, herkes bize düşman havası yaratıp, halkın AKP’ye (ve Erdoğan’ın başkanlığına) muhtaç olduğu düşüncesini pekiştirmektir. Toplum ne kadar uzun süre diken üstünde tutulursa, askeri seferberlik ruh hali ne denli yaygınlaştırılırsa, olağanüstü haller de o kadar ihtiyaç olarak algılanacak, hiç bitemeyecektir. Unutmayalım ki, dış politika ile iç politika birbirinden kopartılamaz. Dışarıdaki savaş, içerideki toplumsal muhalefet bastırılmaksızın başarıya ulaşamaz.
Uzatılan OHAL’in sadece darbecileri temizlemekle ilgili olduğu büyük bir yalandır. AKP gerek yurt içindeki Kürt muhalefetini bastırmak gerekse de Ortadoğu’da giriştiği emperyalist maceralar sonucunda kamuoyunda oluşacak tepkileri daha baştan boğmak amacıyla olağanüstü bir yönelişe girmiştir. Kapıya dayanan ekonomik kriz, AKP egemenlerini sanıldığından çok daha fazla korkutmaktadır. Cumhurbaşkanının, son muhtarlar toplantısında OHAL sayesinde “grev, boykot, ıvır zıvır yok artık” diyerek kendi yüreğine su serpmesinin anlamı da budur. Arap isyanlarından bu yana Erdoğan ve partisi benzer bir isyan dalgasının Türkiye’de de patlak vereceğinden duydukları korkuyla en küçük kıpırtıları bile daha görüldükleri anda boğma gayreti içindedirler. Bu korkularının hiç de temelsiz olmadığı, birbirinden farklı toplumsal dinamikler ve yöntemlerle ortaya çıkmış üç toplumsal olguda da (Gezi direnişi, “metal fırtına” ve 7 Haziran seçim sonuçları) kanıtlanmıştır.
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ekonomik kriz tablosu, faşist gidişat ve emperyalist savaşa doğrudan dâhil olma macerası ancak bölgenin ve dünyanın genel tablosu ile birlikte anlaşılabilir. Savaş da faşist tırmanış da, kapitalistlerin kaprislerinden ya da çılgınlıklarından değil, kapitalizmin derin tarihsel krizinden kaynaklanıyor. Ona karşı mücadele etmek için hedef tahtasının tam ortasına kapitalizm konulmalıdır.
[1] “Suriye’de hangi bölgeler rejimin denetimde kalacaktır, Kürtlerin statüsü ve Sünni Arapların durumu ne olacaktır? Benzer soruların üstelik de benzer biçimde Irak için de geçerli olduğunu hatırlatalım: Bağdat merkezli Şii yönetimin sınırları nerede bitecek, Irak Kürdistanı’nın durumu ve bu arada Barzani’nin geleceği ne olacak ve Iraklı Sünnilere hangi bölgeler kalacak? Ve kuşkusuz bu sorulara arka plandaki asıl şu soru temelinde cevap bulunmak zorunda kalınacak: tüm bu bölgelerin her biri hangi büyük emperyalist güç ya da ittifakın nüfuz alanı olacaktır? Ana soru budur. Ve bu ana soruya yanıt verilebilmesi için büyük emperyalist ittifaklardan birinin diğerine kendi hegemonyasını açıkça kabul ettirmesi gerekiyor. İçinden geçtiğimiz dönemde bu kabul ettirişin yol ve yönteminin savaştan başka bir şey olmadığı açık olduğuna göre, daha paylaşım savaşının çok başlarındayız demektir. Bu temel gerçekten çıkan önemli sonuç şu ki, uzlaşma ve ateşkes sağlanır mı, barış gelir mi sorusu bugün tümüyle anlamsızdır. Savaşan taraflardan biri diğeri üzerinde açık hegemonyasını silah zoruyla kabul ettirme noktasına ulaşmadığı sürece «barış» çok uzak bir hayal olarak duruyor.” (Oktay Baran, Suriye, Kürt Sorunu ve AKP Çizgisinin İflası, 21/2/2015, marksist.com)
[2] “Ortadoğu’da boyundan büyük işlere girişip iyice köşeye sıkışan Erdoğan önderliğinin Suriye’ye girmeyi göze alacak denli çılgın bir davranış sergileyip sergileyemeyeceği bugün önemli bir soru işaretidir. ABD egemenleri, kendi onay ve destekleri olmadan Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan müdahale edemeyeceğini düşünüyorlar. Benzer bir düşünce diğer Batılı güçlerde de hâkim. Bu yaklaşım gerçeğin önemli bir bölümünü yansıtıyor, ama tamamını değil. Batılı ideologların unuttukları bir şey var: Bu akıl yürütme tarzı olağan dönemlerde geçerli olabilir, ancak hiç de olağan dönemlerden geçmiyoruz. İzlediği politikanın iflas etmesiyle her geçen gün daha da çılgın adımlar atan Erdoğanist rejim, gerek orduyu (TSK yetkililerinin de BM kararı ve ABD-NATO desteği olmaksızın Suriye’ye karadan girilecek bir harekâttan yana olmadıkları söyleniyor) gerek Batılıları ikna etmek için her türlü manevrayı yapacaktır ve orduyu buna ikna ettiği anda gözü hiçbir şeyi görmeyebilir.” (Oktay Baran, Suriye, Kürt Sorunu ve AKP Çizgisinin İflası, 21/2/2015, marksist.com)
[3] AKP, bir yandan mezhepçi politika izlemiyoruz diye yemin billah ediyor, diğer taraftan da Musul kentinin yalnızca Sünnilere ait olduğunu, oraya Şii güçlerin girmemesini buyuruyor. Sanki Irak nüfusunun üçte ikisi Şii değilmiş gibi, sanki Musul’da Sünnilerin yanı sıra Şii Türkmenler, Şii Araplar, Şii Kürtler, Ezidiler, Süryaniler, Hırıstiyanlar ve daha nice etnik ve dini grup yokmuş gibi, yalnızca Sünnilerden bahsedip Sünni olmayanları dışsal unsurlar olarak yorumlamak düpedüz yalan ve çarpıtmadır.
[4] Birinci Körfez Savaşından bu yana Irak’ın kuzeyinde TC’nin askerleri, komandoları ve zırhlı birlikleri varlıklarını sürdürüyor.
link: Oktay Baran, Ortadoğu Savaşında Türkiye’nin Manevraları, 17 Ekim 2016, https://marksist.net/node/5348
Yapıcıların Yüreği!
Demokrasi İçin Birlik Buluşması Sonuç Bildirgesi