Yunanistan’ı iflasın eşiğine getiren derin ekonomik kriz şiddetli bir siyasi krizle de birleşerek sistemi sarsmaya başlıyor. Son beş yıldır uygulamaya sokulan birbirinden ağır kesinti paketleri milyonlarca emekçiyi yoksulluk girdabına iterken ve büyük bir öfke içindeki yoksul emekçi kitleler düzen partilerine güvenlerini yitirirken, burjuvazi tam anlamıyla bir yönetememe krizi içinde. Kitlelerin hoşnutsuzluğunun bu ölçüde artmadığı kesitlerde acı ilaçları bir parça şekere bulayıp emekçilere yutturabilen burjuvazi, şimdi o kadarcık şekerden bile yoksun durumda. İşçi sınıfının güvenceli iş, yaşanabilir ücret, sosyal sigorta, ücretsiz sağlık hizmeti gibi en temel talepleri ve ihtiyaçları bile, düzen-içi görünmelerine rağmen, burjuva düzenle çatışıyor.
Yeni Saldırı Paketi
Yunanistan, 2010 Mayısında, bütçe açığını üç yılda dörtte birine indirme taahhüdüyle, AB Komisyonu, AB Merkez Bankası ve IMF’nin oluşturduğu “Troyka” ile 110 milyar avroluk bir kredi anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşmanın ardından PASOK hükümeti, işçi ücretlerinin dondurulmasını, ikramiyelerin kaldırılmasını, emekli maaşlarının düşürülmesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini, dolaylı vergilerin arttırılmasını ve kamu çalışanlarının sayısının azaltılmasını öngören büyük bir saldırı programını yürürlüğe koymuştu. İşçi ve emekçi sınıfların sırtına ağır bir yük bindiren bu saldırı programı hayata geçirilmesine rağmen, ne borç sorunu ne de bütçe açığı sorunu çözülebildi. Aksine problem daha da girift bir hal aldı. Yunan hükümeti, aradan iki yıl bile geçmeden, Troyka ile bu kez 130 milyar avroluk ikinci kredi anlaşmasına imza attı. Burjuva koalisyon hükümeti, bu anlaşmanın bedeli olarak, emekçiler için birincisinden çok daha ağır bir yıkım anlamına gelen bir kesinti programı hazırladı ve Yunan parlamentosu, Troyka’nın şart koştuğu bu yıkım programını 12 Şubatta onayladı. Buna göre, emekli maaşları %15 oranında düşürülerek 360 avroya indirilecek. Brüt 750 avro olan asgari ücret %22’lik kesintiyle 600 avroya (net 410 avro) inecek ve 24 yaşından küçük gençler için net 320 avro olacak. Ücretler 2015 yılına kadar dondurulacak. Sektörel toplu sözleşmeler kaldırılacak. İşsizlik maaşı 450 avrodan 360 avroya düşürülecek. Kamu kurumlarına işçi alımları durdurulacak. Bu yıl 200 kamu kurum, birim ve kuruluşunun kapısına kilit vurulurken, 750 bin kamu çalışanının 15 bini 2012 yılında, 150 bini ise 2015 yılına kadar işten çıkarılacak. Pek çok kamu kurumu özelleştirilecek, devlete ait mal varlıklarının önemli bir bölümü satılacak. Eğitim ve sağlık da dahil olmak üzere tüm kamu harcamalarında kesintiye gidilecek.
Yunan işçi sınıfı, ilk kredi paketinin onaylanmasının ardından yürürlüğe sokulan kesinti programı nedeniyle 18 aydır zaten cenderedeydi. Ücretler özel sektörde %20, kamuda %50’ye varan oranlarda düşürülmüştü. İşsizlik oranı %25’i aşmış, genç nüfusta ise bu oran %50’ye fırlamıştı. Bu süreçte sokaklardaki evsizlerin, okula aç gelen çocukların sayısı dikkat çekici boyutlara ulaştı. Yoksulluk oranı %30’a çıkarken, kurtuluşu Almanya başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine gitmekte gören gençlerin sayısında patlamalar yaşanmaya başladı. Hatta düşman olarak gösterilen Türkiye bile Yunanlı işçiler için cazibe merkezi haline geldi. Kriz ve uygulanan ekonomik program yüzünden küçük-burjuvazi de yıkıma uğradı. 60 bin küçük işletme iflas ederken, buna bu yıl 50 bininin daha eklenmesi bekleniyor.
Yeni kredi paketi de bir önceki gibi büyük sermayeye akacak, bankalara ve kredi kuruluşlarına olan borçları ödemek için kullanılacak. 2009’da borcun GSYİH’ye oranı %110’lardayken şu anda %160’a çıkmış bulunuyor. Troyka 130 milyarlık krediyi bu oranı 2020 yılında 120’ye düşürmek üzere veriyor. Ancak fiilen iflas etmiş olan Yunan devletinin, bu ağır kredi anlaşmalarıyla bu yükün altından kalkması olanaksız görünüyor. Zira işsizliğe sürüklenen ya da alım güçleri yarı yarıya düşen işçiler, iflasa sürüklenen kır ve kent küçük-burjuvazisi, yani geniş emekçi kitleler bu durumdayken devletin vergi gelirleri de sürekli düşüyor ve bütçe açıkları bir türlü kapanamıyor. Aynı şekilde, işsiz kalan işçilerin sayısı arttıkça toplanan sigorta primi miktarı da düşüyor ve devlet emekli maaşlarını ve sağlık harcamalarını karşılayamaz hale geliyor. Yeni saldırı paketiyle birlikte bu yıl ücretlerden gelecek vergi gelirlerinin 1,5 milyar avro, emeklilik fonunu besleyen sigorta primlerinin ise 2 milyar avro azalması bekleniyor. İşin özü, Yunan devleti bir kısırdöngüye girmiş durumda. Borcunu ödemek için kredi alıyor, bu krediyi geri ödemek için emekçilerin gırtlağına yapışıyor, yapıştıkça gelirleri düşüyor ve borç sarmalı çığ gibi büyüyor.
Yunan işçi sınıfı son iki yılda gerçekleştirdiği grevler, genel grevler ve çeşitli protesto eylemleriyle sürekli ayakta. PASOK’un denetimindeki sendika bürokrasisi, bir ya da iki günlük genel grevleri gaz almaya dönük kof bir araca dönüştürmeye uğraşsa da, hareketi pasifleştirmeye dönük tüm bu çabalara rağmen işçi sınıfı yılgınlığa düşüp saldırılara sessizce boyun eğmiyor. Aksine, son eylemlerin de gösterdiği gibi öfke büyümeye devam ediyor ve düzen dışı arayışlar belirgin bir şekilde güç kazanıyor.
Bu olgu işçi sınıfının alabildiğine kitleselleşen ve militan bir ruh kazanan eylemlerinde doğrudan yansımasını buluyor. Son saldırı paketinin parlamentoda oylandığı 12 Şubatta ülke çapında yapılan protesto eylemlerine şimdiye kadarki en yüksek katılımın sağlanması, pek çok kentte kamu binalarının işgal edilmesi, aralarında bankaların, karakolların, “evet”çi milletvekillerinin ofislerinin de bulunduğu onlarca binanın ateşe verilmesi, polis vahşetine gözüpek bir şekilde karşı koyulması ve eylemlerin izleyen günlerde de devam etmesi, işçi sınıfının ve emekçi gençliğin öfke birikiminin ve devrimci arayışların doğrudan bir ifadesi.
Emekçi sınıfların hoşnutsuzluğu had safhadayken, burjuva siyaset sahnesinde ise tam bir çıkışsızlık durumu söz konusu. 2009’da %44 oyla iktidara gelen PASOK, aradan iki yıl geçmeden iktidardan devrilme noktasına gelmiş ve burjuvazi bu siyasi krizi bir koalisyon hükümetiyle aşmaya çalışmıştı. Bu amaçla PASOK, 2011 Kasımında, sağcı Yeni Demokrasi Partisi ve faşist LAOS’la beraber, Avrupa Merkez Bankası başkan yardımcısı Lukas Papadimos’un başbakanlığında bir “ulusal birlik” hükümeti kurdu. Ancak, parlamenter işleyişin iflası anlamına da gelen bu adım derde deva olmadı ve kısa sürede üç parti de ciddi bir erime içine girdi. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre, Troyka ile yapılan son anlaşma sürecinde Yeni Demokrasi Partisinin oy oranı %19’a (2009’da %33 idi), PASOK’unki %8’e, LAOS’unki ise %5’e düştü. Bununla da kalmayıp, yıkım paketinin parlamentoda oylanması esnasında üç parti de ciddi fire verdi. PASOK’tan aralarında bakanların da bulunduğu 22 milletvekili, Yeni Demokrasi’den ise 21 milletvekili parti kararlarına rağmen “hayır” oyu kullandılar ve partilerinden ihraç edildiler. Hükümetin küçük ortağı LAOS ise, Nisanda yapılması düşünülen seçimlere daha fazla oy kaybederek girmemek için hükümetten çekilmiş ve oylamada “hayır” oyu kullanma kararı almıştı. Ancak LAOS’lu iki bakan bu karara rağmen “evet” oyu kullandılar ve onlar da partilerinden ihraç edildiler.
Gelinen noktada, 2009 seçimleri sonucunda 160 milletvekilliğiyle iktidar koltuğuna oturan PASOK’un milletvekili sayısı 131’e, üç yıl önce ana muhalefet partisi olarak 91 milletvekilliğine sahip olan Yeni Demokrasi’ninki ise 62’ye inmiş bulunuyor. İktidar partileri böylesi bir kan kaybı ve meşruiyet sorunu yaşarken, burjuvazinin en temel kaygısı, toplumsal patlamayı proleter devrim rayına girmeden dizginlemeyi başaramamaktır. Nasıl dizginleneceği konusunda da burjuva cephede bir fikir birliği bulunmamaktadır. Yeni Demokrasi Partisi, daha fazla yıpranmadan ve düzen dışı arayışlar daha fazla güç kazanmadan Nisan ayında seçimlere gidilmesini savunuyor. Bir diğer burjuva kesimse, Papadimos hükümetinin yılsonuna kadar işbaşında kalmasını, gerekirse daha otoriter bir yönetimle kitlelerin dizginlenmesini, aksi halde gidişatın önüne geçilemeyeceğini savunuyor. Bugünkü koşullarda Nisanda seçimlerin yapılmasına güçlü bir olasılık olarak bakılırken, burjuvazinin bu seçeneği hayata geçirip geçirmemeye esas olarak kitle hareketinin gelişimini dikkate alarak karar vereceği açıktır. Burjuvaziyi ciddi bir devrim korkusu sarmıştır. LAOS lideri Yorgos Karacaferis, Merkel’in dayatmalarının Yunanistan’ı devrime sürükleyeceğini ve bunun da Avrupa devrimini ateşleyeceğini söyleyerek devrim korkusunu hiç gizlemeksizin dile getirmektedir. Başbakan Papadimos ise militan kitle eylemleri karşısında, “bu kritik zamanlarda bu tür protestolara lüksümüz yok” diyerek aba altından sopa göstermektedir. Polis terörüne gözlerini kapatıp, yakılan binaları, atılan molotof kokteyllerini, yanan polis görüntülerini bolca sergileyen burjuva medya da açıkça gösterilerin yasaklanması çağrıları yapmaktadır. “Eylemlerde şiddete başvuruluyor” bahanesiyle polis terörü aklanırken daha otoriter bir rejimin yolları döşenmektedir.
Sosyalist hareketin durumu
Yunanistan’a ilişkin tüm veriler her geçen gün daha da olgunlaşan bir devrimci duruma işaret ediyor. Burjuvazi yönetememe krizi içinde, işçi sınıfı, çiftçiler, öğrenciler, kadınlar ayakta, yıkımla karşı karşıya kalan küçük-burjuvazinin huzursuzluğu had safhada ve alt kesimleri işçi sınıfının saflarına kaymış durumda. Ancak bir proleter devrimin başarıya ulaşabilmesi için, işçi sınıfıyla güçlü bağlara sahip, onunla bütünleşmiş ve onu iktidara yöneltmek üzere doğru taktikleri izleyen bir devrimci önderliğin varlığı da gereklidir. İşte Yunanistan’da şu anda eksik olan da ne yazık ki budur.
Yunanistan’da işçi sınıfı hareketi, attığı her adımda burjuvaziye soluklanma fırsatı ve manevra alanı kazandıran reformizmin güçlü etkisi altındadır ve tam da bu nedenle hareket düzen sınırlarına hapsolma ve giderek pörsüme tehlikesiyle karşı karşıyadır. PASOK ve Yunanistan Komünist Partisi (KKE), tarihsel olarak, sınıf hareketi üzerinde sendikalar dolayımıyla en güçlü etkiye sahip olan partilerdir. ADEDY (kamu çalışanları sendikası) ve GSEE (Yunanistan Genel İşçi Konfederasyonu) PASOK’un denetimindeyken, PAME sendikası KKE’nin denetimi altındadır. Tüm dünyada son otuz yıldır yürütülen neo-liberal saldırılar sonucunda sendikalar hızla güç kaybetmelerine rağmen, Yunanistan’da sendikalılık oranı %25’lerde kalmaya devam etmektedir. Ancak gerek bir burjuva partisi olan PASOK’un, gerekse Stalinist KKE’nin şimdiye dek işçi sınıfına dayattıkları şey sınıf işbirlikçiliğinin ve reformizmin ötesine geçmemiştir.
Stalinist diktatörlüklerin çöküşünden sonra yok olma aşamasına gelen diğer Avrupa ülkelerindeki KP’lerden farklı olarak halen belirgin bir güce sahip olan KKE, alabildiğine reformist, uzlaşmacı ve oportünist politikalarıyla öne çıkıyor. Derin bir krizin yaşandığı bugünlerde, KKE’nin propagandasının temelini şunlar oluşturuyor: seçimlere gidilmesi, borçların tek taraflı reddi, AB’den çıkış, “işçilerin ve halkın iktidarı”nın kurulması. Bu iktidarla neyin kastedildiği malûmdur: Seçimler sonucunda KKE’nin hükümet olması! KKE’ye göre bugün sosyalist devrim gündemde değildir. Ne gün gündemde olacağıysa bir muammadır!
1989 seçimleri sonrasında sağcı Yeni Demokrasi Partisiyle koalisyon ortaklığı yapacak kadar oportünist ve ilkesiz olan KKE, sıra sosyalist sola geldiğinde sekterliği elden bırakmamaktadır. Bu “komünist” parti uzun yıllardır PAME’yle birlikte, kitlesel gösterilerde ortak miting alanından farklı bir alanda eylem yapma ve diğer sosyalist gruplardan uzak durma politikası izlemektedir. Bu sekterliğinin en temel nedeni ise “belâdan uzak”, “güvenli”, “temiz” eylem anlayışında ifadesini bulan legalizm hastalığıdır. KKE’ye göre, ortalığı karıştıran “maskeli holiganlardan”, “provokatörlerden” kitleyi korumak lâzımdır. Aynı mantığın, KKE’nin Türkiye’deki kardeş partisi TKP tarafından da güdülmesi tesadüf değildir.
Yunanistan’da KKE’den sonraki bir diğer önemli reformist sosyalist güçse, çeşitli sol çevrelerin katılımıyla bir seçim bloku olarak oluşturulan “Radikal Sol Koalisyon”, yani Syriza’dır. 2004 yılında kurulan Syriza’nın en büyük bileşeni, 1980’lerde avrokomünist KP’den ve SSCB çizgisindeki KKE’den kopanların oluşturdukları Synaspismos partisidir. Synaspismos şimdilerde PASOK’tan atılan milletvekilleriyle birlikte seçimlere katılıp “halk cephesi” oluşturma planları yapıyor.
2009 seçimlerinde %7,5 oy alarak parlamentoya 21 milletvekili sokan KKE’nin oy oranının son süreçte %12’ye yaklaştığı görülüyor. %4,6 oyla 13 milletvekili çıkaran Syriza’nın oy oranı da %11 civarlarında seyrediyor. Yeşiller ve irili ufaklı diğer sosyalist güçler de dahil edildiğinde %30’a yaklaşan bir oy oranı çıkıyor karşımıza. Bu oran, işçi sınıfının giderek artan bir kesiminin sosyalist bir yönelim içine girdiğinin ifadesi olarak kuşkusuz önem taşımaktadır. Ancak reformistler bu orana parlamenter hesaplar açısından değer biçmekte, işçi sınıfının devrimci enerjisini düzen içine hapsetmeye çalışmaktadırlar. Kurtuluş yolu olarak bu iki partinin ittifak yaparak iktidara gelmesini savunanların aksine, böylesi bir reformist iktidarın, ayağa kalkan proletaryayı felçleştirerek burjuva düzene soluk alma fırsatı tanımaktan başka bir işlevi olmayacağı açıktır. Yunan proletaryasının, mevcut burjuva hükümetle yetinmeyip kapitalist sistemi de hedef alan, düzenin karşısına işçi sınıfının bağımsız devrimci programıyla çıkan, sınıfı bu temelde örgütleyen bir devrimci önderliğe ihtiyacı var. Borçlar tek yanlı olarak reddedilmedikçe, tüm bankalar tek çatı altında birleştirilip devletleştirilmedikçe, büyük sermaye tazminatsız olarak mülksüzleştirilmedikçe, kısacası kapitalizm yıkılmadıkça, adı “işçi hükümeti” de olsa hiçbir hükümet bu enkazın altından kalkarak emekçilerin çıkarlarını esas alan, onların ihtiyaç ve taleplerini karşılayan bir programı hayata geçiremez. Bunu da ancak devrimci işçi iktidarı başarabilir, reformist bir “birleşik cephe hükümeti” değil!
Yunan işçi sınıfının önünde bir devrimle iktidarı ele alma görevi duruyor. Ancak toplumsal kurtuluşun ulusal sınırlara hapsolmuş bir perspektifle başarılabileceğini düşünmek de yanlıştır. Etrafı kapitalist sistem tarafından kuşatılmış bir ülkede sosyalizme geçişin başlatılabilmesi, hele hele bunun Yunanistan gibi sanayisi zayıf küçük bir ülkede gerçekleşmesi, bir fiskede tuzla buz olacak bir hayaldir. Yunanistan’da patlak verecek bir proleter devrimin yaşayabilmesi, öncelikle Balkanlar ve Avrupa işçi sınıfının mücadelesi ve dayanışmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Ezilen sınıfları devrimin eşiğine getiren devasa sorunların “sosyalist bir adacıkta” çözülebileceği yanılsamasını yaratanların, iktidara geldikleri takdirde, kitleleri büyük bir hayal kırıklığıyla yüz yüze bırakmaları da kaçınılmazdır.
Bugün gerek KKE gerekse Syriza tümüyle ulusalcı bir perspektifle hareket ediyorlar ve bu perspektife hapsedilmiş bir “avrodan ve AB’den çıkış, borçların ödenmemesi ya da bir süreliğine dondurulması” politikasını her derde deva reçeteler olarak sunuyorlar. Bunun yanı sıra AB, IMF ya da Almanya’yı günah keçisi ilan edip suçluyu dışsallaştırıyorlar ve “yabancı işgaline karşı yurtsever birlik”, kendine yeterlilik gibi milliyetçi argümanlara sarılıyorlar. İşçi sınıfının ufkunu enternasyonalizmle genişletmek yerine onu Avrupalı sınıf kardeşlerinden yalıtmaya yönelen, Yunan burjuvazisinin bütün bu olup bitenlerdeki temel sorumluluğunu hafifleten bu milliyetçi politikaların son tahlilde sermayeye hizmet ettiği açıktır. Faşist partilerin de bu milliyetçi politikaları kurtuluş olarak savundukları düşünüldüğünde, sosyalistlerin yurtseverlik adına nasıl bir canavara nefes verdikleri görülecektir.
Komünistlerin görevi, milliyetçi bir öze sahip olan “AB’den çıkış” sloganına sarılmak değil, kıta işçilerinin birliği ve ortak mücadelesi sayesinde kapitalistlerin Avrupa Birliği’ni yıkıp, Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri Devletini inşa etmek için mücadele etmektir. Bu mücadelenin soyut programlar üzerinden yürütülemeyeceği de aşikârdır. Bu bağlamda, borçların ödenmemesi, ticari gizliliğin kaldırılması, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, bankaların ve tekellerin tazminatsız olarak ve işçi denetimi altında devletleştirilmesi gibi geçiş taleplerinin yükseltilmesi, işçi sınıfının kapitalizm dahilinde bir çıkış yolu olmadığını kavramasını sağlamak ve onu iktidara yöneltmek açısından yakıcı öneme sahiptir. Komünistler, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü yükselterek onu iktidara yöneltecek bu talepleri sadece Yunanistan’da değil tüm Avrupa’da yükseltmekle yükümlüdürler. Zira bu kriz sadece Yunanistan’ın değil tüm Avrupa’nın, daha da ötesi dünya kapitalizminin krizidir ve sadece Yunanistan’da değil tüm Avrupa’da işçi sınıfı benzer saldırılarla yüz yüze olup, sınıf hareketi on yıllardır görülen en yüksek düzeyine ulaşmıştır.
Yunanistan’da ortaya çıkan devrimci durumun bir devrimle taçlanamama tehlikesini alabildiğine büyüten bir diğer faktörse işçilerin öz-örgütlenmelerinin henüz son derece cılız olmasıdır. Lenin 1917 Nisanında, birincil görevi, bütün Rusya’yı bir öz-yönetim organları ağıyla kaplamak olarak koyuyordu. Sovyetler (konseyler) şeklinde ortaya çıkan bu öz-yönetim organları aynı zamanda iktidar organları olarak varlık gösterecek ve işçi iktidarı aşağıdan yukarıya doğru demokratik bir şekilde örgütlenen bu organlar tarafından kurulacak ve yönetilecekti. Ekim Devrimine ve tarihin ilk muzaffer proleter devrimine geçit veren bu sovyetik anlayış ne yazık ki bir karşı-devrimle iktidara gelen Stalinizm tarafından tarihin tozlu sayfalarına itilmeye çalışıldı. Devrim mücadelesinin yerini sınıf işbirlikçiliği alırken, sosyalizm, aşamalar arasında sonsuza ertelendi. KP’ler parlamenter yoldan iktidara gelip gitmeyi hedefleyen reformist örgütlere dönüştürülürken Komünist Enternasyonal hızla İkinci Enternasyonal anlayışına savruldu ve kısa süre sonra da kapısına kilit vuruldu.
Dolayısıyla, bugün Yunanistan’da cılız bir şekilde var olan işyeri ve mahalle komiteleri şeklindeki öz-yönetim organlarına yaygınlık kazandırmaya, bunlar içinde örgütlenip güç kazanmaya ve bunları iktidar organlarına dönüştürmeye odaklanmaları gereken komünistlerin, Stalinist gelenekle iğdiş edilmiş olmaları nedeniyle, seçim hesaplarına odaklanmaları ve burjuva devlet aygıtını yıkıp parçalayacak devrimci bir perspektife alabildiğine uzak olmaları hiç şaşırtıcı değildir.
Bu anlayış kırılıp, öncü işçiler arasında devrimci Marksist fikirler egemen kılınmadıkça ve proletarya bu anlayışla iktidara yürütülemedikçe, mevcut devrimci durum, ne yazık ki, tarihteki pek çok örneği gibi burjuvazinin egemenliğini gerek duyduğunda bir karşı-devrimle pekiştirmesiyle son bulacaktır. Yunan proletaryası bir yol ayrımındadır ve bu yol ayrımında nereye yöneleceği tümüyle ona rehberlik etmesi gereken komünistler tarafından belirlenecektir. Tarih bir kez daha proletaryaya ve onun öncüsüne hayati bir sorumluluk yüklemiştir.
link: İlkay Meriç, Yunan İşçi Sınıfı Reformizmin Kıskacında, Mart 2012, https://marksist.net/node/2971
Türkiye’de İnsan Hakları İhlallerinin Gösterdikleri
Devletin Newroz Terörü ve Boşa Çıkan Oyunu