Düne kadar devletin sanayi, finans ve hizmet sektörlerinde çok fazla rol üstlendiğinden şikâyet ederek özelleştirmeleri hararetle destekleyen burjuvazi, dünyayı sarsan ekonomik krizle birlikte, iflasa sürüklenen işletmeleri kurtarması için devleti feryat figan göreve çağırıyor. Krizin derinleşmesiyle beraber kapitalist devletin ekonomiye daha fazla müdahalesi, batan işletmelerin borçlarının üstlenilmesi, zordaki şirketlere sermaye aktarılarak devletin bu şirketlere ortak olması gibi talepler burjuvazi tarafından sıkça dillendirilir oldu.
Burjuvazi “Marksist” liderler icat etmekten de geri durmuyor. Sırf devlet güvencesinde bir genel sağlık sigortasını savunuyor göründüğü için Obama’yı bile sosyalist hatta “Marksist” ilan ediyorlar. Burjuvazi Marx’ı çarpıtmaya, onun görüşlerini “devletçiliğe” indirgeyerek çıkarlarına payanda haline getirmeye çalışıyor. Burjuvazi tüm toplumu yanıltmak üzere sinsi bir kampanya başlatmıştır. Ekonomiye devlet müdahalesini haklı göstermek üzere “krizin Marx’ı haklı çıkardığı, devlet mülkiyetinin ve devletin ekonomiye müdahale etmesinin gerekliliğinin ortaya çıktığı” propaganda ediliyor. Oysa Marx bozuk kapitalist ekonomiyi düzeltmekle değil, kapitalizmin yıkılmasıyla ilgilenmiştir. Marx kapitalizmin tamircisi değil onun can düşmanıdır.
Marksizm devleti sınıf egemenliğinin aygıtı olarak tanımlar. Sınıflardan bağımsız bir devlet yoktur ve olamaz. Burjuvazinin siyasi egemenliği elinde tuttuğu durumda devlet burjuvazinin devletidir, dolayısıyla devlet mülkiyeti de burjuvazinin kolektif mülkiyetidir. Kapitalist devletin mülkiyeti, özel mülkiyetin bir biçimidir.
Marksizm işçi sınıfının siyasal mücadelesinin hedefini burjuva devleti parçalamak ve yerine öz-yönetim organları (sovyetler, konseyler, şuralar vb.) üzerinde yükselen işçi iktidarını, yani işçi devletini kurmak olarak ortaya koyar. Özel mülkiyetin işçi sınıfının egemenliği altında devletleştirilmesi, kapitalist düzen altındaki devletleştirmelerden tamamen farklı bir içerik taşır. Kapitalist devlette devletleştirme, burjuvaziye kaynak aktarma yöntemidir. Zarar eden ya da batma durumuna gelen işletmelerin bedeli burjuvaziye ödenir. Burjuvazi hem yükten kurtarılır, hem de daha kârlı alanlara yatırım yapabilmesi için ona sermaye aktarılmış olur. İşçi devletinde ise devletleştirme, sömürüyü ve sömürücü sınıfları ortadan kaldırmak amacıyla yapılır. İşçi devleti, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır. İşçi devletinin mülkiyeti, işçi sınıfının ortak mülkiyetidir. İşçi devleti üretim araçlarına el koyarken burjuvaziye herhangi bir bedel ödemez.
Devlet mülkiyeti sorunu ve sol
80’li yıllarla birlikte tüm dünyada özelleştirme furyası yaşanmaya başlamıştı. Kapitalist devletin yani “kolektif kapitalistin” mülkiyeti altındaki dev işletmeler ve bankalar özelleştirilirken, eğitim ve sağlık gibi devletin üstlendiği hizmetlere özel sektörün girişi kolaylaştırılarak burjuvaziye kârlı yatırım alanları açılıyordu. Bu işletmelerde çalışan işçilerin yarattığı artı-değere bundan böyle kapitalist devlet değil büyük sermaye grupları el koyacaktı. Mülkiyet el değiştiriyordu ancak işçilerin sömürüsü üzerine kurulu kapitalist üretim tarzı aynen hükmünü sürdürüyordu.
Bu dönem boyunca, muhafazakâr ve liberal burjuva partiler ile sosyal demokrat partilerin bir kısmı özelleştirme yanlısı cephede yer alırken, devlet mülkiyetini savunma cephesinde sosyal demokratların diğer bir kısmı, sendika bürokrasisi ve bilcümle küçük-burjuva sol yerlerini aldılar. İşçi sınıfı adına siyaset yaptığını iddia eden bu kesimler, işçi sınıfının kazanılmış haklarını savunmak ve geliştirmek için mücadele etmek yerine, “KİT’ler halkın malıdır” gibi tümüyle yanlış bir anlayışa dayandırdıkları bir “özelleştirme karşıtlığı” üzerinden devleti kutsayan bir politika izlediler. Böylelikle karşıt görünen bu iki kamp korkunç bir kandırmacayı elbirliği ile günümüze kadar taşıdılar.
Oysa Marksizmi devlet aşığı bir siyasal akımmış gibi göstermeye çalışan her türlü söylem, gerçekte ya derin bir cehaletin ve yanılsamanın ya da sinsi bir saldırının ürünüdür. Marksizmin “devletçi” olduğuna dair yaygın yanılsamanın inandırıcılık kazanmasını sağlayan nesnel zemini de bizzat sol akımlar yaratmıştır.
Yüz yılı aşkın bir süredir, “devletçi sosyalizm” anlayışına sahip Marksizm dışı küçük-burjuva sol akımlar kendilerini “Marksist” olarak pazarlamışlardır. Lenin, 1848 ilâ 1871 arasındaki tüm tarihsel olayların hep Marx ve Engels’i haklı çıkardığına, Marx ve Engels’in ideolojik basıncı altında kalan Marksizm dışı sosyalist akımların da kendilerini “Marksist” ilan etmek zorunda kaldıklarına dikkat çekmişti. Lenin, bu küçük-burjuva sosyalistlerin, kendi küçük-burjuva fikirlerini Marksizme yamamaya giriştiklerini, nihayetinde bu akımların II. Enternasyonal’e egemen olan oportünizmin ideolojik ve tarihsel kaynaklarını oluşturduğunu tespit etmişti. Küçük-burjuva sosyalist akımların egemen olduğu II. Enternasyonal partileri (Sosyal Demokrat partiler) Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte işçi sınıfına açıkça ihanet ettiler ve burjuvazinin arkasında saf tuttular. Bu yıllardan itibaren giderek burjuvazinin sol kanadı olma rolünü üstlenen Sosyal Demokrasi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizmin egemenliği altında devlet mülkiyeti ile özel mülkiyetin yan yana yer aldığı “karma ekonomi” denen bir modeli savunageldi. Bu durum yine “devletçilik” ile “sol” kavramlarının yan yana anılmasını sağladı.
SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde egemen olan bürokratik diktatörlükler tarihsel yanılsamanın daha da derinleşmesine hizmet ettiler. Bu ülkelerdeki egemen bürokrasilerin resmi ideolojisi olan Stalinizm, bürokrasinin egemen olduğu ülkelerde, çıkarlarının yansıması olan bazı özgün yönler taşımakla birlikte ideolojik argümanlarını küçük-burjuva sosyalizminden devralmıştı. Stalinizm, devletçiliği ve devlet mülkiyetini sosyalizmin alamet-i farikası olarak sunuyordu. Böylelikle bürokrasi, kendi egemen konumunu ve toplumdaki sınıf farklılıklarını gizliyor, bürokratik devletin mülkiyeti altındaki işletmelerde çalışan işçileri kolektif olarak sömürdüğünü gözlerden uzak tutmaya çalışıyordu. Bu işletmelerin yönetiminde işçilerin söz hakkı ya da yönetime katılımı yoktu. Bilakis tüm yönetim bürokrasinin elindeydi.
Stalinist ideolojiden beslenen veya etkilenen sosyalist akımlar devletçiliği kutsayan bir söylemi on yıllar boyu baş tacı ettiler. Bürokratik diktatörlüklerde kapitalist restorasyon süreci, bizzat egemen bürokrasiler marifetiyle tamamına erdirildi. Bu süreç, gerçekliğe dürüstçe bakabilme cesareti gösteren herkese, bürokrasinin işçi sınıfının bir parçası olmadığını, bürokratik devlet aygıtının işçi sınıfını nasıl baskı altında tuttuğunu, bürokrasinin devletçiliğinin kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini gösterdi. Ancak Stalinizmin dünya çapında yarattığı tahrifat, halen etkisini sürdürüyor. Dünya üzerindeki sol akımlar halen Stalinizmden, dolayısıyla da “devletçi sosyalizm” fikirlerinden arınabilmiş değildir.
Devlet mülkiyetini, devletin sınıfsal niteliğini göz ardı ederek savunma hastalığından Troçkist akımlar da kendilerini kurtaramamışlardır. Troçki, SSCB’de işçi sınıfının fiilen iktidarı yitirdiğini ve bürokrasinin iktidarı gasp ettiğini isabetle tespit etmişti. Öte yandan, Rusya’da üretim araçlarının devletleştirilmiş olmasının bürokrasinin iktidarı altında dahi bir tarihsel kazanım olduğunu ve işçi sınıfının bürokrasiyi defedip politik iktidarı yeniden ele geçirdiğinde mülkiyet ilişkilerine dokunmak zorunda kalmayacağını söylüyordu. Troçki’nin SSCB’nin sınıf karakteri üzerine yazılarındaki bu sorunlu noktayı dogmalaştıran Troçkist akımlar, devlet mülkiyeti sorunuyla ilgili neredeyse Stalinizme paralel fikir ve yaklaşımlar ortaya koydular.
Bu Troçkist akımlar, iki kutuplu dünya koşullarında hayat bulan SSCB benzeri bürokratik diktatörlükleri “işçi devleti” çeşitlemeleri içerisinde tanımladılar. Bu ülkelerde politik iktidarın fiilen kimin elinde olduğu sorusuna yanıt vermek yerine, bürokrasinin egemenliği altında yürütülen devletleştirmeleri ön plana çıkardılar. “İşçi devleti” ile “devlet mülkiyeti” kavramlarını politik iktidarın sınıfsal tabiatı sorunundan bağımsız olarak ele aldıkları oranda Marksizmden uzak değerlendirmeler ve politik yaklaşımlar geliştirdiler. İşçi sınıfının politik iktidarı ele geçiremediği veya küçük-burjuva önderliklere kaptırdığı pek çok ülkedeki rejimleri “yine de işçi devletidir” diyerek desteklediler. Devlet mülkiyetini “işçi sınıfının kazanımı” olarak gören bu akımların büyük çoğunluğu, halen tarihsel yanılgıları ile hesaplaşma cesareti gösterebilmiş değildirler.
Devletçilik konusu Türkiye için özel bir durum arz etmektedir. Zira Türkiye’de hem Kemalizmin devletçiliğinden hem de Stalinizmin devletçiliğinden feyiz alan küçük-burjuva solcuları hiç eksik olmadı. Devlet mülkiyetini “gizli sosyalizm” olarak gören bu devletçilik şampiyonları, şimdilerde de krizden çıkış yolu olarak klasik devletçi tezlerini terennüm ediyorlar. Bu tür yaklaşımlar işçi sınıfı için büyük bir tehlike barındırıyor. Elif Çağlı, ekonomik krizi ele aldığı 29 Kasım 2008 tarihli yazısında tüm işçi sınıfını ve devrimcilerini burjuvazinin sahneye koyduğu yeni oyunlara karşı uyanık olmaya çağırıyor:
Şimdilerde burjuvazi, tıpkı geçmişte yaptığı gibi, sosyalizmin anlamını devletçilikle özdeşleştirerek çarpıtıyor. Bu tür çarpıtmalar tuttuğu ölçüde de kitlelerin bilincinde önemli kayma ve bozulmalar gerçekleşiyor. Örneğin ABD’de iflas bayrağını çeken bazı büyük kuruluşların devletleştirilmesi karşısında, kamusal fonların kriz bahanesiyle tekellere peşkeş çekilmesine isyan eden kitlelerin öfkesine ne gariptir ki “kahrolsun sosyalizm” haykırışları eşlik edebilmiştir. Gerçekte kitlelerin protesto etmek istedikleri hep tekellere yontan bir devletçiliktir. Fakat yaratılan bilinç çarpılması nedeniyle onlar bu devletçiliği “sosyalizm” diye adlandırıp topa tutmuşlardır.
Yine aynı çarpıtma konusunda bir başka önemli örnek de hatırlanabilir. Bu, toplumsal sömürü ve eşitsizliğe son verecek olan sosyalizmin, kapitalizmin krizlerine deva olacak pespaye bir reform reçetesi gibi gösterilmek istenmesidir. Burjuva iktisatçılar kapitalizmin krizine karşı önerdikleri devlet müdahalelerini, “biraz kapitalizm, biraz sosyalizm” veya “karma ekonomi” ya da “part-time sosyalizm” gibi maskara nitelemelerle etiketleyip kafa karıştırmaktadırlar. Oysa genel anlamda devletçiliğin sosyalizmle bir alâkasının olmaması bir yana, şimdi kriz nedeniyle gündeme getirilen devlet müdahaleleri düpedüz kapitalist devletçiliktir. Daha açık bir ifadeyle, kapitalist devletin büyük sermayeyi korumaya çalışmasından ibarettir.
Burjuva ideolojisinin dönem dönem genel anlamda devletçiliğe yönelttiği saldırılar her ne olursa olsun, işin gerçeğinde kapitalistler kendi devletlerinin ekonomik yaşamda her zaman kendilerine şu ya da bu şekilde yardımcı bir rol oynamasını isterler. İçinden geçilen sanayi çevriminin niteliğine göre bu yardım talebinin biçimi ve düzeyi değişebilir; ama kapitalist devlet öyle ya da böyle ekonomik yaşama elini uzatmayı sürdürür. Bugün yaşanana benzer büyük kriz dönemlerinde ise, kapitalist devletin ekonomiye müdahalesi, sermaye birikiminin önündeki engellerin temizlenmesi gibi yakıcı bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Böylesi dönemlerde kapitalist cepheden yükselmeye başlayan “devletçilik” övgüsünün altında, devletin büyük fonları güçlü tekelleri daha da güçlendirecek biçimde dağıtması arzusu yatar.
Bugün burjuvazi, özellikle sistemin hegemon ülkesi ABD’de yaşananların açıkça somutladığı üzere, tepede esaslı bir yönetim krizinin gelişmemesi için önlemler almaya çalışıyor. Devrimci güçler bastırmadan onlar zaaflarını kabul eder görünerek kitlelerin öfkesini yatıştırmayı, basınç boşaltmayı deniyorlar. Burjuva yazar çizerler bir yandan kerhen Marx’a hak verir gibi görünürlerken, öte yandan kitleleri bu kez nasıl kandırıp manipüle edebileceklerinin hesabı içindedirler. Bu yüzden yeni argümanlar icat edip piyasaya sürmektedirler. Gerçek durum budur ve hiç unutulmasın ki, dünya işçi sınıfının Marx’ın haklılığının teslimi için burjuvazinin hileli desteğine ihtiyacı yoktur.
Marksizm “devletçi” midir?
Marksizm devleti, sınıfların ortaya çıkışı ile hayat bulmuş bir siyasal aygıt olarak tanımlar. Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğini sürdürme aracı olan devlet, sınıfların ortadan kalkışına paralel olarak sönümlenecek ve tarihin çöplüğüne atılacaktır. İnsanoğlunun devlet denilen illetten kurtulabilmesi için, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi, burjuva devlet aygıtını parçalaması ve kendi iktidarı altında sınıfların ortadan kalkacağı bir geçiş dönemini başlatması öngörülür.
Marx ve Engels devlet sorununu ele aldıkları Gotha Programının Eleştirisi’nde devletçi sosyalizm anlayışını mahkûm etmiş, kendileri ile bu küçük-burjuva sosyalistler arasındaki ayrımı kalın çizgilerle belirginleştirmişlerdi.
Marksizm, işçi devletini de kutsamaz. Her devletin nihayetinde “sınıf diktatörlüğünün aracı” olduğunu tasdik eder. Devrimin ertesi günü sınıflar ortadan kalkmayacaktır. İktidarını yitiren sömürücü azınlık, sömürü düzenini geri getirmek için karşı-devrim örgütlemeye girişecektir. İşçi sınıfı, burjuvazinin içeriden ve dışarıdan gelecek saldırılarına karşı, devrimci iktidarını korumak, sömürücü sınıfa boyun eğdirmek zorundadır. İşçi devletine bunun için ihtiyaç vardır.
İşçi devleti, toplumun emekçi çoğunluğunun sömürücü azınlığı baskı altında tutabilmesi ve karşı-devrimin başını ezebilmesi için ihtiyaç duyduğu geçici bir aygıttır. Lenin’in de vurguladığı gibi işçi devleti bir yarı-devlet, daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş bir devlettir. İşçi devleti işçi sınıfının sovyetler biçimindeki kendi örgütlülüğünden başka bir şey değildir ve böyle olduğu için de o bürokratik bir devlet olamaz.
Bu devlet iktidarı altında, işçi sınıfı, kendisi de dâhil tüm sınıfları ve kendi devletini ortadan kaldırmanın yolunu döşeyecektir. İşçi iktidarı sosyalizme doğru ilerleyebilmek için ekonominin dümenini eline alacaktır. Bankalar, madenler ve büyük fabrikalar başta olmak üzere tüm üretim araçları işçi devletinin mülkiyeti altına alınacaktır. Ancak şu nokta asla unutulmamalıdır: İşçi devletinin alameti, üretim araçlarının ne kadarının devlet mülkiyeti altında toplandığı değil, siyasal iktidarın işçi sınıfının elinde olup olmadığıdır.
Üretim faaliyetleri, toplumun ihtiyaçları göz önünde bulundurularak bizzat işçiler tarafından ve onların öz-örgütlülükleri aracılığıyla oluşturulacak merkezi bir plan dâhilinde örgütlenecektir. İşçi iktidarı dünya planında yaygınlaştığı ölçüde, üretim anarşisi, işsizlik, rekabet gibi kapitalizme özgü olgular ile birlikte krizler ve savaşlar da son bulacaktır. Herkes yeteneği doğrultusunda çalışabilecek, çalıştığı kadar da toplumsal üretimden payını alacaktır.
Sosyalist topluma varıldığında, dünya ölçeğinde sınıflar, sınırlar ve bir siyasal aygıt olarak “devlet” ortadan kalkmış olacaktır. Herkesin özgür üreticiler topluluğunun bir ferdi olarak kamusal işlerin planlanmasında ve idaresinde görev alabildiği, karar alma süreçlerine katılabildiği bir toplumda kamu işlerinin organize edilmesi ya da üretimin planlanması gibi işlevler siyasi niteliğini yitirmiş olacaktır. İnsanlık kaderini kendi ellerine alacak ve kendi geleceğini bilinçli olarak yaratabilecektir.
Toplumsal üretkenlik ve zenginlik arttığı ölçüde çalışmak bir zorunluluk olmaktan çıkıp zevk haline gelecektir. İşte o zaman, bugüne değin insanların ancak dinsel bir tasavvur olarak betimlemeye çalıştıkları cennet, gökyüzünden yeryüzüne inmeye başlayacaktır. İşte o zaman insanoğlu sınıfsız toplumun üst aşamasına yani komünizme doğru yol alacaktır.
Marksizmin insanlığın tarihsel evrimini irdeleyerek vardığı sonuçlar özetle bunlardır. Marksizm devlet aşığı bir ideoloji değildir, bilakis insanoğlunun devlet denilen illetten nasıl kurtulabileceğini ve özgür üreticiler topluluğu haline gelebileceğini bilimsel olarak öngörebilen yegâne düşünsel akımdır. Marksizm işçi sınıfının devrimci rehberidir, insanlığın kurtuluşu için yol haritasıdır.
Burjuvazinin Marx’ı “kriz profesörü” veya “devletçiliğin papası” gibi tanıtma ve çarpıtarak kendi çıkarları için kullanma çabaları dalavereden ibarettir. Küçük-burjuva sosyalizminin her türden devlet mülkiyetini kutsayan söylemleri ile işçi sınıfının devrimci mücadelesi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık da gayet açıktır.
Marksizmin bilimsel çözümlemelerinin, burjuvazinin devletçi ekonomiye meşruiyet kazandırma çabaları ile ilgisi yoktur. Marx’ın kapitalist ekonomiye ilişkin öngörüleri son krizle birlikte elbette bir kez daha doğrulandı. Ancak sadece kriz dönemlerinde değil, kapitalizmin olağan işleyişi içerisinde de Marx’ın kapitalizme ilişkin çözümlemeleri doğrulanmaktadır; üstelik 150 yıldır…
Marx, sınıf savaşımlarının zorunlu olarak proletaryanın devrimci diktatörlüğüne yol açacağını da öngörmüştü. 20. yüzyıl bu öngörünün ulaşılmaz bir hayal olmadığını ispat etti. 21. yüzyılda proletarya, bu öngörüyü nihai, tam ve geri dönüşsüz bir biçimde doğrulayacaktır.
link: Serhat Koldaş, Devletçilik Marksizm Değildir, 1 Şubat 2009, https://marksist.net/node/2037
Burjuvazinin Davos Toplantıları