Erdoğan iktidarının son yıllarda izlediği dış politika, bazı açılardan, o çok öykündüğü Abdülhamit döneminin denge siyasetini andırıyor. Hatırlanacak olursa son padişahlardan Abdülhamit, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nu en az zararla ayakta tutabilmek için incelikli bir denge siyaseti izlemiş ama neticede muvaffak olamamıştı. Bugünün iktidarı da, büyük güçler arasındaki rekabetten faydalanarak, küresel krizin ve emperyalist savaşın önüne diktiği kayalıklara bindirmeden, giderek su almaya başlamış Türkiye gemisini yürütmeye uğraşıyor. Ancak yola her ne kadar “büyük Türkiye” hayalleriyle çıkılmış olsa da, dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan olma durumu söz konusudur. “İslam âleminin lideri Türkiye” gibi hayalperest söylemler eşliğinde girişilen maceralardan eli boş dönülmüş, gelinen noktada Türkiye emperyalist çekişmenin alanlarından biri haline dönüşmüştür. Yaklaşık yüz yıl sonra Almanya’nın eski dışişleri bakanı tarafından Türkiye’nin “Avrupa’nın hasta adamı” olarak anılması boşuna değildir.
Giderek derinleşen ve bu kez “teğet geçmediği” belli olan ekonomik kriz de, iktidarın izlediği bu siyaseti ciddi biçimde zora sokmuştur. Ekonomik açıdan Batı’ya bağlı olan ve çok ihtiyaç duyduğu yüklü kredileri ancak oradan elde edebilen Türkiye’nin, Batı’yla yaşadığı siyasi gerilimler zaten yeterince çelişkili bir durumken, ekonomik kriz hepten işi karıştırmıştır. İçerde kamuoyuna karşı türlü algı operasyonlarıyla ve medya desteğiyle kuyruğu dik tutmaya çalışan iktidarın uluslararası alandaki prestiji hiç de iyi durumda değildir. Yüz milyarlarca dolar tutarında dış borca sahip Türkiye ekonomisi, kriz ortamında dışarıdan gelecek her kuruşa muhtaçtır. İktidarın, yakın zamandaki tüm çıkışlarına rağmen ABD ve Avrupa karşısında adeta tükürdüğünü yalarcasına geri adımlar atması bundandır.
İktidarın ABD karşısında attığı geri adımlar ve Avrupa’nın (asıl olarak da Almanya’nın) Türkiye’ye arka çıkar görünen tutumları, yukarıda çizdiğimiz tabloyu değiştirecek nitelikte değildir. Rahip Brunson krizinin çözülmesinin ardından, Kaşıkçı vakasının da katkısıyla Türkiye-ABD ilişkilerinde nispeten yumuşama görülse de iki ülke arasındaki ilişkilerin eski haline dönmeyeceği açıktır. ABD’nin İran’a yönelik ambargosunda Türkiye’ye bazı sınırlı muafiyetler tanıması gibi örneklere boyundan büyük anlamlar yüklememek gerekir. Üstelik Türkiye-Almanya arasındaki ilişkide görüntüde yaşanan “olumlu” havanın altında yatanlar hiç de yandaş medyanın resmettiği gibi değildir.
Erdoğan’ın yakın zaman önce yaptığı Almanya ziyaretinde Merkel’le görüşmesinden ve Merkel’in “istikrarlı bir Türkiye, ekonomik büyüme kaydeden bir Türkiye istiyoruz” şeklindeki konuşmalarından yola çıkarak pembe tablolar çizen yandaş medya Almanya’nın tutumunu “ABD’nin saldırgan tutumlarına karşı Türkiye’yi destekliyor” biçiminde tarif etse de gerçeklik bu kadar basit değildir.
Alman emperyalizminin asıl niyeti, Türkiye’nin içine düştüğü zor durumdan faydalanmaktır. “Türkiye’nin batmasına izin vermemeliyiz” diyen Alman burjuvazisinin gözünde Türkiye Erdoğan’dan ibaret değildir ve çok daha derin ve uzun vadeli hesaplar söz konusudur. Meselenin perde arkasında Alman sermayesinin Türkiye’deki yatırımları, verilen krediler vb. gibi ekonomik faktörlerin yanı sıra Almanya ile ABD arasındaki çekişmenin tırmanması yatmaktadır. Zira küresel düzeyde yaşanan hegemonya mücadelesinin taraflarından biri de Almanya’dır.
ABD emperyalizmi, Çin ve Rusya’nın yanı sıra Almanya’yı da rakip bir güç olarak görmektedir. Hegemonya krizi koşullarında Almanya’nın ekonomik ve siyasi hamleleri ABD’yi endişelendirmektedir. Almanya, küresel düzeyde etkinliğini arttırmak ve ABD’den bağımsız bir politik eksen oluşturmak derdindedir. Alman emperyalizmi, özellikle ekonomik gücüne ve AB aracına güvenerek, hegemonya yarışında ayrı bir baş oluşturmanın hesapları içindedir. Türkiye ile olan ilişkisine de bu açıdan bakmakta, ABD’yle arası açık olan Türkiye üzerindeki nüfuzunu arttırmak istemektedir. Türkiye’nin Batı’dan tamamen uzaklaşması Almanya’nın işine gelmemektedir. Çünkü Türkiye, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve Balkanlar’da etkinliğini arttırmak isteyen her büyük güç için önemli bir ülke konumundadır. Dolayısıyla Türkiye üzerinden çekişen ABD, Rusya gibi büyük güçlere Almanya’yı da dâhil etmek gerekmektedir.
İşte bu açılardan bakarsak, mevcut tabloyu I. Dünya Savaşı öncesine benzetmek mümkündür. Osmanlı son döneminde “Avrupa’nın hasta adamı” olarak anılıyordu ve emperyalist güçlerin üzerinde çekiştiği bir ülke durumundaydı. Nihayetinde Osmanlı, Alman emperyalizminin yanında girdiği savaştan büyük bir yenilgiyle, dağılarak, topraklarını kaybederek, milyonlarca insanı savaşta kurban vererek, halkları büyük acılara ve sefalete sürükleyerek çıkmıştı. Osmanlı toprakları emperyalistlerce paylaşılmış ve Osmanlı devleti de tarih sahnesinden silinmişti. Tarih tekerrürden ibaret olmasa ve tıpatıp benzerlikler bulunmasa da, bugünün Türkiye’sinin de benzer tehlikelerle karşı karşıya bulunduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Hegemonya krizi ve Almanya-ABD çekişmesi
Hegemonya krizinin varlığını ve anlamını kavramadan, bugün yaşanan 3. Dünya Savaşını, tarihsel krizi, küresel güç dengelerini ve oyunlarını, büyük emperyalist güçlerin birbirlerine karşı izlediği politikaları da kavramak mümkün değildir. Almanya’nın hamlelerini, Türkiye’yle ilişkisinin niteliğini ve Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu anlamak için de bu gereklidir.
Bugün büyük emperyalist güçler arasında yaşanan hegemonya mücadelesi kuşkusuz yeni bir olgu değildir. Emperyalizm doğası gereği tepede hegemon gücün yer aldığı hiyerarşik bir piramit biçiminde yapılanmıştır ve kapitalizmin tarihi de büyük güçler arasındaki hegemonya mücadelesiyle doludur. I. Dünya Savaşından önceki dönemde devasa bir sömürge imparatorluğuna sahip olan ve sanayi kapitalizminde atılım yapan Britanya dünyanın hegemon gücü haline gelmişti. Başta Alman emperyalizmi olmak üzere emperyalist güçlerin hegemonya mücadelesinin sonucu yaşanan I. ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşlarının ardından ise ABD kapitalist dünyanın liderliğini aldı.
Bu arada, Rusya’da 1917’de yaşanan Ekim Devriminin ve sonrasında gerçekleşen bir dizi başka devrim ve gelişmelerin sonucunda, dünyanın üçte birinden fazlası kapitalist dünyadan kopmuştu. Başını SSCB’nin çektiği bu cephenin varlığının yarattığı özel tarihsel koşullarda kapitalist-emperyalist Batı cephesi ABD’nin hegemonyasında şekillendi. Dünya iki kampa bölündü ve bu iki dünya arasında “soğuk savaş” denen uzun ve gerilimli bir dönem başladı. İki “süper güç”ün yani ABD ve SSCB’nin mücadelesi ekseninde ilerleyen bu tarihsel kesitte, dünya ülkelerinin çoğunluğu da bu temelde pozisyon almak zorunda kaldılar.
Ne var ki, ABD ile SSCB arasındaki güç dengesi temelinde kurulan süreç SSCB’nin yıkılmasıyla son bulduğunda, tüm küresel dengeler bir anlamda altüst oldu ve yeni bir denge ihtiyacının kışkırttığı yeni bir hegemonya mücadelesi de başlamış oldu. Başlangıçta, en büyük rakibinden kurtulan ABD emperyalizmi önemli bir avantaj elde etti ve büyük bir hızla eski Doğu Bloku’nun topraklarını kendi nüfuz alanı haline getirmeye girişti. Ancak bu coğrafyaya gözünü diken sadece ABD emperyalizmi değildi. Dolayısıyla kaçınılmaz bir biçimde Batı kampı da eski “homojen” niteliğini kaybetti ve hegemonya mücadelesi gittikçe daha açık hale geldi. İlerleyen yıllarda, bu kapışmaya kendilerini toparlayan Rusya ve Çin de dâhil oldu. SSCB’nin çöküşüyle başlayan süreçte gelişen hegemonya mücadelesini Elif Çağlı 2005’te şöyle özetliyordu:
“Dünyamız, kıran kırana bir hegemonya kapışmasında yer alacak yeni emperyalist güçlerin sahneye çıkmaya hazırlandığı büyük bir çalkantı dönemine girmiştir. Geçmiş dönemin güçler dengesi gereğince kapitalist sistemin hegemon gücü olmayı sürdüren ABD, karşısına daha önce hesapta bulunmayan yeni güçlerin dikileceğinin farkındadır. Ve aslında bu yeni durumun endişesi içindedir. (…) ABD, «medeniyetler çatışması» veya «uluslararası teröre karşı mücadele» biçimindeki propaganda motifleri içinde yeni bir uluslararası stratejiyi yürürlüğe koymuş bulunuyor. Bu yeni strateji, hegemonya mücadelesini geçmiş dönemin AB veya Japonya gibi bilinen emperyalist güç odaklarına kaptırmamak gibi sıradan hedeflerle sınırlı değildir. Asıl önemli olan geçmiş dönemin emperyalist rakiplerinden çok, gelecek dönemde ABD’nin karşısına dikilecek Rusya ve Çin gibi yeni rakiplerin şimdiden önünü kesebilmektir. Zira ortaya çıkmaya başlayan bu yeni emperyalist güçlerin daha da kuvvetlenmesi, zamanla bunların AB ya da Japonya gibi eski rakiplerle yeni iktisadi bloklar oluşturması, ABD’nin hegemonyasını yalnızca sarsmakla kalmaz. Bu tip gelişme olasılıkları, ABD açısından kendi hegemon konumunu sona erdirme potansiyeli taşıyan gerçek bir tehlike kaynağıdır.”[1]
90’lardan bu yana devam eden bu hegemonya yarışında, ABD halen dünyanın hegemonu olarak liderliğini korusa da rakiplerinin gelişmesini engelleyememiştir, ama yeni bir gücün kendini hegemon olarak tüm dünyaya kabul ettirmesi de şimdilik zor görünmektedir. İşte bu da uzatmalı bir hegemonya krizine yol açmıştır. Ne ABD tartışmasız bir üstünlüğe sahiptir ve bunu tüm diğer güçlere istisnasız kabul ettirebilmektedir, ne de bir başka emperyalist güç ABD’nin yerini alacak denli üstünlük kurabilmektedir. Hegemonya krizi o kadar derindir ki, yaklaşık olarak son 30 yılı kapsayan bu dönemde eski dengeler bozulduğu gibi, bu dengelere göre oluşmuş ittifaklar ve bunların ifadesi olan BM, NATO, AB gibi emperyalist kurumlar da sarsılmıştır.
İşte Batı kampının ABD’den sonra belirleyici güçlerinden biri olan Almanya da, bu nesnel koşullar üzerinde, hegemonya yarışında ilerlemek için önüne birtakım fırsatlar çıktığını düşünmekte ve buna uygun hamleler yapmaya çalışmaktadır. Tıpkı Çin ve Rusya gibi, tek başına ABD’ye kafa tutma ve onun yerini alma gücüne sahip olmayan Almanya, izlediği stratejiler ve politikalarla, Çin ve Rusya ile ABD’nin çizdiği hatların dışına taşan ilişkiler ve ittifaklar geliştirmekte, ABD’ninkinden bağımsız bir eksen oluşturmaya çalışmakta ve kendisinin de hegemonya mücadelesinde başa güreştiğini göstermiş olmaktadır. Almanya’nın emperyalist arzuları yeni değildir ve gerek Birinci gerekse de İkinci Dünya Savaşının başlamasında belirleyici olmuştur. Bu arzuları yüzünden iki kez hem kendi yıkıma uğrayan hem de dünyayı yıkıma uğratan Alman emperyalizmi, II. Dünya Savaşından sonra uzun bir nekahet dönemi geçirmiş ve nihayet 90’lardaki tarihsel dönemeçle birlikte tekrar hegemonya yarışında yerini almıştır.
II. Dünya Savaşı sonrasında, Almanya’nın bu noktaya gelmesinde önemli rol oynayan AB sürecini ve bugün izlediği stratejinin izlerini yine Elif Çağlı’nın satırlarıyla hatırlayalım:
“İkinci Dünya Savaşından çıkıldığında, Avrupa bitkin ve yıkıntılar içinde bir durumdaydı. ABD emperyalizmi ise yükselişini sürdürmekteydi ve tüm dünyada egemen bir güç haline gelmişti. (…) II. Dünya Savaşı yıkımının ivmelendirdiği bir gerileme içinde, Avrupa Amerika’nın yardımına muhtaç hale gelmişti. (…) ABD Avrupa’ya yıkımdan sonraki kârlı bir yeniden inşa sahası, bereketli bir yatırım alanı olarak bakıyordu. ABD’nin Marshall Planıyla Avrupa’ya gelen yardımla birlikte, eski kıtada yeni bir kapitalist canlanma dönemi yaşanmaya başlandı. (…) Diğer yandan, Avrupa pazarının ABD ve Japonya gibi büyük rakipler karşısında korunabilme ihtiyacı da bir gerçeklikti ve bu durum Avrupa ortak pazarına ve gümrük birliğine giden yolu döşedi. Emperyalizm çağında Avrupa ulus-devletlerinin tek başlarına dünya rekabetiyle başa çıkmaları mümkün olmadığından, Avrupa ülkeleri kendi aralarında ekonomik birlik arayışına girdiler. (…) Esas olarak ABD (ve Japon) emperyalizmi karşısında Avrupa ticaret bloğunun yaşatılmaya ve güçlü kılınmaya çalışılması Avrupa büyük sermaye çevrelerinin temel problemi olmuştu. (…) Stalinizmin çöküşünü takiben Almanya’nın Doğu ve Batısının birleşmesi onu ekonomik bakımdan büyük bir potansiyel güç haline getirdi. AB içinde yürümekte olan hegemonya mücadelesinde Alman emperyalizmi atağa geçerek, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovenya, Slovakya’da vb. önemli bir rol üstlenmeye koyuldu. Rus pazarında da diğer rakiplerini geçmeye çalıştı. (…) Almanya, İkinci Dünya Savaşı deneyimi nedeniyle kendi emperyalist tutkularını ancak bütünsel bir Avrupacılık kılığına bürüyerek genişletebileceğinin bilincindedir. Alman emperyalizminin ekonomik gücünü politik, diplomatik ve askeri bakımdan da geliştirmeye ihtiyacı vardır. Rusya ile yakınlaşma çabaları, NATO dışında bir Avrupa Ordusu oluşturma planları, Avrupa federasyonunun kurulabileceği propagandası bunun sonucudur.”[2]
AB’nin rakip bir güç olarak gelişmesini istemeyen ABD, AB sürecini sulandırmaya dönük politikalar izlemiştir. Genişleme sürecinde kendine yakın ülkeleri AB’ye sokmaya çalışmış, Almanya’nın Doğu Avrupa’yı etkisi altına almasının önünü kesmek için Yugoslavya savaşını kışkırtmış, başta Polonya ve Baltık ülkeleri olmak üzere, çeşitli Avrupa ülkeleriyle ikili güvenlik ve savunma anlaşmaları yaparak AB’yi bölmeye çalışmıştır.
Ancak ABD’nin tüm engelleme ve sulandırma girişimlerine rağmen AB’nin genişlemesi devam etmiş ve avro ile de doların küresel egemenliğine önemli bir darbe vurulmuştur. Dünyanın dördüncü büyük ekonomik gücü haline gelen Almanya, AB sayesinde Doğu Avrupa’yı kendi nüfuz alanı haline getirmeyi ve BM Güvenlik Konseyi’nin daimi fahri üyesi haline gelmeyi başarmıştır. İngiltere hariç AB ülkeleri, ABD’nin Ortadoğu’yu kendi nüfuz alanı olarak şekillendirmek amacıyla başlattığı Afganistan ve Irak işgaline de karşı çıkmıştır. AB’nin bu karşı duruşu, ABD’nin Afganistan ve Irak işgalinde somutlansa da bu örneklerle sınırlı değildir. Asıl olarak ABD’nin “yeni dünya düzeni” adını verdiği uzun vadeli stratejilerine de bir itirazdır. AB’yi bir araç ve kalkan olarak kullanan Almanya, Rusya, Çin ve İran’la kurduğu ilişkilerle de ABD’nin genel politikalarına ters düşen işler yapmaktadır.
ABD’yle içinde bulunduğu bu çekişmede Almanya’nın en büyük zaafı, askeri açıdan büyümesinin önünde bulunan engellerdir. II. Dünya Savaşından kalma kısıtlamalar halen devam etmektedir. Bu durum da, NATO harici bir Avrupa Ordusu kurma çabalarına rağmen, ABD’nin Avrupa üzerindeki askeri vesayetinin sürmesi sonucunu doğurmaktadır. ABD’nin Almanya’da bulunan üç yüze yakın üssü ve Avrupa’nın geri kalanında da yüzlerce üssü bulunması bunun açık bir kanıtıdır.
ABD’nin özel olarak ilgilendiği hususlardan biri Almanya-Rusya yakınlaşmasıdır. Almanya ile Rusya arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkilerin geldiği düzey ABD’yi ziyadesiyle korkutmaktadır. ABD, bu yakınlaşmayı sabote etmek için her fırsatı kullanmaktadır. Ukrayna meselesinde alınan tutumlarda bu politikaların izleri rahatlıkla görülecektir. Örneğin Almanya, Ukrayna’nın AB üyeliğine yeşil ışık yakarken NATO üyeliğine karşı çıkmıştır. Benzer şekilde Gürcistan’ın NATO üyeliğine de destek vermemiştir. Oysa bu iki ülke, ABD’nin Rusya’yı çevreleme siyasetinde kilit öneme sahip ülkelerdendi. Bu nedenle de ABD, Ukrayna’nın Almanya’nın kontrolündeki bir AB’ye girmesini ve bu temelde Rusya ile AB arasında daha da yakınlaşma yaşanmasını engellemek için Ukrayna’da 2013 sonundaki karışıklıkların çıkmasında aktif rol oynamıştır. Sonuçta da Rusya’nın AB ve NATO’yla ilişkilerinde derin kırılmalar yaşanmış, olası bir Almanya-Ukrayna-Rusya ekseninin önü şimdilik kesilmiştir. Bugün Ukrayna, bizzat ABD tarafından silah ve cephane almak için borçlandırılmakta, adeta silah deposu haline getirilerek Rusya’yla olası bir çatışmanın zemini döşenmektedir.
Almanya, hegemonya yarışında ayrı bir baş çekecek güce sahip olmadığından ve henüz çıkarları gereği karşı kampa geçmeyi uygun görmediğinden, ABD’nin başını çektiği Batılı kampta yer almayı sürdürmekte, ABD’nin Rusya ve Çin’i zayıflatmaya dönük stratejisine fazlaca karşı çıkmamakta ve hatta bundan yararlanarak onları kendi eksenine çekmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda ABD’nin Obama döneminde izlediği politikalar Almanya’nın işine geliyordu ama Trump dönemiyle birlikte işler değişmiştir. Trump’ın, ABD emperyalizminin çıkarlarını açıktan öne alan küresel ekonomi-politikaları izlemesi, zaman zaman Batılı kampın içinde yer alan diğer emperyalist güçleri hiçe sayması, NATO-BM gibi emperyalist kurumlarda diğer Batılı emperyalist güçleri daha fazla ekonomik sorumluluk almaya zorlaması, Ortadoğu’da ve paylaşım kavgasına konu olan diğer bölgelerde sadece kendi çıkarlarını gözeten politikalar izlemesi vb, Almanya’yı yeni adımlar atmaya itmekte ve işini de zorlaştırmaktadır. Son zamanlarda ABD-Türkiye arasındaki gerginlikte Almanya’nın aldığı pozisyonun arka planını işte bunlar oluşturmaktadır.
Abdülhamit’ten Erdoğan’a “hasta adam” Türkiye ve Almanya ile ilişkiler
Türkiye’nin durumundan yararlanmak isteyen Almanya’nın en büyük kozu ekonomik ilişkiler ve tarihsel arka plandır. Alman emperyalizminin Türkiye’yle Osmanlı dönemine dayanan köklü ilişkileri söz konusudur. I. Dünya Savaşı öncesindeki dönemde, tıpkı şimdi olduğu gibi büyük güçler dünyayı yeniden paylaşmak için kıyasıya bir kavgaya tutuşmuşlardı ve Osmanlı da geniş ve iştah kabartan topraklarıyla bu paylaşım kavgasının alanı haline gelmişti. Büyük Savaş başlayıncaya kadar Osmanlı zaten epeyce toprak kaybetmişti ve dağılan bir imparatorluk görünümündeydi. Abdülhamit döneminde izlenen “denge siyaseti”yle bu emperyalist kapışmadan uzak durabileceğini hatta aradaki rekabetten yararlanarak çıkar sağlayabileceğini düşünen egemenlerin bu hayallerinin yıkılması fazla uzun sürmedi. Kızışan güç mücadelesi Osmanlı’yı da taraf olmaya itti. Savaşın kaçınılmazlığının farkında olan egemenlerin bir kısmı İngiltere ve onun müttefiklerine yanaşmak gerektiğini savunurken, iktidarı bir darbeyle ele geçiren İttihatçı paşalar Almanya’nın yanında yer almayı çıkarlarına daha uygun görüyorlardı. Onlara göre, hızla gelişen ve büyük güçlerden biri haline gelen Almanya’nın yanında, yani kazanacak tarafın yanında savaşa girilirse Osmanlı dağılmaktan kurtarılacağı gibi yeni bir Türk-İslam İmparatorluğu kurmak da mümkün olabilirdi. Bu Turan hayalleriyle Osmanlı’yı savaşa sokan İttihatçı paşaların nasıl belalara ve acılara yol açtığı ortadadır. Sonuçta Almanya’yla birlikte Osmanlı da yenildi ve çöktü. Topraklarının büyük bölümü de kazanan emperyalist güçlerce paylaşıldı.
O dönemle bugün arasındaki paralellikler dikkat çekicidir. Akılda tutulması gereken birinci husus, “denge siyaseti” veya benzeri dış politikalarla hareket eden egemenlerin, emperyalist kapışma kızıştıkça taraflarını netleştirmek zorunda kalacaklarıdır. İkinci husus, egemenlerin ülkeyi çeşitli türden maceralara sokmalarının getirdiği acıların, felâketlerin kaçınılmazlığıdır. İktidar, “İslam âleminin lideri” olma hayalini söylem düzeyinde sürdürse bile, bugünün koşullarında bunun gerçekleşmeyeceğini, aksine ortada kendisi için ciddi bir beka sorunu olduğunu görmektedir. Ortadoğu’da süregiden emperyalist savaş kapanı gittikçe daralmakta, bu da Türkiye gibi ülkeleri sıkıştırmaktadır. Neticede büyük emperyalist güçlerin amacı uzun vadede Ortadoğu haritasını kendi nüfuz alanlarına göre yeniden şekillendirmektir ve Türkiye, İran gibi bölge gücü olma iddiasındaki ülkeler de paylaşım kavgasında taraftırlar.
Şimdilik çok öne çıkmasa da, Ortadoğu’daki bu paylaşımdan pay kapmak isteyen emperyalist güçlerden biri de Almanya’dır. Zaten Almanya, Fransa ve İngiltere gibi bölgede tarihsel arka planı bulunan emperyalist güçlerin Ortadoğu kapışmasında kendilerine önemlice paylar istememeleri düşünülemez. Fakat özellikle Almanya’nın, tam da yukarıda bahsettiğimiz özgül durumundan ötürü, Rusya, İran ve Türkiye ile ABD ekseninin dışına taşan ilişkiler kurmaya uğraşması boşuna değildir. I. Dünya Savaşını önceleyen süreçte Almanya, İngiltere ve Fransa gibi rakiplerinin önüne geçerek iktidardaki İttihatçı paşalarla özel ilişkiler kurmuş, Osmanlı’ya askeri ve altyapı yatırımları yapmış, örneğin o dönem için devasa bir proje olan Berlin-Bağdat demiryolu hattını hayata geçirerek Osmanlı üzerinde ciddi bir nüfuz kazanmış, İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarına ters yönde adımlar atılmasını da sağlamayı başarmıştı. Almanya ile kurulmuş bu ilişkiler, Osmanlı’nın yerini alan yeni Türkiye tarafından da devam ettirilmiş, hatta II. Dünya Savaşını önceleyen süreçte, Avrupa’da güçlü biçimde esen faşizm rüzgârı Türkiye’yi de etkilemişti. İktidarı elinde tutan Kemalist bürokrasinin önemli bir kesiminin Hitler’e ve Nazizme olan sempatisi unutulmamalıdır. Ancak nihayetinde Almanya II. Dünya Savaşından da yenik çıkmış ve kapitalist dünyanın yeni lideri ABD’nin hegemonyasında yeni bir dünya şekillenmeye başlamış, Türkiye de Batı kampında yerini almıştır. Bu dönemde Almanya-Türkiye arasında siyasi ve ekonomik ilişkileri belirleyen de bu olmuştur. Bu noktada altını çizmek gereken özel bir nokta, Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusu ve sürecidir. 1963 yılında Türkiye’nin AET ile ortaklık anlaşması imzalaması ile başlayan bu süreçte, Almanya ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkilerde önemli bir ilerleme yaşanmıştır. Bugün Almanya ile Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin hacmi 36,5 milyar dolardır. Almanya, Türkiye’nin ihracatında 15,1 milyar dolarla birinci, ithalatında ise 21,3 milyar dolarla ikinci sıradadır. Almanya’nın Türkiye’deki yatırımlarının değeri de 10 milyar dolara yakındır.
Bu ekonomik tablonun ilişkilerin siyasi boyutuna da ciddi yansımaları olmuştur. Ancak, ABD’yle çekişme içindeki Almanya açısından Türkiye tam anlamıyla güvenebileceği bir siyasi partner olmamıştır. Türkiye’nin AB macerası bu açıdan önemli bir örnektir. Almanya’ya göre Türkiye’nin AB’ye üye olma girişimi asıl olarak ABD’nin AB’yi sulandırma, içeriye Truva atı sokma politikalarının uzantısıdır. Erdoğan-AKP iktidarının, özellikle 2013’ten bu yana Batı’yla arayı geren politikalar izlemesi de bu tabloyu pekiştirmiştir. Genelde Batılı ülkeler, özelde de Almanya açısından, Erdoğan iktidarının tercih edilebilir bir yanı olmadığı sır değildir. Ne var ki, sırf Erdoğan’dan dolayı, Almanya’nın yorganı yakmak gibi bir niyeti de yoktur. Uzun yıllardır elinde tuttuğu Türkiye gibi bir pazarı kaybetmeyi göze alamamaktadır. Dolayısıyla siyasi ilişkiler zaman zaman aşırı gerilimli bir hal alsa da ekonomik ilişkiler devam etmiştir.
Sonuçta, hegemonya yarışında yol katetmek için uzun zamandır yoğun çaba harcayan Almanya, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik krizi ve ABD’yle yaşadığı gerilimi önemli bir fırsat olarak görmektedir. Almanya’nın son zamanlarda Türkiye’ye arka çıkar görünmesinin ve siyasi gerilimi düşürme yönünde hareket etmesinin nedeni budur. Almanya, Erdoğan iktidarının tüm efelenmelerine ve iç kamuoyuna yönelik tüm propagandasına rağmen, ekonomik açıdan ne denli zor durumda ve kendisine muhtaç olduğunun, siyasi açıdan da uluslararası alanda ne kadar sıkışmış bulunduğunun farkındadır. Türkiye’nin bu durumunu ustalıkla değerlendirerek nüfuzunu arttırma gayretindedir.
Erdoğan iktidarı açısından bakıldığında da, Almanya ile ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesi ve siyasi destek alınması hayati derecede önemlidir. Türkiye ekonomisi ciddi bir krizin içindedir ve yurtdışı kredilere/borçlara duyulan ihtiyaç hiç olmadığı kadar artmış durumdadır. Tekrar IMF’nin kapısına gitmeyi siyasi açıdan oldukça dezavantajlı bulan iktidar, Almanya ve diğer AB ülkeleriyle el altından pazarlıklar yürüterek kredi akışını sağlamaya uğraşmaktadır. Almanya’yla ilişkilerin düzelmesinin diğer AB ülkeleriyle de gerilimi azaltacağını uman iktidar, bu açıdan yakalanan olumlu havayı devam ettirmek niyetindedir.
Ne var ki, tarafların niyetleri ve planları, sürecin onların istediği yönde ilerleyeceğinin garantisi değildir. Her iki taraf açısından da çeşitli pürüzler söz konusudur. Almanya, hegemonya yarışında ilerlemek için çeşitli ataklar yapsa da (ki Türkiye’ye yönelik son dönemdeki arayı düzeltme çabası bu ataklardan biridir demiştik), henüz ABD’yi hepten karşısına alacak ve onun çizgisine hepten ters düşecek adımlar atacak güce sahip değildir. Dolayısıyla da işini daha bir alttan yürütmek zorundadır. Ayrıca Erdoğan iktidarının güvenilmezliği ve ekonomik-siyasi istikrarsızlık da riskleri arttırmaktadır. Eylül sonundaki görüşmelerde Almanya’nın, “güvenin yeniden tesisi” için sıraladığı beş maddeyi bu bağlamda okumak gerekir: “Hukukun güvenliği güçlendirilmeli, demokratik kurumlar işler hale getirilmeli, Merkez Bankasının bağımsızlığı sağlanmalı, Gümrük Birliği kurallarına bağlı kalınmalı ve yeni yatırımlar için çerçeve koşullar iyileştirilmeli.” Almanya’nın öne sürdüğü bu talepler Türkiye’deki rejimin 2010 öncesine dönmesini hedeflemektedir. Ancak bunun mümkün olmadığı açıktır. Dolayısıyla Almanya-Türkiye arasındaki ilişkilerde kısa vadede fazla sürpriz olmayacağı da açıktır.
Öte yandan Türkiye açısından da umduğunu tam anlamıyla bulamaması yüksek ihtimaldir. Türkiye’nin durumunu fırsata çevirmek isteyen Almanya’nın, öyle kolayından kredi musluğunu açmayacağı ve yatırımlara hız vermeyeceği aşikârdır. En önemlisi, krizde olan sadece Türkiye ekonomisi değildir, tüm dünya ekonomisi uzun dönemli, tarihsel bir krizin içindedir. Almanya’ya ilişkilerdeki olumlu havanın, diğer Batılı ülkelerle ilişkilerde otomatik bir iyileşme sağlaması da olası değildir. AB kendi içinde homojen bir birlik olmadığı gibi, Türkiye’deki siyasi iktidarın güvenilmezliği halen önemli bir faktördür. Üstelik ABD’nin kimi AB ülkeleri üzerindeki nüfuzunu da atlamamak gerekir.
Erdoğan iktidarının, bu tablo karşısında, üstelik kapitalizmin tarihsel krizine eşlik eden hegemonya krizine ve III. Dünya Savaşına rağmen, ülkedeki krizin çöküşe dönüşmesini daha ne kadar erteleyebileceği bir muammadır. Böylesi bir ekonomik çöküşün Erdoğan’ın içerideki siyasi prestijini ciddi biçimde sarsacağı da bellidir. İşte bu riskler altında gemisini kayalıklara bindirmeden yürütmeye çalışan Erdoğan iktidarının işi gerçekten de zordur.
[1] Elif Çağlı, Küreselleşme - Eşitsiz ve Bileşik Gelişme, Haziran 2005, marksist.com
[2] Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Nisan 2003, marksist.com
link: Kerem Dağlı, Hegemonya Krizi, Almanya ve “Hasta Adam” Türkiye, 9 Kasım 2018, https://marksist.net/node/6527
Küresel Kapitalizm, Küresel Felâket
1936-37 General Motors İşgali