İşçi hareketinde devrimci ve reformist eğilimi birbirinden ayırt etmek maksadıyla günümüzde de kullanılan Bolşevik ve Menşevik kavramlarının kökü 1900’ler Rusya’sına kadar uzanıyor. Bu kavramların siyasal literatüre yerleşmesi, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin (RSDİP) 1903 yılında toplanan II. Kongresindeki bir bölünmenin ürünü olmuştu. Örgütsel sorunlarda Rus sosyal-demokratları arasında gelişen farklılıklar, 1903 kongresine damgasını basan tüzük tartışmalarıyla açığa çıkmış ve RSDİP Bolşevik ve Menşevik olarak adlandırılan iki parçaya bölünmüştü. Rusçada çoğunluk anlamına gelen Bolşevik sözcüğü, kongrede merkez komite ve Iskra yazı kurulu seçimlerinde delegelerden daha fazla oy almaları nedeniyle Lenin’in başında bulunduğu kanadı adlandırıyordu. Menşevik sözcüğü ise azınlık demekti ve II. Kongrede Martov’un temsil ettiği kanadı nitelemekteydi.
Vaktiyle Rus işçi hareketi içinde yaşanan bu Bolşevik-Menşevik bölünmesinin üzerinden nice yıllar geçmiş bulunuyor. Artık ne bu bölünmeye sahne olan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi mevcut ne de Ekim Devriminin öncüsü ve Komünist Enternasyonal’in kurucusu olan Bolşevik Komünist Partisi. Bolşevik ve Menşevik eğilim arasında sürüp giden mücadelenin izlerini taşıyan Sovyetler Birliği bile artık tarihe karışmış durumda. Fakat bütün bu değişimlere karşın, Bolşevik ve Menşevik kavramları, dünya işçi hareketindeki iki farklı eğilimi niteleyen genelleşmiş içerikleriyle günümüzde de yaşam sürdürüyorlar. Bugün işçi sınıfının gerek ulusal gerekse enternasyonal düzeydeki mücadelesinde devrimci yaklaşımları temsil eden bir Bolşevik eğilimin yanı sıra, reformizmin temsilcisi olan bir Menşevik eğilimin de varlığını sürdürdüğünden söz etmek bu nedenle yanlış olmayacak.
Ne var ki günümüz dünyasında devrimci işçi hareketinde ulusal ve enternasyonal düzeyde henüz bir toparlanma sağlanamadığından, bu farklı eğilimler de kendilerine ait net siyasal ve örgütsel ifadelere kavuşabilmiş değiller. Bu yüzden, bugün devrimci işçi hareketinin sürekliliği bağlamında sahip çıkılması gereken gelenek düzeyinde de yoğun bir bulanıklık ve karışıklık varlığını sürdürüyor. Günümüzde Stalinist gelenekten henüz tam anlamıyla kopmayı başaramamış bazı sosyalist çevreler arasında Bolşevik anlayışın izlerini bulmak mümkün olacağı gibi, Troçki’nin takipçisi olduklarını iddia eden sosyalist çevreler arasında da Menşevik anlayışla yüz yüze gelmek bu nedenle hiç de sürpriz teşkil etmeyecektir.
Kimileri görmezden gelmek istese bile, yaşanan onca tarihsel olaydan sonra devrimci işçi hareketinde biriken devasa sorunların üzerinden atlayıp geçmek asla mümkün değildir. Aslında devrimci işçi hareketinin düze çıkabilmesi için, böyle bir niyete sahip tüm siyasal çevrelerin geçmişleriyle esaslı biçimde hesaplaşıp yeni sentezler temelinde yola koyulmaları mutlak bir zorunluluk oluşturuyor. Devrimci Marksizm temelinde yeni sentezler için ter akıtmayanlar, gelenek sorununu da donmuş şablonlara indirgiyorlar. Bu durumda geçmişin şabloncu mirası geleceği boğuyor. Tüm bu olumsuz tabloya karşın, biz sonuna kadar inanıyoruz ki, doğrular uğruna yürütülen canlı mücadele, ihtiyaç duyulan yeni sentezleri de er geç yaratacaktır.
Bolşevik-Menşevik ayrışması
RSDİP’in II. Kongresinde Bolşevik-Menşevik bölünmesiyle sonuçlanan örgütsel ayrılıklar, esasen tüzüğün üyeliğe dair maddesi tartışılırken su yüzüne çıkmıştı. Bu madde çerçevesinde Lenin tarafından kongreye sunulan öneriye göre, parti programını kabul eden ve partiyi hem maddi olarak hem de parti örgütlerinden birine bizzat katılarak destekleyen kişiler parti üyesi sayılmalıydı. Bu öneri aslında Leninist parti anlayışının özünü oluşturan temel bir unsuru içeriyordu. İşçilerin devrimci partisi, merkezi çekirdeğinden tüm kollarına dek her kademesinde örgütlü birimlerin iradesiyle mücadele yürüten disiplinli ve organik bir bütün olmalıydı. Kongrede Lenin’in önerisi karşısında ise, Martov tarafından yazılan ve kongrece benimsenen üyelik maddesi yer aldı. Buna göre, parti programını kabul eden, partiyi malî yönden destekleyen ve partinin örgütlerinden birinin yönetimi altında partiye düzenli olarak kişisel yardımda bulunan herkes parti üyesi kabul edilmeliydi.
RSDİP kongresinde Bolşevik-Menşevik bölünmesine neden olan bu farklı üyelik tanımları arasındaki ayrım ilk bakışta “ufak” gibi görünse de, gerçekte iki ayrı örgütlenme anlayışının ifadesidir. Menşevikler Lenin’in üyelik anlayışını fazla katı ve merkeziyetçi bulmuşlar ve örgütlere bağlı üyelik kriterinin, partiye yardıma hazır kişileri dışlamak anlamına geleceğini iddia etmişlerdir. Bu tür iddialara şaşmamak gerekir. Zira Menşeviklerin parti anlayışı, herhangi bir parti örgütüne bağlı olmayan ve dolayısıyla denetlenemeyen şekilsiz bir üyeler topluluğu anlamına gelmektedir. Menşevik parti, kitlesellik adına gerçekte örgütsüz ve kof bir yığına eşitlenmektedir.
Rus devrim deneyimi, örgütsel sorunlarda sergilenen gevşek ve oportünist tutumların, devrimci strateji ve taktikler alanında da reformist ve uzlaşmacı tutumlarla bütünlendiğini gözler önüne serer. Nitekim Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki ayrılığın yalnızca örgütsel sorunlarla sınırlı olmadığı, daha 1905 Rus devrim sürecinden itibaren kanıtlanmıştır. Bolşevik eğilim işçi sınıfını devrimci bir iktidara ilerletecek taktikler üzerinde yoğunlaşırken, Menşevik eğilim işçi sınıfını burjuvaziyle uzlaşma çizgisine sürüklemiştir. Lenin’in ünlü İki Taktik adlı kitabında ele aldığı ve aslında 1905 devrim sürecinde iki ayrı strateji anlamına gelen Bolşevik taktiklerle Menşevik taktikler arasındaki büyük ayrım bu konuya ışık tutar.
Rusya’da gerçekleşen 1917 Şubat ve Ekim Devrimleriyle zenginleşen tarihsel deneyim, Bolşevik-Menşevik bölünmesinin başlangıçta tahmin edilenin çok ötesi bir derinlikte olduğunu, tamamen ayrı iki siyasal anlayışa denk düştüğünü iyice açığa çıkarmıştır. Ayrıca, bölünmeyi takip eden yıllar içinde parti birliği adına Bolşevik ve Menşevik parçaların yeniden birleştirilmesi girişimleri olmuş ama uzlaşmaz siyasal farklılıklar nedeniyle bu girişimler tutmamıştır. Neticede Bolşevik ve Menşevik siyasal hat, ayrı ayrı kendi parti oluşumlarını yaratarak Rus devrim sürecinde farklı tarihsel roller oynamışlar ve bu farklı özellikleriyle tarihe mal olmuşlardır.
Menşevizmin başlıca özellikleri
Genel bir eğilim olarak Menşevizm, işçi hareketindeki burjuva etkisinin ürünü olan oportünizm, reformizm, revizyonizm gibi sapmalarla yakından ilişkilidir. Marksizmi açıkça inkâr eder görünmeyen Menşevizm, onu liberal burjuvazinin kabul sınırlarına doğru çekiştirerek deforme eder. Rusya örneği ve çeşitli ülkelerin deneyimi, sınıf mücadelesinin kızıştığı süreçlerde Menşeviklerin işçi sınıfını düzen sınırlarına hapseden siyasetlerle oyaladıklarını gözler önüne serer. Menşevizmin fiiliyatta işçi sınıfının başına ne gibi belâlar açabileceğini çarpıcı biçimde anlatan örneklerden biri de, Türkiye’de 12 Eylül 1980 faşist darbesine ilerleyen süreçte yaşananlardır. O süreçte dönemin yasalcı sosyalist partilerinin yanı sıra resmi komünizmin temsilcisi TKP’nin reformist liderliği de, işçi sınıfını devrimci mücadeleden alıkoyan ve böylece yenilgiye sürükleyen Menşevik anlayışlar sergilemişlerdir. Dünya işçi hareketinin tarihinde yer alan bu gibi örneklerin Menşevizmle ilgili olarak akla getirdiği tüm özellikler, aslında günümüz Menşeviklerini de doğrudan ilgilendirmektedir.
Menşevikler devrime inanan işçiler nezdinde inandırıcı olabilmek maksadıyla “devrim” sözcüğünü sık sık ağızlarına alsalar bile, sosyalizmi işçi devriminin değil bir reformlar sürecinin ürünü olarak tasarlarlar. Oysa reform ve devrim, tarihsel ilerlemenin keyfe göre seçilecek çeşitli yöntemleri değildir. Devrim kavgası reformlar uğruna mücadeleyi dışlamaz, ama sosyalizme reformlar yoluyla ulaşılabileceği iddiası bambaşka bir anlam ifade eder. Reformistler tarihsel gerçekleri bilinçli şekilde çarpıtırlar. Kendi savundukları düzen değişikliği fikrini, zamana yayılmış barışçı bir “devrim” olarak kitlelere empoze etmeye çalışırlar. Reformizme teslim olan siyasi örgütler hangi sıfatları kuşanırlarsa kuşansınlar, bu tür çarpıtmalar reformistlerin özsel niteliğidir ve geçmişten geleceğe taşınmaktadır.
Oysa kapitalizmi tasfiye edip sosyalizme yolu açacak bir sosyal düzen değişikliği, ancak eski düzeni köklerine dek yıkan ve tarihsel süreçte büyük sıçramalar yaratan bir işçi devriminin ürünü olabilir. O nedenle de devrimci program ile reformizm arasında niceliksel değil niteliksel bir fark vardır. Bu niteliksel farkın en çarpıcı biçimde kavranabileceği nokta, devlet ve iktidar sorununa nasıl yaklaşıldığıdır. Menşevizm “işçi iktidarı” ya da “işçi hükümeti” gibi kavramları yeri geldiğinde ağzından düşürmese de, bu hedeflerin içini tamamen boşaltır. Zira bunlara ulaşmayı mümkün kılacak devrimci görevlerin kabulünden yan çizer. Ve işte bu noktada da yakayı ele verir. Menşevikler her daim, bürokratik devlet aygıtının yıkılıp parçalanması zorunluluğunu açık ya da utangaç biçimde inkâr etmişlerdir. Bu gibi zorunlu görevler yerine, kendi icatları olan “devletin politik açıdan demokratikleştirilmesi” ya da “devlet aygıtının kötü bürokratlardan temizlenmesi” gibi muğlâk “görevler” ikame etmişlerdir. Bu özellikleriyle Menşevizm, son tahlilde düzen içi bir nitelik taşır ve hiçbir vitrin süsü bu gerçekliği değiştirme kudretine sahip değildir.
Devrimci öncü parti anlayışının açık veya örtük biçimde reddi de Menşevizmin tipik özellikleri arasında yer alır. Ancak göz ardı etmemek gerekir ki, bu açıdan Menşevik organizasyonlar arasında bazı farklılıklar vardır. Merkezciliğe yakın duran Menşevikler Leninci parti anlayışını açıkça inkâr edemedikleri noktada, Lenin’i Lenin’in arkasına sığınarak yalancı çıkarmaya çalışırlar. Lenin’in Ne Yapmalı kitabında yer alan son derece önemli bazı açılımlarını, daha sonra 12 Yıl Derlemesi adlı çalışmasıyla geçersiz kıldığı yolundaki “kurnaz” değerlendirmeler buna örnektir. Netice olarak vurgulamak istersek, genelde ve günümüzde Bolşevik ve Menşevik eğilime iki farklı parti tipi ve iki farklı mücadele anlayışı denk düşmektedir.
Burjuva düzene ve burjuva siyasetlere yaklaşımda ve çeşitli düzeylerdeki örgütsel sorunlarda ilkesiz tutumlar geliştirmek Menşevizmin düsturudur. İlkesizlerin, işçi sınıfını kurtuluşa götürecek devrimci amaçlarla uyuşmayan araçlar belirlemek ve kendi siyasi çıkarları doğrultusunda ürettikleri bu araçları mubah göstermek gibi tamamen oportünist bir yaklaşımları da vardır. Neye hizmet ettiği ve edeceği belli olmayan “işçi kitle partisi” çağrılarıyla siyaset yürütmeye çalışmak veya bıktırıcı bir “birlik çığırtkanlığı” üzerinden siyasi varlık kazanmaya çalışmak bu bağlamda akla gelen başlıca örnekler olarak sıralanabilir. Oportünistler kendi dar siyasi varlıkları açısından günü kurtarmaya hizmet eden bir siyaset anlayışıyla, işçi hareketini burjuva etkisine büsbütün açık hale getirmektedirler.
Çeşitli tarihsel örnekler incelendiğinde görülecektir ki, devrimci Marksizme sahip çıkar gibi görünüp pratikte yanlış yollara sapmak, ortaya en iyi ihtimalle merkezci eğilimleri, daha kötüsüyle ise Menşevik çizgide yapılanmaları çıkarmıştır. Bu hem Stalinist hem de Troçkist gelenek açısından böyledir. Reformizme ve burjuva yasalcılığına prim verilerek, oportünist politikalar izlenerek de bir siyasal örgütlenme yaratılabilir, ama bu tür örgütlerin proleter devrimlere önderlik edemeyeceği bugüne dek yaşanmış onlarca örnekle sabittir.
Devrimci mücadelenin vazgeçilmez ilkelerini ellerinin tersiyle bir kenara itip sözde başarılar peşinde koşanlar, oportünizmin ve Menşevizmin batağına sürüklenmeye mahkûmdurlar. Üstelik işçi hareketinde oportünist ve Menşevik bir bataklığı yaratan bazı nesnellikler vardır ve dolayısıyla bunlara karşı her daim uyanık olunması da farzdır. Yıllar önce Rosa Luxemburg’un dediği gibi, işçilerin bizzat kendi devrimci faaliyetleri ve siyasal sorumluluk duygularının yoğunlaşmasından başka hiçbir şey, işçi hareketini hırslı entelektüellerin suiistimallerinden koruyamaz.
Burjuva düzenden tam anlamıyla kopamamaları ve okumuşlara özgü yalpalamaları nedeniyle Menşevizm bir aydın eğilimi olarak da nitelenebilir. Varolan yetenek ve bilgilerini işçi-emekçi kitlelerin kurtuluş mücadelesine adamış olumlu aydın örnekleri bir yana bırakılacak olursa, genelde aydınların işçi sınıfının yaşam koşullarına yabancı ve burjuva düzene bin bir iplikle bağlı oldukları göz ardı edilemez. Her zaman maddi çıkarlar peşinde koşmasalar bile, aydınların ün ve kariyer düşkünlüğü yaygın bir özelliktir. O nedenle aydın unsurların devrimci işçi hareketiyle sağlıklı biçimde bütünleşebilmeleri, ancak onların bu sınıfsal zaaf ve alışkanlıklarıyla amansızca mücadele etmeleri ve devrimci ideolojiyi içselleştirmeleriyle mümkündür. Bununla birlikte aydınlar, devrimci bilinçle donanarak komünistleşen işçilere oranla oportünizm tarafından baştan çıkarılmaya her zaman daha yatkındırlar.
Lenin aydın unsurların genelde kolay kolay disipline gelmemelerini ve örgütlü mücadelenin kurallarına boyun eğmemelerini onların toplumsal kökenlerine bağlar. Söz konusu aydın unsurları yalnızca bireycilik eğilimleri nedeniyle değil, oportünizmleri nedeniyle de suçlar. Rus sosyal-demokrasisindeki reformist eğilimlerin gelişmesinin başlıca sorumlusu bu tip aydınlardır ve onların anlayışları oportünist sapmaları ve Menşevizmi üretmiştir. Farklı ülkeler, taşıdıkları farklı özellikler nedeniyle, aydın oportünizminin de değişik yoğunluk ve biçimdeki tezahürlerini gözler önüne sermiştir.
Türkiye gibi ülkelerde yakın bir zamana kadar aydın kesimler Batı’ya oranla çok daha fazla küçük-burjuva özellikler sergilediler. Fakat buna karşılık, kendinden feragat etmenin de daha yoğun örneklerini ortaya koydular. Batı Avrupa aydını ise, nicedir, kendi “ego”suna tapınmaya pek meraklı olan bir tip yarattı. Bu aydın tipi, burjuva devrimler dönemine özgü olan ve olumlu özellikler taşıyan münevvir (aydınlatan) tipin yok olduğu koşulların ürünüdür. Çürüyen kapitalizm, nesnel olarak işçileşmelerine rağmen toplumsal yaşamda kendilerini işçilerden üstün ve ayrıcalıklı hisseden yozlaşmış okumuşları yaratıyor. Bu tip, sosyalist mücadele içinde Menşevizmin başlıca kaynağını oluşturuyor ve Batı Avrupa Marksistleri arasında böylelerini çokça bulmak mümkün. Ama Türkiye gibi kapitalizme geç giren ülkelerde, çürüyen kapitalizmin baş döndürücü bir hızla yol aldığını ve okumuş kesimlerde Batı’dakine benzer bir yozlaşmayı yarattığını da asla unutmayalım.
Troçki’den Troçkizme
Vaktiyle RSDİP içinde farklı eğilimler temelinde cereyan eden ayrışma Bolşevik-Menşevik bölünmesiyle yol almış ve bu bölünme iki ayrı parti örgütlenmesiyle sonuçlanmıştı. Lenin ve yoldaşlarının çabası temelinde biçimlenen ve daha sonra Komünist Parti adını alan Bolşevik Parti, 1917 Ekim Devriminde gösterdiği başarılı önderlikle işçi sınıfının devrimci partisi olduğunu dosta düşmana kanıtladı. Bu durum o dönemde Enternasyonal örgütlenme alanında da olumlu yansımasını buldu ve Bolşeviklerin öncülüğünde işçi sınıfının Komünist Enternasyonali dünyaya gözlerini açtı.
Menşevik Parti ise, 1914 yılında gerçekleşen çöküşten sonra artık burjuva sol eğilimin uluslararası bir örgütüne dönüşen II. Enternasyonale (Sosyal-Demokrat Enternasyonal) bağlılığını sürdürecekti. Öte yandan, Lenin’in ölümünden sonra Stalin’in önderliğinde somutlanan bir bürokratlaşma-yozlaşma süreci neticesini vermiş ve ne yazık ki Sovyetler Birliği Komünist Partisi de olumlu Bolşevik özelliklerini yitirmişti. Dahası, içten yürüyen bürokratik bir karşı-devrim neticesinde, Sovyetler Birliği bir işçi devleti olmaktan çıkmış ve egemen bürokrasinin devletine dönüşmüştü.
Değişen bu koşullar altında, Stalin kliğinin bürokratik egemenliğine karşı Bolşevik çizginin yaşatılması için muhalefet bayrağını yükselten Troçki olmuştu. Stalinizmin Troçki’ye yağdırdığı haksız suçlamalar her ne olursa olsun, Troçki, örgütsel sorunlarda bir zamanlar sergilediği uzlaşmacı tutumların özeleştirisini yaparak 1917 Temmuzunda Bolşevik Partiye katılan ve Lenin’le birlikte Ekim Devrimine önderlik eden bir Bolşevik idi. Troçki ulaştığı bu olumlu pozisyonunu Stalinizme karşı yürüttüğü devrimci mücadele ile de sürdürecekti. Bu bakımdan, Troçki’nin çabasıyla yapılanan Sol Muhalefet’in temsil ettiği parti çizgisi Leninist-Bolşevikler olarak adlandırılmayı da hak etmiş oluyordu. Keza Troçki’nin önderliğinde kurulan IV. Enternasyonal, Ekim Devriminin geleneğini, yani dünya devrimi hedefine bağlı devrimci enternasyonalizm geleneğini yaşatmak için girişilen bir örgütlenme çabasının ifadesiydi. Ne var ki, Stalinci bürokrasinin egemenliği altında yazılan resmi tarihte bu gerçeklerin üzeri örtülüp her şey tahrif edildi ve Troçki karşı-devrimci bir ajan olarak gösterilmeye çalışıldı.
Günümüze dönelim ve önemli bir gerçekliğin altını çizerek devam edelim. Gerçekleri bu şekilde çarpıtanların en sonunda tarih tarafından affedilmeyeceği ve ne yapılırsa yapılsın mızrağın çuvala sığdırılamayacağı neredeyse şaşmaz bir kuraldır. Yine de resmi komünist hareketin günahları kim bilir kaç kuşaktan devrimcinin bilincini zehirlemiş ve onları esaslı çarpılmalara uğratmıştır. Örneğin Stalin’in başını çektiği ulusal kalkınmacı “devlet sosyalizmi” anlayışı, uzun yıllar boyunca dünya komünist hareketine egemen olan resmi çizginin saptırıcı etkisiyle, Leninci Bolşevik eğilimin pratikteki somutlanışı olarak algılanmıştır. Yine aynı nedenle, Troçki’nin savunduğu Leninist-Bolşevik çizgi ise en hafif ifadeyle II. Enternasyonal oportünizminin ya da Menşevizmin uzantısı telâkki edilmiştir. Oysa işin aslına bakılacak olursa, Stalinizmin egemenliğinde somutlanan sosyalizm ve siyaset anlayışı bir anlamda Rus Menşevizminin ve II. Enternasyonal oportünizminin yansımasıdır. Gerçekliğin bu şekilde yeniden ayakları üzerine oturtulması koşuluyla, ulaşılan bu tarihsel momentte dünya komünist hareketini temelde ikiye bölen devrimci ve reformist eğilimleri de Bolşevik ve Menşevik kavramlarıyla ifade etmek yanlış olmayacaktır.
Fakat tarihsel süreç içinde yaşanan altüstlükler ve çarpılmalar bu noktada da kalmadı; yaşam tüm çelişki ve çatışmalarıyla hükmünü icra etmeye devam etti. Nitekim bu kez de, Troçki’nin hayat vermeye çalıştığı IV. Enternasyonal onun ölümünden sonra esaslı bir yozlaşma ve parçalanmaya maruz kaldı. Ek bir faktör olarak tam da bu noktada yeri geldiği için belirtelim. Troçki’nin pek çok devrimci açılımı ne denli önemli ve isabetliyse de, onun örgütsel deneyiminde her zaman aksayan bazı yönler mevcut oldu. Örgütsel alanda uzun yıllar devam eden hatalı konumlarından sıyrılıp nihayetinde Lenin önderliğindeki Bolşevikler arasına katılan Troçki, örgütsel sorunlar bağlamında hiçbir zaman Lenin gibi sağlam ve uzak görüşlü bir lider deneyimine ulaşamadı. İşte bu durumun getirdiği bazı aksaklıklar bir yana, IV. Enternasyonal zaten son derece elverişsiz koşullarda ve zayıf temellerde yaşama gözlerini açtı. Bu bakımdan IV. Enternasyonal’in, Troçki’nin sağlığında bile gerçek bir örgütsel inşa niteliği kazanmadığını ve Bolşevik çizgide bir örgütsel süreklilik potansiyeli taşımadığını söylemeliyiz.
Bu gibi gerçekler eşliğinde somutlanan kimi olumsuzluklar, Troçki’nin Stalinizm eliyle hunharca öldürülmesinden sonra büsbütün derinleşmiş ve IV. Enternasyonal adeta varlığını sona erdiren bir dağılma sürecine sürüklenmiştir. II. Dünya Savaşından sonra Troçki’nin takipçileri pek çok bölünme yaşadılar ve ortaya Troçkizmin temsilcisi iddiasıyla yaşam sürdürmeye başlayan irili ufaklı pek çok örgütsel yapılanma çıktı. Bu çevrelerin çoğunluğu birbirleriyle tamamen küçük-burjuvaca didişmeler temelinde IV. Enternasyonalin mirasını neredeyse yiyip tükettiler. Netice olarak IV. Enternasyonal ne yazık ki ideolojik-politik netliğini ve birliğini de koruyamadı. Troçki’nin temellerini attığı IV. Enternasyonal, Lenin’in temsil ettiği Komünist Enternasyonal’in takipçisi olan tarihsel-ideolojik bir birikim olarak dünden bugüne uzansa da, örgütsel-siyasal varlık olarak etkinliğini çoktan yitirdi. Ortaya çıkabilecek kimi olumlu istisnaları bir yana bırakarak özetle altını çizmemiz gerekir ki, Troçkizm Troçki’nin yaşatmaya çalıştığı Leninist-Bolşevik çizginin sadık bir takipçisi olamadı.
Pek çok Troçkist çevre Troçki’ye bağlı kalmak adına onun bazı hatalı değerlendirmelerini (“yozlaşmış işçi devleti” gibi) dondurup şablonlaştırdı. Böylece bu çevreler, bürokrasili işçi devleti olamayacağını savunan Marksizmin özüyle çelişir hale geldiler. Daha da önemlisi, Troçki’nin Leninist-Bolşevik çizginin devrimci değerlerine (burjuva siyasetlerle bayrakların karıştırılmaması, Menşevizme taviz verilmemesi gibi) titizlikle sahip çıkılmasını öğütlediği kimi yaşamsal noktalarda genelde Troçkizm kendi liderine ihanet etti. Troçkist yapılanmaların çoğu, zaman içinde reformizme, oportünizme ve reel politikerliğe dümen kırdı. Tüm bu gerçekler karşısında, Bolşevik-Menşevik ayrımının bir kez daha ve artık bu değişen koşullar temelinde bizzat Troçkist hareket içinde yaşanmış olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.
Somut bir örnek
Menşevizm Troçkist hareket içinde bir hayli derin ve yaygın köklere sahiptir. En başta gelen örnek olarak IV. Enternasyonalin resmi temsilcisi olan Birleşik Sekreterya ve ölümüne dek onun başında bulunan Mandel’in siyasal-örgütsel çizgisi hatırlanabilir. Mandel ve benzerleri Stalinist bürokrasilere abartılı ilerici roller atfederek veya Küba, Nikaragua örneklerinde olduğu gibi bazı ulusal kurtuluş devrimlerini gerçek proleter devrimler katına yükselterek pek çok önemli noktada Troçki’nin gerisine düştüler. Yıllar içinde daha da derinleşip ciddi hale gelen bu tür savrulmalar, teorik alanda işlenen ve mazur görülebilir hataların ürünü değildi. Bunlar, varolan olumsuz dünya koşullarına siyaseten çıkarcı biçimde uyum sağlamak üzere teorinin bilerek ve isteyerek feda edilmesiydi. IV. Enternasyonal Birleşik Sekreteryasının ve ondan kopsalar bile hemen hemen aynı yoldan yürümeye devam eden Troçkist çevrelerin siyasi tutumlarına damgasını basan sakatlıkların kaynağını bu şekilde açıklamak mümkündür.
Troçkist çevreler arasında yaygın biçimde gözlemlenen savrulmaların yalnızca siyasal alanla sınırlı kalmadığı ve örgütsel sorunlardaki yaklaşımlara da Menşevik bakış açısının egemen olduğu açıktır. Antrizm taktiği örneğinde açıkça görüleceği üzere, Troçki’nin kimi yanlış örgütsel taktiklerinin Mandel ve benzeri takipçileri tarafından artık tamamen Bolşevizm dışına taşacak biçimde olgunlaştırılıp ayrı bir örgüt stratejisi düzeyinde biçimlendirildiğini söylemeliyiz. İngiliz İşçi Partisi ve benzeri sosyal-demokrat partilere fazladan önem verme gibi eğilimler, yanı sıra antrizm taktiği adına bu tür partilere adaptasyon, bu bağlamda en çok bilinen örnekler olarak sıralanabilir.
Sonuçta özetle vurgulayacak olursak, Troçki’nin sahip çıkmaya çalıştığı Leninist-Bolşevik gelenekle onun epigonlarının sürdürdüğü Troçkizm arasındaki açı kabul edilemez ve de edilmemesi gereken düzeydedir. Bu gerçeklik, Stalinizmden kopan devrimcilerin neden aynı zamanda Troçkizmin yanlışlarına da prim vermemek zorunda olduklarını açıklar. Evet, devrimci işçi mücadelesini güçlü kılabilmek için Stalinizmden devrimci Marksizm temelinde kopuş şarttır. Fakat Troçkizmin hatalarını görmezden gelip, bu sıfatı bir etiket gibi kuşanmanın da devrimci Marksist kabul edilmek için yeterli olamayacağı aynı kuvvetle sabittir.
Tam da bu noktada değerlendirmemizi somut bir örnek üzerinden sürdürmek ufuk açıcı olacak. Örnek olarak daha önce bazı yaklaşımları Marksist Tutum sayfalarında eleştirilen bir Troçkist çevreyi, IMT (International Marxist Tendency – Uluslararası Marksist Eğilim) çevresini ele alabiliriz. IMT, bir zamanlar, Troçki sonrası IV. Enternasyonale yönelik olarak Troçkizmin kimi hatalı yönlerine karşı olumlu görünen bazı eleştirilerde bulunmuştu. Ne var ki son yıllarda IMT çevresinin sergilediği siyasal tutum ve yaklaşımlar, daha önceleri verilen olumlu izlenimlerin tersi yönünde hareket edildiğini ortaya koymaktadır. Özellikle de Ted Grant’ın önce ileri yaşı nedeniyle siyasi yaşamdaki rolünü yitirmesi ve daha sonra da ölümüyle birlikte IMT içindeki Menşevik yaklaşımlar büsbütün kabak çiçeği gibi açılıp serpilmiştir. Bu olumsuz gidişatın çarpıcı bir örneği olan Venezuela sorununda IMT’nin Chavez’e şakşakçı yaklaşımının, nicedir Marksist Tutum sayfalarında eleştirildiği hatırlanacaktır.
Ama oportünizm genelde bir hata sorunu değildir ve IMT’nin tutumunda açıkça sergilendiği üzere oportünizmin durduğu yerde durması mümkün olamaz. Nitekim IMT de Chavez konusundaki yaklaşımları nedeniyle açıkça eleştirilmiş olmasına karşın, oportünizm ve Menşevizm yolunda büyük adımlarla yürümeyi sürdürmüştür. Atlanmaması gereken bir başka önemli nokta daha var. Oportünizm yolunu tutanlar, eleştiriler karşısında başları sıkıştığında sağ ve sol manevralar yapmaya her zaman büyük önem verirler. O nedenle oportünist ve Menşevik tutumlara daima reel-politikerlik eşlik eder. Ve bir reel-politikere ilkeler değil şu düstur yol gösterir: “Dün dündür, bugün bugün!”
IMT ve benzeri çevrelere de bu gibi düsturların yol gösterdiği son derece açıktır. Örnekse, Chavez’in son referandum yenilgisinin ardından ibrenin tersine dönebileceği endişesiyle satır aralarına gerektiğinde zevahiri kurtaracak “devrimci” balans ayarları serpiştirilmiştir. O nedenle oportünist siyasi yaklaşımlar söz konusu olduğunda uyanıklığı elden bırakmamakta ve bu tür “balans ayarları”na aldanıp kanmamakta büyük yarar vardır. Hiçbir özeleştiri yapmaksızın değişen duruma göre uyanıkça yeni tutumlar belirlemek, günlük olaylardaki iniş çıkışlara adapte olmak ve küçük siyasi kazanç beklentileriyle işçi sınıfının temel çıkarlarını unutmak tüm oportünistlerin, tüm reel-politikerlerin, tüm Menşeviklerin ortak özelliğidir.
IMT çevresinden A. Woods’un yazılarında örneklendiği üzere, Chavez’in yükselişinin prim yaptığı günlerde devrimci eleştirilere kulaklarını tıkayanların, şimdi günü kurtarmak üzere “Venezuela devrimi tehlikede” benzeri şeyler yazmaları hiç de inandırıcı değildir. Kaldı ki sorun Venezuela ve Chavez örneğiyle de sınırlı kalmamakta ve çalkantılı dünya koşullarının doğurduğu her bir yeni olay oportünizmin yüzünü bir kez daha göstermesine vesile olmaktadır. Son dönemde Benazir Butto suikastı dolayısıyla Pakistan’da gelişen durum ve Butto üzerine IMT çevresinin yaptığı değerlendirmeler, Menşevik ve oportünist yaklaşımlar konusunda bir kez daha ibret verici örnekler sergiliyor.
Şimdi de Pakistan mı?
Türkiye’de bir zamanlar kendini sol gösteren ve “toprak işleyenin, su kullananındır” gibi sloganlar eşliğinde işçi-emekçi kitlelerin sosyalizm yönündeki beklentilerini istismar eden CHP ve lideri “Karaoğlan Ecevit” hatırlanacaktır. Bazı farklılıklar olsa bile bu örnek yine de PPP (Pakistan Halk Partisi) ve onun lideri Benazir Butto’nun kitlelerde yarattığı yanılsamalar hakkında kabaca bir fikir verir. Bu gibi örnekler karşısında devrimci Marksistlerin en temel görevinin ne olması gerektiği bellidir. Temel görev, sol parti izlenimleri vererek veya düzen değişikliği beklentileri yaratarak kitleleri aldatmayı başaran burjuva partiler ve liderler konusunda işçileri-emekçileri sabırla aydınlatmayı sürdürmektir. IMT’nin Venezuela örneği ile başlayıp Pakistan örneği ile pekişen Menşevik tutumu ise bunun tam tersini ortaya koyuyor.
Benazir Butto’nun Pakistan’a dönmesinin hemen ardından Adam Pal imzasıyla yayınlanan 19 Ekim 2007 tarihli bir yazıda şöyle deniyor: “Kitleler kendi partilerinin –Pakistan’ın mazlum, ezilen, sindirilen, sömürülen milyonlarca emekçisinin partisi– liderini karşılamak için sokaklara döküldüler.” (In Defence of Marxism – IDOM) Kitle bilincindeki çarpılmalara karşı mücadele edecek yerde, PPP’yi kitlelere bir kez daha “kendi partileri”, “sömürülen milyonlarca emekçinin partisi” diye sunan bu anlayışın kitleleri baştanbaşa bir yanılsamalar okyanusuna sürükleyeceği açık değil midir? Fakat verdiğimiz örnekte, kendini mevcut yanılsamalara adapte etmekten siyasal çıkar uman bir zihniyet o kadar egemendir ki, aynı yazı şu sözlerle devam etmektedir: “Binlerce insan Butto’nun konuşma yapmasının beklendiği kürsünün önüne yığılmıştı. Kürsüye kalın harflerle ‘Ya Sosyalizm Ya Ölüm’ ve ‘Buttoizm Sosyalizmdir’ diye yazan pankartlar asılmıştı.”
IMT’nin “Chavez sosyalizmi”nin ardından şimdi de “Butto sosyalizmi”ni parlatıp yutturmaya hazırlandığının tüm sinyalleri ortadadır. Nitekim Benazir’in bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından kaleme aldığı bir yazıda A. Woods, PPP’nin bir sosyalist parti olduğuna inanmamız için bakın nasıl dil dökmektedir: “PPP’nin kuruluş programında toplumun sosyalist dönüşümü hedefi yazılıdır. Bu program toprağın, bankaların ve sanayinin işçi denetimi altında devletleştirilmesini, sürekli ordunun bir işçi ve köylü milisiyle değiştirilmesini içermektedir. Bu fikirler doğru ve hâlâ ilk yazıldığı günlerdeki kadar geçerlidir.” Woods’un satırları şu sözlerle devam etmektedir: “Bazı sözde ‘solcular’ şöyle diyeceklerdir: Ama Butto’nun programı bir çıkış yolu sunamazdı. PPP içindeki Marksistler sosyalizm programı için –PPP’nin ilk programı için– savaşım veriyorlar.” (A. Woods, IDOM, 27 Aralık 2007)
PPP gibi burjuva partiler içinde çalışmak söz konusu olduğunda, neticede kimin kimi kullandığı ya da kullanacağı, temel sorunu oluşturur. Bir hususun yanlış anlaşılmaması için daha baştan belirtelim. İşçi-emekçi kitleleri kucaklayan çeşitli kitle örgütlerinde, Marksistlerin tabanı kendi görüşlerine kazanmak üzere sabırla çalışmak istemelerinde yanlış bir taraf yoktur. Fakat PPP herhangi bir kitle örgütü değil, işçi-emekçi yığınların daha adil bir düzen beklentisiyle peşine takıldıkları bir burjuva partisidir. Böyle bir partinin tabanında işçi ve emekçileri kazanmak üzere devrimci tarzda çalışmak misliyle dikkatli olmayı gerektirir. Kural, işçi sınıfının bağımsız devrimci örgütlülüğünü oluşturma hedefinden asla sapmaksızın ve tersine böyle bir örgütlülüğü güçlendirmek koşuluyla ve bayrakları karıştırmadan çalışmayı sürdürmektir. Bunun ötesinde, diyelim en ilerisinden bile olsa bir burjuva partisinin kitlelere sosyalist diye yutturulmaya çalışılması kabul edilemez. Ve de tuhaf bir antrizm taktiği adına burjuva işçi partilerinin kitleselliğine bir şemsiye gibi sığınılması, temel devrimci kuralların açıkça çiğnenmesi demektir.
Devrimci rengini yitirerek kitleselleşmek marifet değildir, hüner devrimci rengini koruyabilen ve bu niteliğiyle işçi-emekçi kitle hareketine öncülük edebilen bir örgütlenme yaratabilmektedir. Bu bakımdan Leninist parti anlayışına yaklaşım, Marksizm iddiasındaki çeşitli siyasal çevrelerin gerçek karakterini ele verecek bir turnusol kâğıdı işlevi görür. Dünden bugüne çeşitli ülkelerde ve bu arada özellikle de Batılı Marksistler arasında Leninist parti anlayışına açıkça karşı çıkmak ise bir hayli revaçtadır. Bir de bu anlayışı savunur gözükerek onun temel özelliklerini reddeden, içini boşaltan ve dolayısıyla severmiş gibi yaparken öldüren oportünizm türü vardır. Ve bu noktada unutmamak gerekir ki, ince oportünizm her zaman daha tehlikeli bir eğilime işaret eder. Troçkist saflarda görülen ve son tahlilde Leninist parti anlayışının inkârı anlamına gelecek bir antrizm taktiği savunuculuğu ister istemez akla bu hususları getirmektedir.
IMT’nin PPP örneğinde uyguladığı antrizm taktiği, bir burjuva partisine ve onun liderine fazladan “devrimci” sıfatlar yakıştırması, üzerinden atlanabilecek ya da onaylanabilecek tutumlar olamaz. Tersine, IMT’nin büyük hatası işte bu gibi noktalarda aranmalıdır. Kaldı ki IDOM’da çıkan yazılar, sorunun bir iki hatalı saptama noktasında kalmadığını, örneklediğimiz yaklaşımların bir siyasal eğilim olduğunu ve ne yazık ki sürekli arkasının da geldiğini kanıtlıyor. Nitekim IMT’nin Pakistan seksiyonunun 31 Aralık 2007 tarihinde halka hitaben dağıttığı ve IDOM’da da yer alan bir bildiri, “Benazir’in kanı sizin kanınızdır” sözleriyle başlıyor. Evet, Benazir suikastının kitlesel eylemlerle protesto edilmesi devrimci bir görev olabilir. Ama bu görevi sürdürürken bayrakların ve bayraklara rengini veren kanların karıştırılmaması temel bir ilke değil midir? Fakat IMT’nin bu temel ilkeyi çiğneyip geçtiği o kadar açık hale gelmiştir ki, yine Adam Pal’in bir yazısından (9 Ocak 2008, IDOM), IMT takipçisi Pakistanlı Marksistlerin “Benazir senin kanından devrim gelecek” gibi sloganlar haykırarak siyaset yapmayı sürdürdüklerini öğreniriz.
Şimdilik daha fazla uzatmayalım. Örnekler çarpıcıdır ve dün “Venezuela devrimi” bahanesiyle Bolivarcı harekete uyarlanan IMT’nin şimdi de “Pakistan devrimi” adına PPP’ye daha büyük bir şevkle uyarlanmaya hazırlandığı açıktır. Ayrıca tıpkı Venezuela örneğinde olduğu gibi şimdi de Pakistan örneğinde, oportünizmin satır aralarına serpiştirilen kimi devrimci sözlerle gizlenmek istenmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Öte yandan unutulmamalı ki, politikada kurnazlık yapmak her zaman tehlikelidir. Üstelik devrimci durumların patlak verdiği dönemlerde kaş yapayım derken göz çıkarmanız, kitlelerin peşinden sürüklendiği burjuva liderlere destek çıkmaktan siyasal başarı umarken kitleleri daha da derin yanılsamalara sürüklemeniz kuvvetle muhtemeldir. Hangi niyet ve gerekçelerle başvurulursa başvurulsun, bu tür çıkarcı politikalar eninde sonunda burjuvaziyle işbirliği anlamına gelir ve zaten sınıflar arasında işbirliği fikri de oportünizmin temel özelliğidir.
Artık sonuç niyetine vurgulayabiliriz. Troçkist hareket içinde de gözlemlenen Menşevik eğilim, günümüzde devrimci işçi hareketinin yakıcı sorunlarının Stalinizm mi-Troçkizm mi ikilemine hapsedilerek çözümlenemeyeceğini gözler önüne seriyor. Bu durumun kaçınılmaz bir uzantısı olarak, işçi sınıfının enternasyonal mücadele alanında da sorunların basit bir çözümünün olmadığı ve olamayacağı son derece aşikâr. Yaşamın somutlukları, devrimci Marksizme sadakatle bağlı olan hiçbir siyasal çevreye, diyelim IV. Enternasyonal geleneğinin kabulüyle işin içinden sıyrılmak gibi kolay çözüm yolları sunmuyor. Günümüz koşullarında şurası çok açık bir gerçek ki, asıl olan şu ya da bu şekilde enternasyonalciliği “ilan etme” sorunu değildir. Gerçek enternasyonalistler, önlerine çıkan engellere aldırmadan en güç zamanlarda bile işçi sınıfının enternasyonal örgütlülüğüne ve mücadelesine sağlam temellerde yol aldırabilme azmini gösterebilenlerdir. Bu durum önümüze, ulusal düzeyde olduğu kadar enternasyonal düzeyde de reformizm, oportünizm, Menşevizm gibi eğilimlerle mücadele görevini koyuyor.
link: Elif Çağlı, Enternasyonal Alanda Menşevizmin Yansımaları, Ocak 2008, https://marksist.net/node/1700