“20. yüzyılın başlangıcından bu yana çeşitli düzeylerde emperyalist birlikler oluşmuştur ve bu tür birliklerin oluşması bugün de pekâlâ mümkündür. Ancak, kapitalist sistemin kaçıp kurtulamayacağı büyük krizler nedeniyle, bu tür birlikler her an parçalanma riskini içinde taşıyan birlikler olarak kalacaklardır.” (Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum)
Yeni yüzyıla adım atarken liberal burjuva ideologlar “Birleşik Avrupa” düşünü yeniden gündeme sokmuşlardı. Avrupa Birliği, kapitalizm altında ulus-devletin aşılabileceğinin alameti olarak sunuluyor; Avrupa’nın, pazar birliğinden siyasal birliğe doğru tarihsel bir gelişim gösterdiği ileri sürülüyordu. Avrupa Parlamentosu, ortak para birimi gibi oluşumlar ve Avrupa anayasası girişimleri “Birleşik Avrupa” düşlerini besliyordu. Hatta AB üyesi ülkelerde ders kitapları bile “Birleşik Avrupa” temasını işlemeye başlamıştı.
2002 yılı sonlarında kurulan yeni AKP hükümeti AB’ye uyum yasalarını çıkarmaya hız vermiş, Türkiye’deki liberal ideologların “Birleşik Avrupa”nın parçası olma umutları güçlenmişti. Türkiye Avrupa’nın bütünleşme sürecine dâhil olacak, ulus-devletin deli gömleği çöpe atılacak, demokratik cumhuriyete, ekonomik refaha ve sosyal adalete kavuşulacaktı!
Liberal düşlerin, pembe sis bulutlarının ortalığı sardığı bir dönemde Elif Çağlı, “Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum” broşürünü kaleme aldı. Nisan 2003 tarihli bu broşür AB’nin ulus-devletleri ortadan kaldıramayacağını, AB’nin nihayetinde ekonomik bir birlik olduğunu ve “emperyalist birliklerin kalıcı olamayacağını” vurguluyordu. Çağlı, Marksizmin kapitalizme ve ulus-devlete ilişkin çözümlemelerini hatırlatıyor, kapitalizmin kaçıp kurtulamayacağı ekonomik krizlerin AB türü emperyalist birliklerde çelişkileri şiddetlendireceğine işaret ediyordu. Türkiye’nin AB’ye kabul edilip edilmeyeceği bir yana, birliğin geleceğinin de belirsiz olduğu açıklanıyordu broşürde.
Marksizm, bir düşüncenin gücünü ve geçerliliğini pratik yaşam içerisinde kanıtlaması gerektiğini ileri sürer. 2008 yılı sonlarında patlak veren ve iki yıldır devam eden kapitalizmin küresel krizinin AB’ye etkilerini ele alırken, Elif Çağlı’nın 2003 yılında yazdıklarını hatırlamamak mümkün değil. “AB Sorununda Marksist Tutum” broşürü gerçekliği kavrayabilme ve geleceği öngörebilme yetisiyle devrimci teorinin gücünü ortaya koyuyor.
2008’den bugüne
Dünya ekonomik krizinin mali sektördeki çöküşlerle belirginleştiği 2008 yılı sonlarında devletin ekonomiye müdahalesi ile ilgili tartışmalar gündemi kaplamıştı. 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca neo-liberal ekonomi politikaları revaçtaydı. Tüm bu yıllar boyunca burjuvazi, devletin ekonomiden elini çekmesi gerektiğini savundu. Ne var ki krizin derinleşmesiyle birlikte burjuvazi devleti canhıraş göreve çağırıyordu. Burjuvaziye göre devlet, tekellere yardım elini uzatmalı, batan bankaları kurtarmalı, piyasayı canlandıracak kamu harcamaları yapmalıydı. Sosyalizmle devletçiliği özdeşleştiren bazı sol çevreler de devletin ekonomiye daha fazla müdahale etmesini destekliyor, “devletçiliğin zaferi”ni ilan ediyordu. Aynı dönemde Marksist Tutum sayfalarında ise kapitalist devletin ekonomiyi kurtarma operasyonlarının işçi sınıfının hiç de hayrına olmayacağı yazılıyordu. Devletin zor durumdaki şirketlerin hisselerini satın alması, batan bankaların devletleştirilmesi, krizin etkilerini hafifletmek üzere kamu harcamalarının arttırılması gibi önlemlerin işçi sınıfına faydasının olmayacağı açıklanıyordu. İşten çıkarmalar artarak devam edecek, ücretler düşürülecek, çalışma koşulları ağırlaşacak, kapitalistler işçi sınıfını daha fazla sömürerek kâr oranlarını yükseltmeye çalışacaktı. Üstelik devletin kapitalistleri kurtarma operasyonları ve diğer kamu harcamaları bütçe açığını arttıracak, bütçe açıklarının acısı da yine işçi ve emekçi kitlelerden çıkarılacaktı.
Avrupa ve dünya ekonomisinde yaklaşık 2 yıldır yaşanan gelişmeler ve AB’nin bugün vardığı durum, krizin patlak verdiği ilk günlerden itibaren Marksist Tutum sayfalarında dile getirilen tüm açıklamaları doğrulamaktadır.
AB ülkeleri işçi sınıfına kemer sıktıracak!
Tüm dünyada kapitalist devletler bankaları kurtarmak üzere trilyonlarca dolar akıttılar. 2008 yılı sonlarında İzlanda iflas bayrağını çekti. Ülkenin en büyük üçüncü bankasını devletleştiren İzlanda, batan bankanın yükü altında ezilecekti. Avrupa’daki merkez bankaları koordineli bir operasyonla ticari bankalara trilyonlarca euro aktardı. Başta otomotiv sektörü olmak üzere büyük tekellere vergi muafiyetleri ve teşvikler bahşedildi. Yine de 2009 yılında euro bölgesinde ekonominin %4 daralması önlenemedi.
Avrupa’da işsizlik artıyor. Resmi rakamlarla işsizlik İspanya’da %20’ye dayanırken, Fransa, Portekiz, Slovakya ve Yunanistan’da %10’un üzerinde. Almanya, İngiltere, İtalya ve Belçika’da ise %7 ilâ %9 arasında seyrediyor. Önümüzdeki dönemde işsizlik oranlarının gerilemeyeceği de aşikâr. AB ülkeleri kemer sıkma politikaları ile artan bütçe açıklarının acısını işçilerden çıkartmaya kararlı. Tüm AB ülkelerinde kamuda çalışan işçi sayısının azaltılması planlandı. Örneğin Fransa 2013 yılına kadar 100 bin, Almanya ise 2014 yılına kadar 450 bin kamu işçisini işten atacağını, sosyal yardımları da azaltacağını ilan etti. İngiltere Maliye Bakanlığı ise ücretleri dondurup işçilerden alınan vergileri arttıracağını açıklıyor.
Kriz çatlakları derinleştiriyor
AB içerisinde ulusalcı eğilimler de giderek güçleniyor. Kriz öncesinde Almanya’daki burjuva liderler “bağımsız bir politikalarının olmadığını, AB’nin genel çıkarlarını gözeten bir politika izlediklerini” söylüyorlardı. Ama Yunanistan krizi AB içerisindeki çelişkileri iyice su yüzüne çıkardı. Önceleri AB’nin en güçlü ekonomisine sahip olan Almanya AB’nin yükünü üstlenirken şimdi bu tutumundan çark ediyor.
Almanya, 300 milyar euroluk borç batağında debelenen Yunanistan’a yardım paketini bir süre önce nihayet onayladı. Almanya’nın şartı Yunanistan’ın Almanya’dan milyarlarca euroluk silah almayı kabul etmesiydi. Yunanistan’ı sert tasarruf tedbirleri almaya zorlayan Almanya, İtalya, İngiltere, Hollanda ve Fransa aynı zamanda kendi pahalı savaş uçakları ve gemilerini bu ülkeye satmak için rekabet ediyorlar.
Bütçe açıkları ve Avrupa ekonomisindeki sallantı euronun yılbaşından bu yana dolar karşısında %20 değer kaybetmesine sebep oldu. Euronun değerinin düşürülmesi euro bölgesindeki ihracatçı şirketlerin dünya piyasasında rekabet gücünü şüphesiz artırmakta. Öte yandan euro, dünya piyasalarında dolara alternatif rezerv para olarak güvenilirliğini kaybediyor. Almanya Başbakanı Merkel “euro çökerse Avrupa projesi çöker” diyerek tüm AB üyesi ülkeleri bütçe disiplini sağlamaları konusunda uyarıyor. Euronun değerinin azalması, euro bölgesinde çalışan işçilerin satın alma güçlerinin de azalmasına yol açmakta.
Almanya ve Fransa, bütçe açıklarını kapatacak politikalar izleyemeyen AB üyesi ülkelere, “euro bölgesinden çıkarmak”, hatta “AB bünyesinde oy haklarını ellerinden almak” gibi yaptırımlar uygulamak üzere Mayıs ayında mutabakata vardılar. Nitekim AB liderlerinin geçtiğimiz haftalarda Brüksel’de gerçekleştirdikleri zirve sonrasında da Almanya Başbakanı, AB’nin ekonomi kriterlerine uymayan üye ülkelere yaptırım uygulanması konusunda uzlaşıldığını açıkladı.
AB içerisinde bütçe disiplini sağlamak üzere getirilen öneriler arasında “AB’ye üye ülkelerin bütçelerinin ulusal meclislerden önce AB bünyesinde denetlenmesi” önerisi de vardı. İngiltere bu öneriye karşı çıkıyor. İngiltere Brüksel zirvesinde de “kendi ulusal çıkarlarına öncelik vereceğini” vurguladı.
AB ve “kalıcı demokrasi” düşü
“Emperyalizmin özsel niteliklerini kavrayamayan ya da kavramak istemeyen bir zihniyetin ürünü olan ideal ve kalıcı bir «Avrupa demokrasisi» düşü, geçmiş dönem boyunca epeyce prim yapmış olsa da bugünün yakıcı gerçeklerine dayanabilmesi mümkün görünmüyor. (…) son yıllarda ekonomideki tökezlemeyle birlikte, Avrupa’da da ilk saldırıya uğrayan hedefler işçi sınıfının kazanılmış demokratik ve sosyal hakları olmuştur. (…) İçine girdiğimiz bu yeni dönemde, egemen burjuvalar, «Avrupa’nın tarihsel-kültürel üstünlüğü» cilasını zedelemek pahasına burjuva demokratik çerçeveyi daha da daraltma girişimlerinde bulunacaklardır.” (E.Çağlı, AB Sorununda Marksist Tutum)
Mevcut kapitalist kriz, Avrupa burjuvazisinin işçi sınıfına topyekûn saldırısını zorunlu kılıyor. Batan şirketleri kurtarmak ve ekonomiyi canlandırmak üzere devlet bütçesinden milyarlarca euro harcayan Avrupalı devletler, şimdi kamu açıklarını kapatmak üzere işçi sınıfına kemer sıktırmak istiyorlar.
Avrupa Sendikalar Konfederasyonu Genel Sekreteri John Monks, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile yaptıkları görüşme sırasında Barroso’nun “borç batağına saplanan üç ülkenin kamu harcamalarını karşılayamaz hale gelmeleri durumunda askeri darbelere kurban gidebilecekleri” uyarısında bulunduğunu aktarıyor. Eski Portekiz Başbakanı Barroso’nun Monks’a söyledikleri AB’nin yönetiminde söz sahibi olan üst düzey burjuva yöneticilerin “tüm ihtimalleri” hesapladıklarını gösteriyor. Öte yandan bu aslında açıktan bir tehdittir. Burjuvazi sendika bürokrasisine aba altından sopa göstererek, işçi sınıfının tepkisinin devrimci kanallara akmasının önüne geçmesini istemektedir.
Bir ülkede burjuva demokrasisinin çerçevesi tarihsel gelişim içerisinde yaşanmış siyasal mücadelelerle çizilir. Ancak son tahlilde demokrasinin sınırları ekonomik durumla da doğrudan ilintilidir. Avrupa emperyalist zincirinin zayıf halkaları durumundaki Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de işçi sınıfına ödetilmek istenen kriz faturası diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha katlanılmaz boyutlarda. Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de burjuvazi, işçi sınıfını âdeta zorla kavgaya çağırıyor.
Bu üç ülkede güçlü bir enternasyonalist-komünist önderlik yok, ancak bu ülkeler devrim, karşı-devrim ve faşizm deneyimleri yaşamış, militan geleneklere sahip ülkeler. Halihazırda kitlesel işçi örgütleri de mevcut. Özellikle yakın dönemde Yunanistan işçi sınıfı ve gençliği, krizin korkunç faturasını ödemeyi reddedeceğini genel grevlerle, sokak gösterileriyle ve militan isyanlarıyla gösterdi. AB’li egemenler bu 3 ülkede krizin olağanüstü yüklü faturasını işçi sınıfına olağan bir rejim altında ödetemeyebileceklerini hesaplıyorlar. Dolayısıyla egemenler, askeri darbe-faşizm gibi seçeneklerin de (“Avrupa’nın tarihsel-kültürel üstünlüğü” cilasını zedelemek pahasına) devreye sokulabileceğini düşünüyorlar.
Burjuvazi, işçi sınıfını ezmek için gerektiğinde liberalizmin pembe düşlerini tedavülden kaldırıp faşizmin kanlı sopasını eline almakta tereddüt etmeyecektir. Burjuva demokrasisinin özünde egemen sınıf diktatörlüğünün yalnızca bir biçimi olduğunu asla unutmamak gerekiyor. Avrupa’daki işçi sınıfı örgütleri AB’nin demokrasisine güvenmemelidir. Olağanüstü kriz dönemleri olağanüstü burjuva rejimleri gündeme getirebilir. Türkiye’deki liberal sol çevrelerin Avrupa demokrasisine ilişkin yanılsamalarına karşı uyanıklığı elden bırakmamak gerekiyor.
Elif Çağlı’ya bir kez daha kulak verelim:
“Türkiye ya da Kuzey Kıbrıs’ta işçi ve emekçi kitlelerin çoğunluğu, içinde bulundukları berbat duruma bakıp hiç değilse Avrupa demokrasisi kadar bir demokratik işleyişin özlemini çekiyorlar. Avrupa ülkelerinde ise bu tür özlemlere ters istikamette gelişmeler yaşanıyor. AB üyeliğine demokratik hakların genişletilmesi bakımından olumlu yaklaşan Türkiyeli ya da Kuzey Kıbrıslı kitlelerin bu yanılsamalarına son verecek en güçlü faktör, son tahlilde yaşayarak öğrenecekleri gerçekler olacaktır. Üstelik bugünün dünyasında kapitalist sistemin gerçekleri, geçmişe oranla çok daha çarpıcı ve hızlı biçimde ortaya çıkıyor. AB’ye katılırsa Türkiye’nin bir demokrasi cennetine döneceği konusunda liberal masallar uydurmak hiçbir gerçek Marksiste yakışmaz. (…) Türkiye işçi sınıfının, Avrupa ülkelerine bakıp daha geniş bir demokratik işleyişin özlemini çekmesi ve daha ileri talepler için mücadeleye atılması, genel bir atalet durumuna oranla hiç de olumsuz bir devinim değil. Ama bir husus asla unutulmamalı! İleri talepler, burjuvaların AB gibi örgütlerine bel bağlamakla değil, kendi örgütlü özgücüne dayanarak, yalnızca ona güvenerek kazanılabilir ve korunabilir.”
link: Serhat Koldaş, Avrupa Birliği, Liberal Düşler ve Marksizm, 1 Temmuz 2010, https://marksist.net/node/2475
İşbirlikçi Sendikalar Büyüyor, KESK Ne Yapıyor?
Kapitalizm Gençliği Uyuşturuyor /2