Kürt sorununda statükocu-liberal ittifakı!
30 Ekim 2007 tarihinde kaleme aldığımız “Savaş Çığırtkanlığı, Emperyalist Emeller ve İktidar Kavgası” başlıklı yazımızı, özetle şu saptamayı yaparak bitirmiştik:
“Yaşanan bunca tarihsel tecrübeden sonra, Türkiye’de kapitalizmin gelişimine ve burjuvazinin tarihine ilişkin olarak şu gerçekliği hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor: Türkiye’de kapitalizmin savunucusu olan burjuva güçler, cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olabilmek ve böylece iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanabilmek için, bir yandan kendi aralarında iktidar kavgasını sürdürürlerken, diğer yandan ortak çıkarları söz konusu olduğunda ya da sömürü düzenleri şu ya da bu biçimde tehlikeye girdiğinde domuz topu gibi birleşmekte ve emekçi sınıflara karşı ortak bir saldırı başlatmakta hiç tereddüt etmemektedirler. Cumhuriyet tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur ve bundan sonra da böyle olacaktır!”
Nitekim olayların bugünkü gelişimi de bu saptamayı doğrular nitelikte olmaktadır. ABD’nin Irak’ı işgalinden bu yana bölgede yaşanan gelişmeler Türkiye’yi doğrudan etkilemekte ve egemen sınıfın temsilcilerini ortak çıkarlar etrafında birleşmeye ve giderek birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. Düzenin savunucusu ve temsilcisi konumunda olan güçler (asker-sivil bürokrasi ve burjuva siyasetçiler) kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaları ikinci plana itmeye ve temsilcisi oldukları sömürü düzeninin ortak çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda politikalar üretmeye yönelmektedirler. Daha düne kadar devletin doruğunda iktidar kavgasına tutuşan ve bu amaçla birbirlerine çeşitli tuzaklar kuran statükocu asker-sivil bürokrasi ile iktidar partisi AKP, bölgedeki gelişmelere ve Kürt sorununa yönelik olarak giderek “aynı ağızdan” konuşmaya ve “birlik-beraberlik” gösterilerinde bulunmaya başlamışlardır.
Öte yandan, son dönemdeki gelişmelere baktığımızda, Avrupa Birliği (AB) yanlısı liberal aydınların tutumunun da iktidardaki “İslamcı-liberal” AKP’ninkinden çok farklı olmadığını, hatta örtüştüğünü görmekteyiz. Bu ülkede demokrasi ve özgürlükler konusunda soyut nutuklar atmaya bayılan liberal aydınlar ve siyasetçiler, sıra Kürt halkının somut ulusal-demokratik taleplerini savunmaya geldiğinde hep yan çizmişlerdir ve bugün de öyle yapmaktadırlar. Bu liberal aydın ve siyasetçilerin “laik” tandanslısı da, “İslami” tandanslısı da Kürt sorununun çözümü konusunda, yani bu ülkede demokrasinin gerçekten uygulanması konusunda tam bir ikiyüzlü tutum sergilemektedir. Liberallerin esas istediği, özel kapitalist sermaye düzeninin “serbestçe” gelişmesi ve Avrupa sermayesiyle bütünleşme sürecinin pürüzsüz yürümesidir.
Onlara göre, Kürt ulusal hareketinin bu süreci sekteye uğratacak şekilde çıkışlar yapması ve ulusal demokratik taleplerini yükseltmesi zinhar kabul edilemez bir şeydir ve şiddetle eleştirilmelidir! Bunlar için, Türkiye’de demokrasinin genişlemesi ancak AB ile bir bütünleşme sağlandıktan sonra mümkün olabileceğinden, Kürtlerin demokratik talepleri de tam olarak ancak bu aşamadan sonra düşünülebilecek bir şeydir. Bu nedenle liberaller, zamanı gelinceye değin Kürtlerin uslu durmalarını ve şimdilik birtakım hak kırıntılarıyla yetinmelerini vazetmektedirler. Buna karşı çıkan ve parlamentoda seslerini yükselten DTP’li milletvekillerine ise adeta terörist muamelesi reva görülmektedir. Esasen bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü devrimci mücadeleye ve devrimci demokrasiye her zaman düşmanca bir yaklaşım içinde olan liberal demokrasi, bu nedenle Kürt hareketinin devrimci demokratik mücadelesine ve taleplerine de düşmanca yaklaşmaktadır. Burjuva liberaller de tıpkı statükocular gibi davranmakta ve Kürt hareketini daha baştan “terörizm”le suçlayarak, kamuoyu önünde mahkûm etmeye çalışmaktadırlar. Özellikle 11 Eylül’den sonra, tüm dünyada olduğu gibi bizdeki liberallerin ağzında da bu “terörizm” kavramı, her türlü devrimci faaliyeti karalamak için kullanılan bir “yafta” haline getirilmiştir.
Bu nedenle, Kürt sorununda yaşanan son gelişmeler, yalnızca statükocuların demokrasi karşıtlığını ya da faşizan eğilimlerini sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda “İslamcı liberaller” ile “laik liberallerin” demokrasi anlayışlarının da ne denli sığ ve samimiyetsiz olduğunu açıkça ortaya koyuyor. AB’ye katılım gündeme geldiğinden bu yana, Türkiye’nin sorunlarının ancak burjuva demokrasisi çerçevesi içinde liberal iktisat ve siyaset politikaları izlenerek çözümlenebileceğini geviş getirircesine tekrarlayıp duran liberal ekâbir takımı, sıra Kürt sorununun barışçı ve kalıcı çözümü için acil ve somut adımların atılmasına geldiğinde, ayakları geri gitmeye ve söylediklerini bir bir yutmaya başladılar. Bunlar, kendilerinden bekleneceği üzere, çok sinsi bir oportünizme başvurarak ve çeşitli bahaneler üreterek, militarizmle uzlaşma yoluna gittiler. Yani bu kez de Kürt sorunu, kendilerini liberal ve de ılımlı İslam olarak tanıtan politika esnafının elinde çok tehlikeli bir çözümsüzlüğün girdabına sokulmuş oldu.
Bugün İslamcı-liberal AKP hükümetinin “yeni çözüm önerileri” diye elinde salladığı sopa, bildik-tanıdık olan o “eski sopa”dan başka bir şey değildir. Ağızlarının içinde ne denli eveleyip geveleseler de, AKP hükümetinin ve bir kısım liberal aydının bugün “çözüm” diye gösterdikleri yol, otoriter devletçi anlayışın yıllardan beri “çözüm” diye öne sürdüğü geleneksel inkârcı ve imhacı yaklaşımdan bir adım öteye geçmemektedir. Çünkü liberaller de statükocular gibi, sorunun aslında bir “ulusal sorun” olduğu gerçeğini itiraf etmekten köşe bucak kaçmaktadırlar. Nitekim kaçtıkları içindir ki, Kürt ulusal sorununu inkâr etmekte ve “aslında bu sorun ekonomik, sosyal, kültürel boyutları olan bölgesel bir sorundur” diye ağızlarının içinde eveleyip gevelemekte, ya da “aslında Kürt sorunu yoktur, terör ve terörle mücadele sorunu vardır” deyip militarizme göz kırpmaktadırlar.
Böylece, Kürt ulusal sorununun gerçekten “adaletli, barışçı ve kalıcı bir çözümü” için gerekli politik adımları atmaya, bugünkü “İslamcı-liberal” AKP hükümetinin de mecalinin olmadığı anlaşılmış oluyor. Çünkü bu parti de diğer burjuva partiler gibi, geleneksel statükocu güçlere ve resmi “devlet” ideolojisine karşı kararlı bir mücadeleyi göze alabilecek politik cesaretten ve gerçek demokratlıktan yoksundur.
Dolayısıyla, lafa gelince “demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi, hak ve özgürlüklerin savunulması” konusunda bolca nutuk atan ve vaatlerde bulunan “İslamcı-liberal” AKP yöneticilerinin ve onların siyasal destekçisi konumunda olan liberal aydınların söylemleri kimseyi aldatmamalıdır! İşin gerçeğinde, AKP’nin de kendinden önceki liberal burjuva partilerden (Bayar-Menderes’in DP’si, Özal’ın ANAP’ı vb. gibi) hiçbir farkı yoktur. Bugün kendilerini “İslami duyarlılığı yüksek” liberal politikacılar olarak takdim eden AKP’nin burjuva yöneticileri de, tıpkı kendilerinden önceki burjuva liberaller gibi aynı sınıf kumaşından imal edilmişlerdir. Bunların hepsinin ortak özelliği, demokrasiyi yalnızca kendileri için istemeleridir.
Dolayısıyla, AKP’nin savunduğu “demokrasi” de tıpkı kendinden önceki liberal partilerinki gibi, sınırlı bir burjuva demokrasisi olmaktan öteye geçemez. Ama bunda şaşılacak bir yan da yoktur. Çünkü bu ülkede demokrasiyi, hak ve özgürlükleri “savunma” propagandalarıyla siyaset sahnesine fırlamış olan burjuva liberallerin (ister İslami tandanslı, isterse laik tandanslı olsunlar) demokrasi anlayışı hep aynı olmuştur. Bunlar her zaman, kendileri için geniş ama Türk ve Kürt emekçi halkı için dar olan bir burjuva demokrasisi uygulamayı tercih etmişlerdir ve bugün de bu anlayışlarında değişen çok bir şey yoktur.
Öte yandan, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, bu ülkede burjuva düzenin “liberal” savunucularıyla “statükocu” savunucuları arasında bir iktidar kavgasının yürüdüğü de görülmesi gereken bir gerçekliktir. Bu kavgada statükocu kesim (Kemalist bürokrasi), kendi iktidarını zayıflatacağını düşündüğü her durumda, liberal-demokratik açılımlara ve değişim taleplerine (bu talepler bu ülkenin egemenlerinden, yani burjuvaziden gelmiş olsa bile) hep karşı durmuş ve statükonun yılmaz savunucusu kesilmiştir. Buna karşılık, siyasal iktidarda ve ülke ekonomisinde daha fazla söz sahibi olmak isteyen burjuva liberaller ise, zaman zaman statükoculara karşı çıkarak, ekonomik ve siyasal alanda liberalizmi ve demokratikleşmeyi savunur görünmüşlerdir. Statükoyu savunan burjuva kesim ile liberalizmi savunan burjuva kesim arasında cumhuriyet tarihi boyunca sürüp gelen bu kavga, kesinlikle emekçi halkın çıkarlarıyla ilgili olmayan ve onun gerçek taleplerini hiçbir biçimde dikkate almayan bir kavgaydı. Fakat bu kavgada her iki kesim de bir “oy deposu” olarak gördükleri emekçi halkı kendi peşlerine takabilmek için, kendilerini hep halktan yana göstermişler ve sürekli halk dalkavukluğu yapmışlardır.
Özetle söyleyecek olursak, TC’nin kuruluşundan itibaren kendini devletle özdeşleştirmiş olan egemen sınıfın bir kesimi (devletçi-statükocu kesim), birey karşısında daima devletin çıkarlarını üstün tutarken, sözümona statükoculuğa karşı çıkan ve demokrasiyi savunurmuş gibi yapan bir diğer kesim (liberal burjuva kesimi) ise, demokrasiyi yalnızca burjuvazi için istemiştir. Yalnızca burjuvazinin ekonomik ve siyasal özgürlük alanını genişletmek için statükoya karşı “mücadele” vermiştir. Egemen sınıf içinde, statükocular ile liberaller arasında bugün yaşanan çatışma da bundan farklı bir şey değildir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen 85 yıllık zaman diliminde, bu ülkede burjuva demokrasisinin tamamen rafa kaldırıldığı ya da sınırlarının alabildiğine daraldığı dönemler çok olmuştur. Ama buna karşılık, bu ülkede Batıdaki gibi normal işleyen bir burjuva demokrasisi dönemi hiç olmamıştır. Bu ülkede bir burjuva demokrasisinin işlediği sanılan dönemler ise, gerçekte burjuva demokrasisinin sınırlarının geçici olarak bir parça genişlediği istisnai dönemlerdir. Türkiye’de burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlediği bu istisnai dönemler, genellikle burjuvazinin bu genişlemeden çok fazla bir rahatsızlık duymadığı, hatta yarar umduğu dönemlerdir. Böylesi dönemlerde statükocu-otoriter burjuva eğilim siyasal düzlemde geri plana çekilirken, öne çıkan hep liberal burjuva eğilim olmuştur. Burjuvazinin çıkarları demokrasinin sınırlarının daraltılmasını ya da tümden ortadan kaldırılmasını gerektirdiği dönemlerde ise bunun tersi olmakta ve böylesi dönemlerde burjuva liberal eğilim siyaset sahnesinde geri plana çekilirken, bu kez öne çıkan statükocu-otoriter eğilim olmaktadır. TC’nin kuruluşundan bugüne kadar yaşanan tüm siyasal süreçlerde, defalarca tekrarlanmış bir olgudur bu. Yaptığımız bu saptamanın yerinde olup olmadığını anlamak için, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar burjuva siyasal rejimde yaşanan belli başlı değişim dönemlerine kısaca bir göz atmak yeterli olacaktır sanırız.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne egemenlerin geleneksel iktidar dansı
Tek parti (CHP) diktatörlüğü altında geçen burjuva cumhuriyetin ilk 23 yılık dönemi (1923-46), Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin hiç işletilmediği bir dönemdir. Bu yıllar, genelde kır-kent emekçi sınıflarının, özelde ise Kürt halkının demokratik haklarının hiçe sayıldığı, ekonomik-sosyal taleplerinin hiçbir biçimde karşılanmadığı ve can yakan sorunlarının hiçbirine gerçek çözümlerin getirilmediği yıllardır. İşin ilginç yanı, gerek Türk işçi ve emekçi kitlelerin, gerekse Kürt halkının her türlü demokratik çıkışının genelde statükocu bir tepkiyle karşılandığı ya da şiddetli bir saldırganlıkla bastırıldığı bu yılların, gerçeklerle adeta alay edercesine, resmi tarihin sayfalarına “ilerici-devrimci yıllar” olarak kaydedilmiş olmasıdır. Oysa ne yönetici kadroların eylemleri, ne de yapılan işlerin niteliği bakımından bu yılları “ilerici-devrimci yıllar” olarak nitelemek mümkündür.
Bu ülkede Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetle devam eden “çağdaşlaşma-batılılaşma-modernleşme” projesinin “mimarlığını” ve fiili uygulayıcılığını yapan kadroların, despotik-devletçi geleneği çok güçlü bir kaynaktan, yani Osmanlı askeri bürokrasisinden geldiği bir sır değildir. Milli Mücadele’ye önderlik eden ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra da siyasal iktidar tekelini elinden bırakmayan bu burjuvalaşmış bürokrat kadrolar, iktidarlarını hiçbir dönemde halka dayandırma yanlısı olmamışlardır. Bunlar gerçek anlamda halk devrimcisi değil, çökmüş bir imparatorluğun devlet aygıtından gelen ve tıpkı kendi öncelleri gibi “Batılılaşma, modernleşme” özlemi içinde olan birer burjuva reformisttiler yalnızca. Dolayısıyla bunlar, Osmanlı’dan miras kalan kurum ve yapıları köklü bir halk devrimiyle ortadan kaldırmak yerine, bu yapıların pek çoğunu yeni kurulan cumhuriyet rejimine uyarlayarak muhafaza etme yolunu tutmuşlardı.
Öte yandan, cumhuriyeti kuran ve “devrimci” olduğunu iddia eden bu “öncü” kadro, iktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra da, burjuva demokratik devrim açısından zorunlu olan devrimci dönüşüm adımlarını atmaktan özellikle kaçınmıştır. Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır. Yıllar yılı “Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme” söylemlerinin ardına saklanarak her türlü anti-demokratik uygulamaya başvuran bu rejim, gerçekte çağdaşlaşmaya da demokratikleşmeye de pek değer vermediğini ve bu konuda da samimi olmadığını defalarca göstermiştir.
Emperyalist işgal güçlerine karşı kazanılan askeri zaferin ardından kurulan yeni devletin (TC’nin) merkezi çekirdeğini oluşturan askeri ve siyasi kadrolar (Kemalistler), bir yandan kendilerini daha yeni gelişmekte olan Müslüman-Türk burjuvaziye dayandırmaya çalışırken, diğer yandan da bizzat kendileri devlet olanaklarından yararlanarak burjuvalaşmaya çalışıyorlardı. Ama öte yandan bu kadrolar, Osmanlı’nın geleneksel “devlet” anlayışı içinde yetişmiş olmalarından kaynaklı olarak, kendilerini hâlâ “devletlû” bir sınıf gibi görme ve devletin “aslî sahibi” sayma eğilimindeydiler. Cumhuriyet rejimini yöneten siyasal kadronun bu öznel eğilimi, Milli Mücadele sürecinde kurulan “kent burjuvazisi-eşraf-bürokrasi” ittifakı içinde giderek esaslı bir çelişki yaratacaktı. Çünkü Kemalist bürokrasi kendini her ne kadar Osmanlı’daki gibi “devletlû” bir sınıf olarak hissetse de, artık ne devlet o eski Osmanlı devletiydi, ne de toplum o eski tebaa toplumu. Kapitalizm yönünde gelişen yeni toplum, esasen bir burjuva toplumu olma yolunda ilerliyordu ve bunun da burjuvazi ile “kurucu” bürokrasi arasında bir çelişkiye yol açması kaçınılmazdı.
Nitekim yeni kurulan cumhuriyet rejiminde kentli büyük burjuvazi iktisaden gelişip güçlendikçe, bu sınıfın devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olma isteği de giderek artacaktı. Bu durumda, iktisaden güçlenen mülk sahibi burjuvazi ile devlet yönetimini tekelinde tutan Kemalist bürokrasi arasında giderek bir zıtlaşmanın doğması da kaçınılmaz olacaktı. İşte Kemalist bürokrasi ile mülk sahibi burjuvazi arasında Milli Mücadele yıllarında kurulan siyasal birlikteliğin (iktidar bloğu), yıllar ilerledikçe “çelişkili ve çatışmalı” bir birlikteliğe dönüşmesinin gerçek nedeni budur. Bu ülkede askeri bürokrasinin tutumu, cumhuriyetin ilanından başlayarak, burjuva düzenin gelişim evrelerini derinden etkilemiştir.
Cumhuriyetin ilanından sekiz ay önce (17 Şubat 1923’de), yeni yönetimin izleyeceği iktisat politikalarını belirlemek amacıyla İzmir’de bir İktisat Kongresi toplanmıştı. Bu kongre, siyasal iktidarı fiilen elinde tutan milliyetçi askeri bürokrasiyi, İstanbul ve İzmir’in Müslüman-Türk burjuva çevrelerini, Anadolu eşrafını ve büyük toprak sahiplerini bir araya getiren bir organizasyondu. M. Kemal’in önderliğindeki milliyetçi askeri bürokrasi ile Müslüman-Türk burjuvazisinin birlikte oluşturdukları yeni iktisat politikasının ana hedefi bu kongrede açıkça belirtilmişti: Devlet aracılığıyla ve devlet imkânlarıyla, kapitalist temeller üzerinde ulusal bir ekonomi inşa etmek! Kongre ayrıca, Osmanlı Devleti’nden devralınan liberal iktisat politikalarında ve yabancı sermayeye karşı tutum konusunda köklü bir değişiklik yapılmayacağına dair de Batılı emperyalist güçlere güvence veriyordu.
Siyasal iktidarı fiilen elinde bulunduran Milli Mücadele’nin askeri ve siyasi önder kadrosu, bu kongrede, kapitalist üretim biçimine mümkün olduğu kadar hızlı bir geçişi sağlamak amacıyla sermaye birikimini yerli burjuvazinin yararına hızlandırmayı taahhüt ediyordu. Kemalist iktidar, elinde bulundurduğu yasama ve yürütme gücünü bu hedefe ulaşmak üzere kullanacak ve özel bir vergilendirme yoluyla emekçi halkın sırtından çekip alacağı birikimleri burjuvaziye aktaracaktı. Böylelikle devlet, Kemalist bürokrasinin yönetimi altında, “milli” kapitalist gelişmenin ve dolayısıyla “milli” burjuvazinin hizmetine koşulmuş oluyordu. Tabii, Kemalist bürokrasi uygulayacağı bu “milli” iktisat politikasını, “cumhuriyetçilik”, “milliyetçilik”, “halkçılık”, “devrimcilik”, “anti-emperyalistlik” vb. olarak lanse edecekti halka!
Dolayısıyla, 1923’den 1930’a kadar süren bu dönem, “milli iktisat politikası” adı altında yerli burjuvaziye devlet aracılığıyla sermaye birikimi sağlamaya çalışmaktan öteye geçmeyen bir dönem olmuştur. Sözümona bu yolla, kapitalist sanayileşme hamlesi başarılacak ve ulusal kalkınma sağlanacaktı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Devlet aracılığıyla yerli burjuvaziye aktarılan sermaye birikimleri, sanayi yatırımlarına değil, esas olarak ticari faaliyetlere, özellikle de burjuvazinin kısa zamanda servet yapabileceğini umduğu ithalat ve ihracat işlerine ve yabancı şirket komisyonculuğuna yöneldi. Sonuç olarak, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, “kapitalist sanayileşme” yoluyla bir milli kalkınma başarılamadı.
Bu dönemde ne “milli” burjuvazi denen kesimin ne de ona hamilik eden Kemalist bürokrasinin, emperyalist sermayeye karşı çıkmak gibi bir tutumu asla olmadı. Aksine “milli” burjuvazi bu dönemde, emperyalist şirketlerin ülke içinde komisyonculuğunu üstlenmeyi ve eski komisyoncuların (gayri Müslim azınlıklardan oluşan komprador burjuvazinin) yerini almayı çok arzulamış ama bu arzusu gerçekleşmemiştir. Çünkü emperyalist devletler Kemalist iktidarın bu konudaki tüm girişimlerini yanıtsız bırakacak ve bu yıllarda Türkiye’ye herhangi bir yabancı sermaye girişi olmayacaktı. Yerli burjuvazi, 1923-30 yıllarının ekonomik yalıtılmışlık koşulları içinde kendi yağıyla kavrulmak zorunda kalmış ve elindeki imkânlar ve araçlar dahilinde, ülke içinde yaratılan artı-değeri (en başta da tarım ürünlerinin ihracı yoluyla köylülerin artı-değerini) sömürerek palazlanmaya çalışmıştır. “Milli” burjuvazi, bu sömürü mekanizmasının organize edilmesinde en büyük yardımı tabii ki Kemalist devletten görmüştür.
Bu dönemde devlet gücünü elinde bulunduran ve bir anlamda “milli” burjuvazinin de hamiliğini yapan Kemalist bürokrasi, ülkeye yabancı sermaye girişinden umudunu tamamen kesmiş olduğundan, kapitalist birikimin ancak ülke içi kaynakların hızlanan bir sömürülmesiyle sağlanabileceğini ve bunun vazgeçilmez aracının da devlet olduğunu görmüş bulunuyordu. O nedenle Kemalist bürokrasi, devleti hem servetlerin oluşturucusu hem de dağıtımcısı konumuna getiren bir ekonomik politikayı gecikmeksizin uygulamaya koydu. Uygulanan bu ekonomi politikası sonucunda, yüksek mevki sahibi Kemalist bürokratlar (bürokratik elit) kısa zamanda toplumsal ve siyasal yaşamın en etkili figürleri haline geldiler. Çünkü bir grup insanı (yeni yetme burjuvaziyi) zengin edecek siyasi kararları alan ya da bu kararların alınmasında etkin bir rol oynayan onlardı. İşte uzun yıllar Kemalist bürokratik eliti yerli burjuvazinin gözünde vazgeçilmez kılan ve onu bir “hami” konumuna yükselten, aslında Türkiye’nin mevcut koşullarından başkası değildi.
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, Ocak 2008, https://marksist.net/node/1701