Birkaç yıldır burjuva mahfillerde, teknolojik gelişmeler temelinde şekillenen yeni bir sanayi devriminden söz ediliyor ve bu “devrim” Sanayi 4.0 olarak adlandırılıyor. Bu kavram ilk kez 2011’de, Almanya’daki Hannover Fuarında kullanılmış ve ardından büyük tekellerin sözcüleri Alman federal hükümetine sundukları bir raporda, “Sanayi 4.0” için altyapı çalışmalarına hız verilmesi talebinde bulunmuşlardı. Söz konusu kavram o zamandan bu yana yaygın bir şekilde dolaşımda.
“Sanayi 4.0” ya da “dördüncü sanayi devrimi” nitelemesi, kapitalizmin 18. yüzyıldan bu yana geçirdiği sınai gelişim evrelerinde yeni bir aşamaya atfen kullanılıyor. 18. yüzyılda üretimde su ve buhar gücüne dayalı makineleşmeye geçişe “birinci sanayi devrimi” deniyor. 19. yüzyılın sonundan itibaren elektrik enerjisine dayalı üretime geçiş “ikinci sanayi devrimi” olarak adlandırılıyor. 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren elektronik ve enformasyon teknolojisine dayanan üretim “üçüncü sanayi devrimi” olarak anılıyor. Üçüncünün üzerinde yükselerek yeni bir aşamaya işaret ettiği söylenen “Sanayi 4.0” ise internet, “bulut” teknolojisi, robot kullanımı, yapay zekâ, üç boyutlu baskı, otonom (sürücüsüz) taşıma araçları, birbirleriyle iletişim halindeki makineler, nanoteknoloji, biyoteknoloji gibi gelişmelere dayanan yeni bir teknolojik devrim olarak niteleniyor.
“Sanayi 4.0”ın, Dünya Ekonomik Forumu’ndan TÜSİAD’a, büyük şirketlerden üniversitelere pek çok kurumun, toplantının, konferansın temel konusunu oluşturmaya başladığı görülüyor. Örneğin bu yıl Ocak ayında Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nun ana teması “dördüncü sanayi devrimi” idi. Mart ayında TÜSİAD “Türkiye’nin Küresel Rekabetçiliği İçin Bir Gereklilik Olarak Sanayi 4.0” başlıklı bir rapor yayınladı. O günlerde Capital ve Ekonomist dergileri tarafından düzenlenen Uludağ Ekonomi Zirvesinde de bu konu ele alındı. Aynı şekilde, Nisan ayında İstanbul Kültür Üniversitesinde düzenlenen Üretim Ekonomisi Kongresinin ana konusu da yine buydu. Kongrenin sloganı ise “akıllı fabrikalar dönemi başlıyor” idi.
Burjuva ideologların “Sanayi 4.0” bağlamında çizdikleri yakın gelecek tablosu şöyle özetlenebilir: Bütün araçlar, fabrikalar vb. bilgisayarlarca yönetilip, internet ağıyla birbirine bağlanacak. Tüm bilgiler “bulut” teknolojisiyle merkezi olarak toplanacak, akıllı makineler tarafından işlenip değerlendirilecek. Makineler makinelerle iletişim halinde kendi kendilerini koordine edecekler. Tekil fabrikalar ortadan kalkacak ve tüm fabrikalar çoklu bir sistemin parçası olarak birbirleriyle entegre hale gelecek, merkezi olarak kontrol edilebilecek, hatalar, arızalar akıllı sistemler sayesinde kolaylıkla giderilebilecek. Sadece sanayide değil sağlık da dahil hizmetlerin her alanında robot kullanımı yaygınlaşacak ve işin büyük bir bölümünü robotlar yapacak...
Sınırsız beyin jimnastiğiyle bu yakın gelecek tahayyülü sayfalar boyu uzayabilirken, burjuva ideologlar ve ekonomistler, “Sanayi 4.0”ın kalbini oluşturan “akıllı sistemler” (akıllı evler, fabrikalar, çiftlikler, kentler vb.) sayesinde üretim süresinin, üretim maliyetlerinin, tüketilen enerji miktarının vb. düşeceğini, üretkenliğin, kalitenin, güvenliğin ve esnekliğin artacağını, kapitalizmin kendini yeniden tanımlayacağını söylüyorlar. Yine bu sayede Malthusçu teorinin ileri sürdüğü nüfus-kaynak çelişkisinin aşılacağından, sahip olunan tüm verilerin küresel ölçekte ortaklaştırılmış bir veritabanında birleştirilmesi ve yapay zekâ uygulamalarının gelişmesiyle “akılcı” karar alma mekanizmalarının hayatımıza yön vereceğinden söz ediyorlar.
Peki “hayatımızı değiştirecek”, ona yön verecek bu “devrim” kime hizmet edecektir? Dünya nüfusunun %99’una mı, %1’ine mi? Yanıt baştan belli değil mi?
Burjuvaziye göre, bu muazzam teknolojik atılımla verimlilik artışı ve rekabette üstünlük sağlanarak kârlar artacak, stoksuz üretim yaygınlaştırılarak talep daralması karşısında yaşanan sorunlar bertaraf edilip krizlerin önüne geçilecek ve böylelikle kapitalizme ölümsüzlük ruhu üflenecektir! İyi de, bu kadar akıl atfedilen “Sanayi 4.0” evresinde, bir avuç asalağın tüm üretim araçlarını özel mülkiyet adı altında gasp etmesine ve kâra dayanan akıldışı bir sistem, yani kapitalizm neden hâlâ varlığını sürdürecektir? Burjuva ideologlar doğal olarak bu konuya hiç girmiyorlar!
Robotik kapitalizm mi?
Bilgisayarlar, robot teknolojisi ve tüm dünyayı birbirine bağlayan internet sayesinde, mal ve hizmet üretiminde canlı emeğin oranının giderek azaldığı doğrudur. Mevcut teknoloji, bugün insan gücüyle yapılan pek çok işin daha şimdiden robotlar tarafından yapılabilmesine, ağır ve tehlikeli işlerin pek çoğunun az sayıda insanla gerçekleştirilmesine, böylece insanlara bolca serbest zaman kalmasına imkân tanıyor. Peki bu imkân gerçekliğe dönüşebiliyor mu? Hayır! Aksine, milyonlarca işçi “iş kazaları”na uğramaya devam ediyor, iş saatleri uzatıldıkça uzatılıyor. Makineleşmenin böylesine yaygınlaştığı günümüzde işçilerin çalışma süresinin azaltılmak bir yana daha da arttırılmasını herhalde ki teknolojik gelişimin yetersizliğiyle açıklamak mümkün değildir. Keza pek çok işkolunda teknik olarak tam otomasyona geçmek mümkünken bu yapılmamaktadır. On yıllardır Japonya’daki otomobil fabrikalarında otomasyonun ulaştığı düzeyin tam otomasyona doğru ilerlediğinden dem vuruluyor. İnsansı robotların marifetlerine her gün bir yenisi ekleniyor. “Sanayi 4.0” konulu toplantılarda da robotik üretim meselesine ağırlık verilerek, otomasyonda ileri aşamalara geçen Honda fabrikası öne çıkarılıyor. Honda’nın üretimde neredeyse hiç insan kullanmayacak aşamaya geldiği söylenerek gelecek perspektifleri şekillendiriliyor. Peki on yıllardır bundan söz edildiği halde Honda neden tam otomasyona geçmedi ve halen de 2030’larda tam otomasyon yerine “büyük oranda otomasyon”dan söz ediyor? Çünkü sanayi “4.0” olsa da, kapitalizm bildik kapitalizm olmaya devam etmektedir!
Kapitalist üretim sisteminde, işçiler yoksa kâr da yoktur; zira kâr, işçi sınıfının ürettiği toplam değerin burjuvazinin el koyduğu kısmı olan artı-değerin realize olmuş halidir, yani kârın tek kaynağı canlı emek sömürüsüdür. Marx’ın anıtsal eseri Kapital’de vurguladığı gibi: “İşçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden üretilmesi, sermayenin yeniden üretilmesinin her zaman için zorunlu bir koşuludur.” Tam da bu yüzdendir ki, “Sanayi 4.0”dan söz eden kapitalistler, “elveda proletarya”cıların aksine, bu süreçte işçinin ortadan kalkmayacağını, işin yapılma biçiminde değişiklikler olacağını ve işgücünün de bu doğrultuda eğitilmesi gerektiğini vurguluyorlar.
Elif Çağlı, 1999 yılında kaleme aldığı Büyüyen İşçi Sınıfı kitabında, o dönemlerde de yoğun olarak tartışılan robotlaşma meselesini, kapitalizmin işleyiş yasaları temelinde ayrıntılı incelemiştir. Sınai artı-değeri ancak canlı emeğin yaratabileceğini, makinelerinse işçiden sızdırılan artı-değeri büyütme aracı olduğunu dile getiren Çağlı şunları vurgulamaktadır:
“Makineleşmenin artışı, aynı iş saati içinde daha fazla üretim yapılmasını mümkün kılarak emeğin üretkenliğini arttırmakta, böylece metaların ucuzlamasına neden olmaktadır. Bu, verili iş saatleri içinde işçinin kendisi için çalıştığı gerekli emek zamanının kısalması, kapitalistin el koyduğu artı-emek zamanının ise uzaması anlamına gelir. İşte makine bu nedenle, işçiden sızdırılan artı-değeri büyütme aracıdır. Makinenin kendisi, yani ölü emek artı-değer yaratmaz, fakat canlı emeğin daha fazla artı-değer yaratmasını mümkün kılar.”
“Üretkenlikteki gelişme, işgücünün yeniden üretimi için gerekli emek zamanını azalttığından, bir yandan artı-emek miktarı yükselirken diğer yandan aynı düzeyde üretim için kullanılacak işçi sayısında düşüş gerçekleşebilir. Bu açıdan bakıldığında, alabildiğine yükselen makineleşme düzeyiyle birlikte, mantıken kapitalistlerin de gerçekten giderek son derece az sayıda işçi çalıştırarak düzenlerini sürdürecekleri düşünülebilir. Ama genelde öyle olmamaktadır. Çünkü kapitalist düzen, insanlara çok da mantıklı görünen bazı kurallara göre değil, işçiden olabildiğince fazla artı-değeri emme kuralına göre işler.”[1]
Makineleşmenin bu hızla gitmesi durumunda üretim sürecinde insanın işgücünü neredeyse tamamen devre dışı bırakabileceğini, ancak kapitalizmin bunun önünde engel oluşturduğunu dile getiren Çağlı, Marx’tan şu alıntıya yer vermektedir: “Makine yüzünden tüm ücretli-işçiler sınıfı ortadan kalkacak olsaydı, ücretli emek olmadıkça sermaye olmaktan çıkan sermaye için bu ne korkunç bir şey olurdu!”[2] Ardından da, salt robot kullanımının artık değişim değeri değil kullanım değeri üretilen yeni bir sistem anlamına geleceğini, bunun da kapitalizmin inkârı demek olduğunu vurgulamaktadır.
Makineleşme ya da robotlaşma meselesinde kapitalizmin çelişkileri sadece üretim alanında değil tüketim alanında (yani artı-değerin realizasyonu alanında) da kendini göstermektedir. Kapitalizm altında tam otomasyona geçilmesi demek, yüz milyonlarca işçinin işsiz, yani gelirsiz kalması demektir ki, bu durum başlı başına devrim potansiyelini güçlendirirken, kapitalistlerin üretilen metaların kime satılacağı sorunuyla da baş başa kalmalarına yol açacaktır. Bu noktada sözü yine Elif Çağlı’ya bırakalım:
“Kapitalistler metaların üretim maliyetlerini düşürebilmek için üretkenliği arttırmak, daha çok makineleşmek zorundadırlar. Salt teknik açıdan düşünüldüğünde bu ilerleyişin mutlak anlamda sınırları olmasa da, uzun dönemde kapitalist üretimin niteliğiyle giderek bağdaşmayan bir karakteri vardır. Üretim sürecinde mekanizasyonun yoğunlaşması, canlı emeğin ölü emek karşısında gerilemesi demektir. Bu durum üretici güçlerin gelişmesi bakımından bir ilerleme anlamına gelse de, kapitalist işleyişte sermayenin organik bileşimini yükselterek kâr oranlarını düşürür. Ayrıca, yeni teknik buluşlarla çalışma saatlerini en asgari düzeylere çekme olanağı, artı-değer üretme sürecinin özsel niteliğiyle çelişir. Birincisi, makineler artı-değer yaratmaz ve dolayısıyla robotların işçi sınıfının yerini aldığı bir kapitalizm düşünülemez. İkincisi, kapitalizm altında çalışma saatlerinin düşürülmesine rağmen artı-değer üretimini yükseltmek mümkün görünüyorsa da, bunun da tarihsel bir sınırı vardır. Çünkü işçi sınıfının düşen çalışma saatlerine karşın aynı ölçekte yükseltilemeyen toplumsal satın alma gücü, bu kez de yaratılan artı-değerin gerçekleşme sorununu çok daha büyük bir ölçekte gündeme getirecektir. Sermayenin kendini artan biçimde değerlendirebilmesi yalnızca daha çok canlı emeği sömürebilmesine değil, üretim sürecinde el konan artı-değeri piyasada kâra dönüştürebilmesine de bağlıdır. İşte bu nedenle üretici güçlerdeki gelişme giderek çok daha şiddetli biçimde kapitalist üretim tarzının öz niteliğiyle bağdaşmaz hale gelmektedir.”[3]
Bu konuda son olarak şu hususu da vurgulayalım ki, robotlaşma meselesinin dönem dönem fazlaca öne çıkarılması (“Sanayi 4.0”ın medyada daha ziyade bu yönüyle gündem yapılması gibi) ideolojik boyutlar da içermektedir. Böylece aslında bir yandan sanayide devrimler yaratan kapitalizmin ne kadar güçlü olduğu, krizi bu şekilde aşacağı ve bilim-kurgu filmlerindekine benzer yepyeni bir dünyaya doğru yol alındığı mesajı verilirken; öte yandan da “robotlar kapıda yerinizi almayı bekliyor” mesajıyla işçilere “ayağınızı denk alın, mız çıkarmadan çalışın” denmektedir.
Krizler son mu bulacak?
Kapitalizm tarihsel ve küresel ölçekte derin bir kriz yaşarken, burjuvazi bir kez daha yeni teknolojik buluşlar sayesinde krizlerin nihai olarak son bulacağı propagandasına sarılıyor. 90’lı yıllarda, bilgisayarlar, robotlar, internet, cep telefonları gibi yeni teknolojilere dayanan “teknolojik devrim”in kapitalist krizleri tarihe gömeceği yönündeki burjuva propagandanın ömrü on yıl bile sürmeden kapitalizm kendini tarihinin en büyük kriziyle karşı karşıya buluvermişti. İçinden çıkılması hiç de kolay olmayan bu sistem krizi derinleşerek devam ederken, burjuva ideologlar şimdi yine bir sihirli değnek keşfetmişçesine “dördüncü sanayi devrimi”nden söz ediyor ve bunu ideolojik bir propaganda malzemesi olarak kullanıyorlar.
Onlara göre, bu yeni “teknolojik devrim” sayesinde üretim maliyetleri düşecek, verimlilik artacak, siparişlerin bilgisayar sistemleri ve internet aracılığıyla alınması ve takibi çok daha kolaylaşıp yaygınlaşacağı için stoksuz üretim tam olarak hayata geçirilebilecek ve tüm bunlar neticesinde rekabet üstünlüğü sağlanırken krizler de tarihe gömülecektir. Ne var ki tüm bu savlar yeni olmadıkları gibi, kapitalizmin tarihi boyunca burjuvazi için züğürt tesellisinden öteye de geçememişlerdir.
Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum broşüründe kapitalist krizlerin işleyiş mekanizmasını Marksist perspektifle ele alan Elif Çağlı, yeni teknolojilerle krizler arasındaki ilişkiyi de incelemiştir:
“… yeni teknolojiler önce muazzam kârların sağlanmasına fırsat verse bile, gerçekleşen teknolojik devrim yaygınlaştıkça kâr oranları kaçınılmaz olarak düşecektir. Kapitalist sisteme yükseliş ivmesi veren koşullar bir süre sonra tersine dönerek bu kez bir inişe yol açacaktır. Kaldı ki günümüzdeki yeni teknikler bizlere ne denli çarpıcı görünürse görünsün, bir teknolojik devrimin kapitalizme sağlayacağı gelişme potansiyeli tarihsel akış içinde son tahlilde görelidir.”
Yeni buluşlar teknik bakımdan ne denli cazip olursa olsun, kapitalistleri ilgilendiren şeyin işin teknik mucize boyutu olmadığını vurgulayan Çağlı şöyle devam ediyor:
“Onlar bu buluşların son derece kârlı, yeni ve yaygın pazar alanları yaratıp yaratmadığına bakarlar. Ne var ki kapitalist sistemin içerdiği çelişkiler kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı doğa yasaları gibidir. Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusu ve bu temelde güdülenmiş yatırım coşkusuyla, geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişki temelinde yol almaya mahkûmdur. Döneme eşlik eden teknolojik yeniliklere rağmen, pek çok kapitalist olumlu beklentilerle aynı yönde davranacağı için belirli bir süre sonra kârlılığın düşmesi, piyasanın yeni ürünlere doyması ve bir aşırı-üretim bunalımının patlak vermesi kaçınılmazdır. Kaldı ki, yeni teknolojinin yarattığı pazar olanakları dünya kapitalist sistemindeki büyük eşitsizlikler nedeniyle kısıtlıdır. Bu nedenle kısa sürede çok ciddi bir aşırı-üretim krizi yaratan yeni teknoloji, kapitalizmin içsel yasalarını fazlasıyla kanıtlamış bulunmaktadır. İnsan toplumunun ihtiyaçlarının karşılanması bakımından çok büyük bir anlam ifade edebilecek olan yeni teknolojiler, kâra bağımlı kapitalist düzen açısından yeni sorunların kaynağıdır.”
Çağlı 2003 yılında kaleme aldığı bu broşürde, 90’larda burjuvazinin krizlerin artık son bulduğuna dair yarattığı yanılsamaların nasıl gümbürtüyle çöktüğüne dikkat çekerken, aslında birkaç yıl sonra çok daha derin bir krize sürüklenen kapitalizmin yaratacağı ekonomik ve sosyal yıkıma da ışık tutuyordu:
“İşte tüm bu gerçekler, 90’lı yıllarda yeni teknolojiler temelinde kaydedilen ekonomik büyümenin yanı sıra gerçekleşen somut gelişmelerde yansımasını buldu. Örneğin bilgisayar teknolojisinde kaydedilen yenilikler aslında çalışma saatlerinin düşürülmesine olanak sağlarken, ABD dahil tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının daha uzun saatler boyunca çalıştırılması yaygınlaştı. Sınıfın ücret düzeyine ve kazanılmış sosyal haklarına büyük bir saldırı yürütüldü, geniş kitlelerin satın alma gücü düşürüldü. Yeni üretim sektörlerindeki ekonomik gelişme, diğer sektörleri peşi sıra sürükleyemediği ve dünyada yeterli bir pazar alanı bulamadığı için çok daha kısa sürede bir aşırı-üretim bunalımına dönüştü. Varolan pazarların yeni teknolojilerin yaygınlaştırılması ve emilmesi açısından yetersizliği, teknik buluşlara rağmen üretkenliği arttırma hızını frenledi. Böylece bir yanda dünyada milyonlarca insan doğru dürüst yiyecek ekmek ve içecek su bulamazken, diğer yanda yeni teknoloji ürünlerinin çok kısa sürede hurdaya çıkartılan ya da satılamayan çeşitlemelerinden devasa stoklar yükselmeye başladı.”[4]
Görüldüğü gibi, yeni teknolojiler ya da “teknolojik devrimler” krize son vermek bir yana, yeni krizlerin ebesi olmaktadırlar. Dolayısıyla “Sanayi 4.0”ın krizlere son vereceği şeklindeki beklenti boş bir beklentidir ve burjuva ideologlar bunu bal gibi bildikleri halde kitleleri manipüle ederek kapitalizme güven aşılamak için bu boş beklentiyi pompalamaktan geri durmamaktadırlar.
“Fırsatlar ve riskler”
Ocak ayında gerçekleştirilen Davos zirvesinde, Dünya Ekonomik Forumu kurucusu ve başkanı olan Klaus Schwab teknolojik gelişmelerin geldiği aşamadan söz ederken, “bu derece büyük fırsat veya riskin yaşandığı başka bir zaman olmadı” diyordu. Schwab bunu elbette burjuvazi açısından söylüyordu. Ne var ki işçi sınıfı açısından da aynı şey geçerlidir: Bu derece “fırsat veya riskin” yaşandığı başka bir zaman olmamıştır! Sorun, üretici güçlerdeki gelişmenin yarattığı “bu derece büyük fırsatların” hangi sınıfın lehine kullanılacağında düğümlenmektedir.
Öncelikle şunun altını çizmek gerekiyor ki, milyarlarca işçinin, emekçinin, açlık, yoksulluk, yoksunluk içinde yaşadığı dünyamızda, bunun nedeni, doğal ya da teknolojik sınırlamalar nedeniyle üretimin herkese yetecek ölçüde bollaştırılamaması değildir. Aksine gerek doğal kaynaklar gerekse bilimsel-teknolojik gelişme düzeyi, dünyayı tüm insanlar için bir cennete çevirmeye yeterlidir. Bunun önündeki tek engelse, üretimin insanlığın ihtiyaçlarının karşılanması için değil kâr için yapıldığı kapitalist üretim biçimidir.
Kapitalizm, gelişimiyle birlikte barındırdığı içsel çelişkileri de somutlanıp olgunlaşan ve nihayetinde de kendisinin kurdu olan bu çelişkiler yüzünden yok olmaya yazgılı bir üretim sistemidir. Bu çelişkilerin temelinde, üretimin toplumsal karakterine rağmen üretim araçlarının özel mülkiyet tekelinde olması yatmaktadır. Bu sistemde, bütün değerleri işçi sınıfı yaratırken, yoksulluğa mahkum edilen de yine odur. Kapitalizmin geldiği aşamada, bir otobüs dolusu adamın (üstelik sayıları hızla “bir minibüs dolusu”na doğru düşmektedir) dünya nüfusunun yarısının sahip olduğu toplam servete tek başlarına sahip olmaları, söz konusu “yarı”nın ise sefalet içinde yaşam savaşı vermeye mahkûm edilmiş olması, aslında bu sistemin akıldışılığının ve çelişkilerinin en büyük kanıtıdır.
Engels, Marx’ın Ücretli Emek ve Sermaye adlı eserine (1847) yazdığı 1891 tarihli önsözünde şunları söylüyordu:
“… gitgide artan bir hızla birbirinin yerini alan bu bulgu ve buluşlar, insan emeğinin her gün görülmemiş ölçüde artan bu üretkenliği, nihayet, bugünkü kapitalist ekonomiyi ortadan kaldıracak bir çelişkiye yol açar. Bir yanda ölçüye gelmez büyüklükte zenginlikler ve alıcıların başa çıkamayacağı ürün bolluğu; öte yanda ise, toplumun proleterleşmiş, ücretli işçiler haline gelmiş ve işte bu yüzden de bu ürün bolluğunu kendilerine maledemez hale sokulmuş geniş yığınları. Toplumun, son derece zengin küçük bir sınıf ile mülkten yoksun büyük bir ücretliler sınıfına bölünmesi, toplumun üyelerinin büyük bir çoğunluğu aşırı bir yoksulluğa karşı hemen hemen korunmamış, giderek hiç korunmamış durumda iken, o toplumun, kendi ürettiği fazlalığın ağırlığı altında ezilip boğulması sonucunu verir. Bu durum, her geçen gün daha saçma, daha gereksiz olmaktadır. Bu duruma son verilmelidir, verilebilir. Bugünkü sınıf farklılıklarının ortadan kalkmış olacağı ve (…) toplumun bütün bireylerinin, daha şimdiden zaten varolan muazzam üretici güçlerinin planlı olarak kullanılması ve genişletilmesi sayesinde, ve herkes için zorunlu ve eşit çalışma ile, yaşamdan zevk alma, gelişme ve bedenin ve usun bütün yeteneklerini işletebilme araç ve olanaklarından herkesin eşit bir biçimde ve durmadan artan bir bolluk içinde yararlanabileceği yeni bir toplum düzeni olanaklıdır.”
Bugün geldiğimiz noktada, üretici güçlerdeki gelişmenin, tam da Marx ve Engels’in tasavvur ettikleri gibi, komünizmin maddi koşullarını büyük bir hızla olgunlaştırdığını görüyoruz. Bilgisayarların, robotların üretim ve hizmet sektöründe yaygın bir şekilde kullanılabilmesine, internet aracılığıyla dünyadaki tüm veri tabanlarının ortaklaştırılmasına ve üretimin merkezi bir şekilde kontrol edilip yönlendirilmesine olanak tanıyan teknolojik gelişmeler, üretimin dünya ölçeğinde planlanarak yürütüldüğü ve “herkese ihtiyacına göre” ilkesini hayata geçirecek kadar bollaştığı komünist toplumun da de zeminini hazırlıyor. Ancak bunun potansiyelden gerçekliğe dönüşmesi için üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet tekelinin, yani kapitalizmin yıkılarak işçi sınıfının iktidarının dünya ölçeğinde kurulması ve böylece komünizmin yolunun açılması gerekiyor. Aksi halde, yani kapitalizm varlığını sürdürdüğü sürece, teknolojik gelişmeler, %99’u oluşturan emekçilerin refahını ve serbest zamanını arttırmaya, hayatını kolaylaştırmaya ve daha güzel hale getirmeye değil, %1’in kârına kâr katmaya hizmet edecektir. Bu %1’in teknolojiyi, evleri, arabaları, fabrikaları, kentleri “akıllı”laştırırken emekçi kitleleri aptallaştırarak köleleştirmek için kullanması ve esaret zincirlerinin halkalarına dönüştürmesi da cabası!
“Özetle, kapitalizm altında ekonomik gelişme, yaşamın her alanında eşitsizliklerin varlığını sürdürmesi ve çelişkilerin derinleşmesi pahasına gerçekleşir. O halde, teknik yeniliklerin cazibesine kapılıp bu eşitsizlikler düzeninde daha pırıltılı bir gelecek düşlemek, gerçekte insan yaşamının artık ya sosyalizm ya toptan yok oluş benzeri bir ikilemle yüz yüze bulunduğu günümüzde aklını yitirmiş olmak anlamına gelmektedir. Tüm teknolojik albenisine rağmen çağdaş kapitalist yaşam, milyonlarca insana sunduğu açlık ve ölüm tehdidiyle, daha iyi çalışma ve yaşam koşullarını engelleyen işleyiş tarzıyla, emekçi kitlelerin boş zamanlarını bile metalaştırarak onları zihinsel bir çöküntüye sürüklemesiyle artık katlanılması olanaksız bir düzene dönüşmüş bulunmaktadır. Bütün mesele, bu nesnel gerçekliğin işçi sınıfının bilincine kazınması ve kapitalist üretim ilişkilerini kırıp geçecek büyük bir hareketin örgütleyicisi olacak önderliğin yaratılabilmesidir.”[5]
[1] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., 2.bsk, s.120 ve 122
[2] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yay., Kasım 1979, s.59
[3] Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., s.10-11
[4] Elif Çağlı, age, s.9, 10 ve 12
[5] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, s.127
link: İlkay Meriç, Sanayi 4.0, Kapitalizm 1.0, 2 Haziran 2016, https://marksist.net/node/5145
“Reis-i Cumhur” Buyurdu: Kıyamete Kadar Savaş!
“Komşum Tok, Benim Sınıfımdan Ölen de Yok”