Toplumsal tarih içinde yaşananlar günümüzü aydınlatan pek çok ders içeriyor. Bugüne dek hiçbir egemen güç, artık yolun sonuna geldiğini idrak ederek tarih sahnesini kendiliğinden terk etmemiştir. Bu kural günümüz için fazlasıyla geçerlidir. Üstelik kapitalist sistem, tarih sahnesinde daha önce yer almış diğer toplumsal düzenlere benzemez biçimde azgın bir sömürü ve kâr hırsı üzerinde yükseliyor. Sistem derin bir tarihsel kriz içinde debelendikçe, egemenler her ne pahasına olursa olsun kendi çıkarlarını koruma kudurganlığıyla insanlığı ve gezegenimizi yıkıma sürüklüyorlar. Emperyalist güçlerin nüfuz bölgelerini yeniden paylaşma hırsı nedeniyle, Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde halklar savaş cehenneminin ateşlerine atılıyor ve tüm dünyada işçi-emekçi kitlelerin üzerindeki sömürü katmerleniyor. Bugün pek çok ülkede burjuva demokratik haklar gerilerken, oligarşik yönetim uygulamaları büsbütün pekişiyor. Kısacası günümüzde demokrasi can çekişirken, burjuva düzen tam bir plütokrasi egemenliğine dönüşüyor.
Kapitalist sistemin bu son döneminin insanlık açısından türlü belâlarla yüklü, kaotik ve acılı bir süreç olarak seyretmesi tesadüf değildir. Kapitalist üretim tarzı, geliştiği ölçüde kendi sonunu hazırlayan bir sistemdir. Kapitalizm yıkıcı krizler olmaksızın işleyemez. Bugüne dek her büyük yıkıcı kriz, ancak insanlığı emperyalist savaşlar gibi felâketlere sürükleme pahasına ve daha da büyük krizlerin temelini döşeyerek atlatılabildi. Ve sonunda tam bir küresel ekonomi olarak olgunlaşan emperyalist kapitalizm, eski parlak günlerinin artık geri gelmez şekilde sona erdiği yeni bir döneme girdi. Kapitalizm bir türlü kurtulamadığı derin krizinin içinde artık kendi tarihinin sonuna doğru sürükleniyor. İçinden geçmekte olduğumuz süreç, kapitalizmin yükseliş dönemini onun kaçınılmaz çöküş döneminin izleyeceğini yıllar önce ortaya koyan Marksist değerlendirmeleri doğruluyor. Kuşkusuz insanlık tarihi ve kitlelerin daha iyi bir gelecek özlemi sona ermiş değildir. Fakat kapitalizmin artık bir geleceğinin olmadığı anlamında “tarihin sonu” yaklaşmıştır. Kapitalist düzenin çürümesiyle birlikte burjuva demokrasisi de can çekişmektedir. İnsanlık içinde bulunduğu umutsuz durumdan, ancak ve ancak kapitalizmi aşıp işçi demokrasisine kavuştuğunda kurtulabilecektir.
Çatışmaları körükleyen bir sistem
Kapitalizmin dünya ölçeğindeki sermaye birikim süreci, ülkeler arasındaki çeşitli eşitsizlik ilişkilerini yeniden ve değişen biçimlerde üreterek ilerler. Kapitalist üretim tarzından türeyen eşitsizlik ilişkileri, aynı zamanda toplumun farklı sınıflar temelinde kutuplaşması ve diğer yandan kapitalistler arasında da rekabet temelinde bir işleyiş demektir. Bir yandan karşıt sınıflar arasındaki asla ortadan kalkmayan sınıf mücadelesi, diğer yandan kârdan daha fazla pay kapabilmek uğruna çeşitli sermaye grupları ve çeşitli kapitalist devletler arasında sürüp giden rekabet ve çatışmalar, kapitalizmin barışçıl bir işleyişe sahip olamayacağını ortaya koyar.
Kapitalizmin bu yasaları doğrultusunda günümüzde yaşanan çarpıcı gerçeklikler, küresel kapitalizmin dünyayı nihayetinde bir barış dönemine taşıyacağına ilişkin bilumum eski ve sözde yeni “teoriler”in ipliğini de pazara çıkardı. Dünyada ve bu arada Türkiye’de özellikle liberal sol yazarların kitleler nezdinde yaratmaya çalıştıkları “daha adil ya da daha barışçı bir kapitalizm” düşü, giderek yaygınlaşan emperyalist paylaşım savaşlarının alevleri arasında eriyip kül oldu. Yalın gerçek şudur: Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben ABD ve AB gibi emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşlarının ateşi önce Balkanlar’ı yakıp geçmiş, daha sonra Ortadoğu peşpeşe patlak veren paylaşım savaşlarıyla tam bir yıkım alanına dönüştürülmüş, çeşitli Afrika ülkeleri kapitalist çıkarlar için kışkırtılan çatışmalarla kana bulanmıştır. Büyük kapitalist güçler arasındaki rekabetin temposu, emperyalist savaşları daha da yaygınlaştırarak yükseliyor. Dünya ölçeğindeki gerginlik ve çıkar çatışmaları, şimdilerde işin içine Musul ve Kerkük gibi önemli petrol havzalarını, Ukrayna vb. gibi nüfuz alanlarını da katarak ve Türkiye-İran gibi rakip bölgesel güçlerin yanısıra Rusya, ABD, Çin gibi en büyük emperyalist güçleri de karşı karşıya getirerek ilerliyor.
Küresel kapitalizmin ulus-devletleri giderek ortadan kaldıracağı yolundaki iddiaların tam tersine, kapitalizmin bu çatışmalar çağında rekabet mücadelesi içinde birbiriyle kavgaya tutuşan ulus-devletlerin sayısı tırmanmaktadır. Ve paylaşıma konu olan bazı ülkelerin bölünmesi neticesinde yeni ulus-devletler ortaya çıkmaktadır. Yine kapitalizmin yarattığı kitlesel yoksullaşma koşullarında çeşitli ülkelerde yeniden yükselen sınıf mücadelesi, burjuva devletleri her geçen gün bir yenisi eklenen anti-demokratik uygulamalarla daha da otoriter ve baskıcı kılmaktadır. Tüm ülkelerde burjuva hükümetler kapitalist devletin kitleler üzerindeki şiddet aygıtlarını güçlendirmek için genel bütçelerden milyarlar akıtıyorlar. Aynı şekilde, devletler arasında kızışan çıkar çatışmaları nedeniyle ulusal sınırların tahkimatı ve savaş bütçeleri için yapılan askeri harcamalar tırmanıyor.
İçinde yaşadığımız bugünkü dünya adeta bir kaos çağını çağrıştırırken, aslında bu durum kapitalizmin tükeniş döneminin temel bir özelliğidir. Sovyetler Birliği’ndeki sözde sosyalist rejimin çöküşüyle dünya üzerinde tek sistem olarak kalan kapitalizm, çökmeye yüz tutmuş bir küresel sistemdir. Bu sistemin her bir bileşenine yansıyan kriz ve istikrarsızlık koşulları, ilerleyen süreçte geçici iyileşmeler olsa bile, temel işleyiş bakımından tam bir çıkışsızlığın göstergesidir. Bu köhnemiş sistem, dünya üzerindeki işçi-emekçi kitlelerin mücadelesiyle yıkılmak üzere gün sayıyor. Bu durum burjuva egemenleri, kaçınılmaz sondan kurtulma telâşı içinde işçi-emekçi kitlelerin mücadelesine karşı daha da zalim ve kıyıcı kılmaktadır.
Sergilediği tüm özellikleriyle birlikte kapitalizmin bu tarihsel sistem krizi dönemine barış ve demokrasinin değil, savaş ve gericiliğin eşlik ettiği çok açıktır. Kapitalizm kendi sonuna yaklaştıkça, burjuva parlamenter rejim de görece toplumsal uzlaşma sağlayan özelliklerini yitirmekte ve sınıf diktatörlüğü yönü çok daha açık biçimde öne çıkmaktadır. Yalnızca Türkiye’de değil pek çok ülkede burjuva siyaset arenası, sistemin çıkışsızlığını yansıtır biçimde, hiçbir yeni umut vaat etmeyen köhnemiş bir tahterevalli oyununa dönüşmüştür. Artık kitlelerin önemli bir bölümünün gönüllü rızasını kazanamayan burjuva egemenler, büyük yalan kampanyalarını ve otoriter eğilimleri tırmandırmaktan başka bir çare bulamıyorlar. Her türlü toplumsal muhalefete rağmen iktidarda kalma çabası içinde tepinen burjuva politikacıların, akla gelmedik tertip, entrika, rüşvet ve yolsuzluğa başvurması, Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Asya’ya, Ortadoğu’sundan Türkiye’ye neredeyse her yerde dönemin sıradan vakası haline gelmiştir.
Demokrasiden plütokrasiye
Burjuva demokrasisi dipten gelen mücadele dalgaları neticesinde yaşama gözlerini açtığı dönemlerde ve ülkelerde, kitlelerin mücadelesinin ürünü olan kazanımları ve burjuva demokratik devrimlerin ruhunu içeriyordu. Özellikle de İngiliz sömürgeciliğine karşı verilen Amerikan Bağımsızlık Savaşının (1775-1783) zaferiyle kurulan ve o dönemlerin yükselen genç kapitalist ülkesi olarak öne çıkan ABD bu açıdan önemli örnekler sergiliyordu. Vaktiyle Marx ve Engels’in de dikkatini çekip dile getirdikleri üzere, bir zamanlar Amerika’da halk milisi, halk jürisi gibi kurumlar demokratik bir işleyişi yansıtmaktaydı. Yine Amerika’dan bir başka örnek verelim. ABD’nin ünlü demokrasi eylemcisi, kölelik karşıtı siyaset kuramcısı, düşünceleriyle Amerikan Bağımsızlık Savaşını ve 1789 Fransız Devrimini etkileyen Thomas Paine (1737-1809) “İnsan Hakları” adlı kitabında burjuva demokrasisinin en kapsamlı ifadeleri olan insan hak ve özgürlüklerini dile getirmişti.
O zamanlar kapitalizm henüz serbest rekabetçi dönem olarak adlandırılan hummalı bir yükseliş dönemi içindeydi. Zamanın siyaset arenasında da o dönemlere özgü burjuva demokratik anlayışlar egemendi. Örneğin Amerikan başkanlarından ünlü Thomas Jefferson (1743-1826), sermayenin en tepe unsurlarını içeren bir zümre egemenliğine karşı kitlelerin gönüllü desteğine dayanan geniş bir burjuva demokrasisini savunmaktaydı. Jefferson, emekçi kitlelerin istemini yansıtan demokrat bir ruhla şöyle diyordu: “Umuyorum, hükümetimize meydan okumaya, güç gösterisinde bulunmaya, ülkemizin yasalarına karşı gelmeye cüret eden zengin şirketlerin aristokrasisini, daha doğumu esnasında ezeceğiz.”
Ancak kapitalizmdeki tekelleşmeye paralel olarak burjuva yönetimler de tekelleşmeye ve burjuva demokrasisi başlangıçtaki demokrat ruhunu yitirmeye koyuldu. Hatırlanacağı üzere, bu tarihsel eğilim Lenin’in emperyalizm dönemi çözümlemelerine, burjuva demokrasisindeki gericileşme tespiti olarak yansıyacaktı. Fakat yanlış anlaşılmasın, bu tespit tüm kapitalist ülkelerde eşzamanlı gerçekleşen bir siyasi gericileşme anlamına gelmiyordu. Çünkü kapitalist gelişmenin başını çeken ülkeler tarihsel olarak böyle bir gericileşme sürecini yaşarken, dünyada burjuva demokratik dönüşümlere gözlerini henüz yeni açan ülkeler mevcuttu. Öte yandan unutulmasın ki, bu “siyasi gericileşme” tespiti bir göreceliği ifade etmekteydi. Burjuva düzenlerin halk kitlelerinin katıldığı demokratik devrimlerle kurulduğu Amerika, İngiltere, Fransa vb. gibi kapitalist ülkelerde, burjuva demokrasisinde zamanla yaşanan görece bir gerilemeydi söz konusu olan. Bunun dışında “siyasal gericileşme” tespiti, olağan burjuva rejimlerden olağanüstü burjuva rejimlere geçiş anlamında kalıcı bir yönetim biçimi değişikliğini kastetmiyordu.
Lenin’in siyasal gericileşme tespitine benzer biçimde, ünlü Amerikan romancısı Jack London da aynı olguyu kendi eserlerinde edebi bir bakış açısıyla ele almıştı. Jack London, 1908 tarihli ünlü romanı “Demir Ökçe”de, Amerika’daki değişimden hareketle burjuva rejimlerdeki anti-demokratik gidişatı çarpıcı biçimde dile getiriyordu. Ünlü yazar eserinde bu durumu kapitalist düzenin demir ökçesi, plütokrasinin iktidarı olarak tasvir etmişti. London Demir Ökçe’de, romanının kahramanı sosyalist Everhard’ın ağzından, ABD’de burjuva düzenin tröst krallarından ve büyük şirket yöneticilerinden oluşan plütokrasinin egemenliğine dönüştüğünü anlatıyordu.
Bir zamanlar Amerika’da köleliğin kaldırılmasını sağlayan ünlü demokrat başkan Abraham Lincoln (1809-1865), Güney’in köleciliğine karşı Kuzey’in yürüttüğü Amerikan iç savaşında (1861-1865) ölenlerin boşuna ölmediğini anlatmak üzere, cumhuriyeti “halk için, halk tarafından, halk adına” sözleriyle ifade etmişti. Fakat zamanla, Jack London’ın ünlü romanında çarpıcı biçimde dikkat çektiği gibi, Amerika’daki siyasal rejimi “plütokrasi” olarak niteleyenlerin sayısı çoğaldı. ABD için plütokrasi nitelemesini yapanlar Lincoln’ün sözlerini değiştirerek, siyasal rejimi “zenginler için, zenginler tarafından, zenginler adına” şeklinde tarif etmeye başladılar. Hatta kapitalizmin son dönem içine girdiği tarihsel krizle birlikte bazı gerçekler o denli gözden gizlenemez hale geldi ki, sistemin tepesinde yer alanların ağızlarından bile, kapitalizmin bu biçimiyle sürdürülemez oluşuna dair şaşırtıcı itiraflar dökülmeye başladı. Örneğin Financial Times gazetesinin ekonomi servisi şefi Martin Wolf, mevcut gidişat karşısında kapitalist düzeni tehdit edecek toplumsal devrim uyarısında bulundu ve dünya düzenini bir plütokrasi düzeni olarak niteledi.
Plütokrasi kavramı, yönetme erkinin toplumun tepesinde sivrilen zengin ve ayrıcalıklı bir zümre tarafından ele geçirilmesine dayanan oligarşik bir yönetim biçimini anlatıyor. Özetle “zenginlerin yönetimi” anlamına gelen plütokrasi kavramı, kapitalizmin ilerici barutunu yitirmesi ve buna koşut olarak burjuva düzenlerde demokrasinin daralmasıyla ortaya çıkan siyasi gerçekliğe işaret ediyor. Siyaset bilimi ve hukuksal açıdan faşizm benzeri olağanüstü bir rejimin kurulması söz konusu olmasa dahi, kapitalist ülkelerde genelgeçer pek çok husus hesaba katıldığında, burjuva yönetimlerin bir zenginler yönetimine, plütokrasiye dönüştüğü doğrudur. Burjuva rejimlerin Türkiye’de olduğu gibi tepeden kurulduğu ve zaten başlangıçta da Avrupa ve Amerika’daki gibi geniş bir burjuva demokrasisine sahip olmayan örnekleri bir yana bırakalım. Kitlelerin katıldığı burjuva demokratik devrimlerle biçimlenen Amerika ve Avrupa örneklerinde, başlangıçta halkın daha geniş kesimlerine dayanan siyasi iktidarların yerini giderek bir zenginler yönetimi almıştır. Bu ülkelerde görünürde yine bilinen burjuva parlamenter rejimler işbaşında olsa da, siyasal iktidarın yapılanmasının derinlerine indikçe, bunların başlangıçtaki burjuva demokrasisinden ne denli uzaklaşmış olduğu açıkça görülür. Sık sık askeri darbelerle kesintiye uğramanın yanı sıra zaten güdük bir burjuva demokrasisine sahip olan Türkiye örneğinde de, burjuva yönetimler giderek çok daha fazlasıyla bir zenginler yönetimine dönüşmüştür. Askeri vesayeti ortadan kaldırdığıyla övünen fakat bu kez de kendi otoritesi ekseninde bir iktidar kuran Erdoğan iktidarı bu durumun en son ve en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır.
Açık ki, dünden bugüne tüm kapitalist ülkelerde burjuva siyaset alanında yer kapmak giderek çok daha pahalı hale gelmiş ve yanı sıra kapılan yerler de bir siyasi hizmet alanı olmaktan ziyade fazlasıyla bir zenginleşme aracına dönüşmüştür. Tekelci kapitalizm çağında zaten genelde büyük sermayenin hizmetine giren burjuva yönetimler, kapitalizm iyice olgunlaşıp çürüdükçe plütokrasi nitelemesini haklı çıkarırcasına bir zenginler klübüne benzemiştir. Üstelik büyük sermayenin dünya ölçeğindeki hareket ve entegrasyonunun alabildiğine arttığı 80’ler dönemecinden başlayarak, plütokrasi nitelemesi çok daha çarpıcı biçimde ete kemiğe bürünmüştür. Dünya ölçeğinde bu doğrultuda yaşanan gelişmeler, Avrupa’da eski dönem burjuva siyasetçilere benzemeyen ve siyasi dengelerden çok parasal çıkarlarını düşünen Berlusconi, Sarkozy gibi tipleri ön plana çıkartmıştır. Keza çeşitli Asya ülkelerinde büyük yolsuzluk skandallarına rağmen koltuklarına yapışan “modern” burjuva siyasetçilerden bolca mevcuttur. Ayrıca, kapitalizmin yeni yükselen yıldızları Rusya veya Çin’de eski egemen bürokrasiden kapitalist plütokratlığa terfi eden çeşitlemeler günümüzün bir gerçekliğidir. Türkiye’de de son dönem dinci-laik tartışmasının tozu dumanı arasında gölgelenen gerçeklik budur. Siyasi yönetimde tekel kurmakla tekelci ölçekte zenginleşme hırsını bütünleştiren ve ayyuka çıkan her türlü yolsuzluk skandallarına rağmen, kendine yarattığı kitle desteği sayesinde iktidarını sürdürmeyi başaran Recep Tayyip Erdoğan bu tipolojiden bir politikacıdır.
Başbakan Erdoğan’ın kendi hesapları ve çıkarları uğruna toplumu gerdikçe germesiyle siyasal yaşamımıza yerleşen “kutuplaştırma” olgusu, aslında Türkiye örneğinin ötesinde kapitalist çürüme çağının bir genel eğilimini yansıtır. Kitlelerin burjuva yönetimlere verdiği gönüllü destek azaldıkça, parlamenter seçim sistemi giderek milyarlarca liranın akıtıldığı medya oyunları ve kitle manipülasyonu üzerinde yükselmektedir. Kapitalizm toplumdaki zengin-yoksul kutuplaşmasını derinleştirdikçe, işçi-emekçi kitleler sınıf farklılığını bilince çıkarmasın diye burjuva partiler olayları ve olguları sürekli çarpıtmakta ve toplumu kendi zenginler kulübünün iç çıkar çatışmaları temelinde bölmektedirler. İşte Tayyip Erdoğan bu mahiyetteki bir kutuplaştırmanın şampiyonlarındandır.
Burjuva demokrasisindeki gericileşme eğilimine bu tür siyasetçilerin sayısının artması ve burjuva siyaset alanındaki muazzam yozlaşma eşlik ediyor. Artık dünyada zenginler kulübünün yalnızca ekonomiyi değil siyaseti de tekelci biçimde yönettiğini söylemek abartma olmayacaktır. Vaktiyle Marksist önderlerin finans kapital çözümlemelerinde dikkat çekmeye çalıştıkları eğilimler, günümüzde can yakıcı hakikatler olarak karşımıza dikilmiş durumdadır. Türkiye gibi örneklerde son dönem yaşanan inanılmaz tefessüh bir yana, tüm kapitalist ülkelerde işçi-emekçi kitlelerin siyasi beklentileri burjuva klikler arasında yaşanan çekişmelere hapsedilmektedir. Bu durum toplumsal çöküntü ve umutsuzluğu dayanılmaz boyutlara tırmandırıyor. Burjuva düzen ve burjuva siyaset kitlelere hiçbir olumlu gelecek vaat etmezken, ezilen ve sömürülen milyonlar kendi yaşam gerçekliklerine yabancılaştırılıyorlar. Oysa işçi-emekçi kitlelerin burjuva partilerin çıkar çatışmaları temelinde bölünmeleri kabul edilemez. Burjuva düzen ve onun siyasi partileri işçi-emekçi kitlelerin hiçbir derdine deva olamaz. Ezilenlerin, sömürülenlerin sorunlarının çözümünden yana olan herkes, bu niyetini, burjuva düzen partilerine hapsedilmiş siyaseti aşma çabasında ortaya koymalıdır. Yerelinden geneline, parlamentosundan devlet başkanlığına, cumhurbaşkanlığına dek tüm seçim ortamları burjuva düzen partilerinin dışında seçeneklerin varedilmesi amacıyla değerlendirilmelidir. İşçi-emekçi kitleler, kendi yaşamlarını katlanılmaz kılan gerçekler temelinde siyasal bilinçle donatılmalıdır.
Kapitalizm kendi sonuna doğru yol aldıkça, zengin-fakir kutuplaşmasının inanılmaz ölçeklerde büyüyüp derinleşeceğine Marksizm yıllar öncesinden işaret etmiştir. Bugün yaşananlar kapitalizmin kıyamet alâmetleri gibidir. Bir zamanlar Marx ve Engels’in belirttiği üzere, bir kutupta muazzam bir zenginlik giderek çok daha az elde toplanırken, diğer kutupta milyarlar giderek derinleşen bir yoksulluk girdabına çekilmektedir. Bu gerçekliği kabaca rakamların diliyle ifade edecek olursak, 2014 yılı verilerine göre dünyadaki süper zenginler neredeyse 7 milyar insanın toplam gelirinin dörtte üçüne denk gelen bir servete sahipken, yerküremizde bir milyardan fazla insan günde bir dolardan daha az bir parayla yaşam sürdürmeye çabalıyor. Dünya nüfusunun yaklaşık yarısına tekabül eden üç milyardan fazla insan günde 2,5 dolardan daha az bir parayla geçinmek durumundadır. Kapitalizm kendi gidişatı içinde, bir zamanlar liberal iktisatçıların öve öve bitiremediği ve “orta sınıf”, “orta direk” diye adlandırdığı ara tabakaları zayıflatıyor. Buna paralel olarak Amerikan toplumunda bile kapitalizmin geleceğine dair pembe hülyalar sönüp gitmektedir. Anketler, kapitalist düzene dair iyimserliğiyle tanınan Amerikan halkının %74’ünün durumun genelde kötüye gittiği kanısında olduğunu ortaya koyuyor. Kapitalist sistemin başını çeken “müreffeh” Amerika’da durum böyle olursa, varın gerisini siz düşünün…
Kapitalist sistemin çürümüşlüğü ve onun insanlığın yeni kuşaklarına umut vermeyen köhnemiş hali ortadadır. Kapitalizm insan toplumunun gelişimi ve esenliği açısından akıldışı bir gidişat sergiliyor. İnsan ihtiyaçlarını karşılayacak üretici güçler heba edilirken, yalnızca bir avuç para babasını daha da büyük bir kâra boğacak olan para hareketleri, zengin elitleri abat eden spekülasyon, dolandırıcılık ve en önemlisi de militarizm yükseliyor. Yolsuzluk dosyalarıyla gerçek yüzleri ifşa olan politikacılardan tutun da finans kapitalin paralı askerlerine dönüşen istihbarat ve güvenlik güçlerine ve burjuva zirvede çıkar çatışmaları temelinde derinleşen kapışmalara dek, burjuva düzen artık işçi-emekçi kitleler açısından tam bir bataklığa dönüşmüş haldedir. Üstelik kapitalizm büyük krizi içinde kitleleri bir nebze de olsa oyalayacak sosyal iyileştirmeler olanağını yitirmiştir ve tam tersine kitlelerin kazanılmış sosyal haklarına, toplumsal fonlara açgözlü biçimde saldırmaktadır.
İşçi-emekçi kitlelerin haklarına yönelen saldırılar ekonomik düzeyde kalmamakta ve burjuva devletler artık ABD veya çeşitli Avrupa ülkelerinde dahi kitle eylemlerine, işçi direnişlerine karşı polis şiddetini tırmandırmaktadırlar. Öyle ki, ABD’de eski ulusal güvenlik uzmanı Edward Snowden bile itiraflarında, küresel totaliter bir polis devletinin altyapısının inşa edildiğine dikkat çekmiştir. Günümüzde burjuva egemenlerin kitleleri zapturapt altında tutabilmeleri için, baskı aygıtlarını daha da pekiştirip kitlelerin üzerine sürmekten başka çareleri kalmamıştır. Aslında devrini tamamlayan kapitalizmin siyasal düzeni de kitlelelere bugünkünden daha iyi bir gelecek vaat etmeyen bir çıkışsızlık içindedir. Sistem krizi derinleştikçe kapitalist tiran büsbütün zalimleşmektedir. Dünya ölçeğindeki bu gelişmeler Türkiye’de ise Erdoğan iktidarı altında artık tam gaz yaşanıyor.
İşin derinine inilecek olursa, dünyadaki ve Türkiye’deki durum artık burjuva düzenden, burjuva politikacılardan medet umarak günü kurtarmanın korkunç bir aymazlığa dönüştüğüne işaret ediyor. Bu aymazlıktan kurtulabilmek için, işçi-emekçi kitlelerin burjuva partilerin vaatlerine ve yalanlarına kanmaksızın, iktidardaki burjuva politikacısına karşı muhalefetteki burjuva politikacısından medet ummaksızın kendi örgütlülüğünü ve mücadelesini yükseltmesi gerekiyor. Tüm kapitalist ülkelerde ve bu arada kuşkusuz Türkiye’de de devrimci sınıf mücadelesi örgütlenmedikçe, kitleler ne yazık ki burjuva düzen güçlerinden medet ummaya devam edecekler. Siyaseti burjuva düzen sınırlarına hapseden çember kırılmadıkça, diğer ülkelerde veya Türkiye’de daha kaç seçim yapılırsa yapılsın, cumhurbaşkanlığı veya başkan baba koltuğuna kim kurulursa kurulsun neticede kazanan şu ya da bu çeşitlemesiyle zenginler klübü, plütokrasi olacak.
İşçi demokrasisi
Dünyanın kapitalistleşme sürecine sahne olan 19. ve 20. yüzyıla eşlik eden toplumsal mücadelelerde kitlelerin en yaygın biçimde dile getirdikleri talep demokrasi olmuştu. Eski dönemlerin mutlakiyetçi düzenlerine karşı yükselen isyan dalgalarında, demokrasi istemi burjuva demokratik rejimlerin kuruluşunda somutlanıyordu. Fakat dünya üzerinde kapitalizmin yaygınlaşması ve çeşitli ülkelerde burjuva iktidarların kuruluşuyla ilerleyen tarih boyunca, burjuva demokrasisinin de sonuçta burjuva egemenliğin biçimlerinden biri olduğu ve işçi-emekçi kitleler üzerindeki baskı ve sömürüyü ortadan kaldırmadığı açığa çıkmaya başladı. Burjuvazinin demokratik bir rejim kurmaya nefesinin yetmediği Rusya’da demokrasi mücadelesini de devrimci işçi sınıfı üstlendi. Paris Komünü öndeneyiminden sonra 1917 Büyük Ekim Devrimi dünyaya işçi demokrasisinin ilk örneğini kazandırdı. Bu tarihsel deneyimle birlikte, devrimci işçi sınıfının demokrasi mücadelesinin asgari ve azami boyutları, programatik belgelerin ötesinde pratikte somutlanmış oluyordu.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesine yol gösteren devrimci teori ve pratiğin ışığında ifade edecek olursak, proletarya diğer tüm sınıf ve katmanlardan çok daha derinlikli ve tarihsel olarak ilerletici boyutta bir demokrasi amacına sahiptir. İşçi sınıfının demokrasi mücadelesi, burjuva egemenliğine karşı ifade, inanç, örgütlenme özgürlüğü gibi en temel hakların savunusundan başlayıp kapitalist sömürüden kurtuluşu sağlayacak olan işçi demokrasisinin kuruluşuna uzanan bir içeriktedir. Paris Komünü ve Ekim Devrimi deneyimlerine rağmen, demokrasi denilince akla yalnızca burjuva demokrasisinin gelmesi burjuva ideologların yıllar içinde zihinlere kazıdığı büyük bir çarpıtmadır. Kapitalizmde egemen azınlığın iktidarına dayandığı için sınırlı bir kapsama sahip olan demokrasi, en kapsamlı ifadesine ancak işçi iktidarı altında ulaşabilir.
Demokrasi sorununda benimsenecek Marksist tutum, bu sorun temelinde sergilenen sözde sol fakat özde tamamen yanlış siyasal yaklaşımlarla da ayrım noktalarını belirliyor. Örnekse, demokrasi mücadelesinden neticede genişletilmiş bir burjuva demokrasisini anlayan reformist sosyalistler hatırlanabilir. İşçi sınıfının iktidar mücadelesini “demokratik aşama” diye kesintiye uğratarak, neticede kitlelerin demokrasi mücadelesini bir işçi demokrasisinin kurulmasına ilerletemeyen Stalinist aşamalı devrim anlayışlarını da unutmamak gerekir. Ayrıca, sözde daha radikal bir devrimci tutum takınma ve iktidar mücadelesinde burjuva demokratik çerçeveyi aşma adına sergilenen demokrasi inkârcılığı da mevcuttur. Bu yaklaşımı savunanlar, artık günümüzde işçi sınıfının demokrasi diye bir programatik isteminin olamayacağını ileri sürerler. Oysaki bu tür siyasal anlayışlar, demokrasi denildiğinde burjuva demokrasisinden başka bir hedefi tahayyül edemeyen sığlıklarıyla neticede yine işçi iktidarı ve işçi demokrasisi hedefini inkâr etmiş olmaktadırlar.
Yıllar içinde çeşitli ülkelerde yaşananlar hatırlanacak olursa, mücadelenin akışı içinde demokrasi ve devrim diyalektiğini doğru tarzda kavrayamayan ve genelde sol çocukluk hastalığı diye niteleyebileceğimiz eğilimler işçi sınıfının devrimci mücadelesine zarar vermiştir. Zamanla mücadele içinde olgunlaşıp çocukluk hastalıklarını aşan devrimci çevreleri bir yana bırakacak olursak, asıl sorun “çocukluk” çağlarını çoktan aşmalarına rağmen küçük-burjuva devrimci tabiatları gereği sol lâfazanlık çıkmazına saplanıp kalan küçük-burjuva sollardır. Bu tür siyasi çevreler, ya parlamento kürsülerinden devrimci tarzda yararlanma gereğini toptan inkâr etmekte veya gerici oldukları gerekçesiyle sendikalarda çalışma ihtiyacını reddetmektedirler. Oysa işçi sınıfının devrimci mücadelesi, işçi-emekçi kitlelerin en basit görünen demokratik taleplerine sahip çıkmaktan hareketle mücadelenin bir işçi iktidarının kurulmasına, işçi demokrasisine ulaşılmasına doğru ilerletilmesi demektir.
Açıktır ki, hangi devrimci görünen gerekçeyle ileri sürülürse sürülsün, işçi sınıfının demokrasi mücadelesinin küçümsenmesi, işçi-emekçi kitlelerin kapitalizm karşıtı muhalefetinin anti-kapitalist devrim düzeyine yükseltilememesi sonucunu doğuracaktır. Dahası, işçi sınıfının devrimci iktidar mücadelesine demokrasi isteminin eşlik etmemesi, geniş kitleler nezdinde işçi iktidarını haksız yere demokrasiden yoksun bir diktatörlük olarak tanıtacaktır. Nereden bakılırsa bakılsın bu yaklaşımların tümü yanlıştır. Aslında demokrasi hedefini yalan dolan olmaksızın en kapsamlı biçimde hayata geçirecek olan yegâne güç devrimci işçi sınıfıdır. Bunun gerçekleşmesinin yegâne yolu da, emekçi halk kitleleri tarafından desteklenen devrimci işçi iktidarının kurulmasıdır. Bu bakımdan, vaktiyle Lenin’in “demokrasi okulunda yetişmemiş bir işçi sınıfının sosyalizme ulaşamayacağı” yolundaki sözlerinin yalnızca Çarlık Rusyası’nın somut koşullarıyla sınırlı bir içeriği yoktur ve en geniş kapsamıyla günümüzde de geçerlidir.
İşçi sınıfının içinde yetişeceği demokrasi okulunun somutlanışı, kapitalist düzende işçi mücadelesinin araçları olan çeşitli işçi örgütlerinde demokratik bir işleyişin savunusu ve yerleştirilmesi mücadelesinden başlar. Devrimci Marksistler, sendikalardan sınıf partisine ve sovyet tipi oluşumlara dek işçi örgütlerinde, burjuva demokrasisi anlayışında olduğu üzere lafta ya da biçimde kalmayan fakat içeriği proletaryanın demokrasi anlayışıyla zenginleştirilmiş özde bir demokratik işleyişin tesisini amaçlarlar. Bunun için tutarlı ve azimli bir mücadele yürütürler. Diğer yandan işçi sınıfı, devrimci mücadelesine işçi ve emekçi kitleleri ilgilendiren tüm demokratik talepler uğruna mücadeleyi de ekleyerek ilerleyebilir. Tüm bunların ötesinde ise, işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getirebilmesi ve sınıfsız topluma, sosyalizme geçilebilmesi için işçi iktidarı dönemi bir işçi demokrasisi dönemi olmak zorundadır.
İşçi demokrasisi dönemi insanlık tarihi içinde yaşanacak en geniş, en kitlesel ve en gerçek demokrasi dönemi olacaktır. Böylece insanlığın dünden bugüne ilerleyen toplumsal yaşamı içinde farklı aşamalardan geçen ve farklı kapsam ve formlara bürünen demokrasi de en yüksek ve nihai aşamasına ulaşacaktır. Hatırlayalım, demokrasi Roma İmparatorluğu’nda aristokratik zümre içindi ve kapitalist toplumda ise bir ölçüde kitlelerin bazı demokratik haklarını içerir hale gelmişti. Ne var ki kapitalist üretim tarzının yaşlanması ve kapitalizmin tarihsel açıdan çürüme dönemine girmesiyle birlikte burjuva demokrasisinin işçi-emekçi kitleleri ilgilendiren kapsamı daralmaya koyuldu. Kapitalizm altında demokrasi de tıpkı unsuru olduğu toplumsal düzen gibi köhnemeye, çürümeye başladı, demokrasinin yerini giderek plütokrasi aldı. Aslında sıra çoktandır işçi demokrasisine gelmiş bulunmaktadır ve işçi demokrasisi insan toplumunu plütokrasiden demokrasiye taşıyacaktır. Böylece işçi demokrasisi, tarihsel ilerleyiş içinde demokrasi sarmalını içerik ve boyut bakımından en üst düzeye çıkaracak olan temel özelliğiyle parıldıyor.
İşçi demokrasisi kitlelerin toplumsal yaşamda kendi kaderlerini bizzat kendilerinin tayin edeceği gerçek demokrasidir, komünler halinde örgütlenmiş yığınların aktif ve doğrudan demokrasisidir. Burjuva parlamenter iktidarlardan tamamen farklı olarak, işçi iktidarı döneminde şu ya da bu genel veya yerel organa kim seçilirse seçilsin iktidar komünlerde olacaktır. Burjuva demokrasisinde seçimler son tahlilde kitlelerin burjuva egemenlerce empoze edilen adaylardan birilerini seçmesine dayanıyorken, işçi demokrasisinde seçim, görevlendirme ve seçileni değiştirme hakkı tamamen komünlerde olacaktır. Paris Komünü deneyiminden beri işçi demokrasisinin en önemli unsurlarından biri, seçilenlerin maaşının ortalama işçi ücretini aşmaması ve işçilerin seçtiklerini gerektiğinde görevden geri çağırma, uygun olanla değiştirme haklarının olmasıdır.
Anlaşılacağı üzere işçi demokrasisi tüm bu özellikleriyle burjuva demokrasisinden kat be kat demokratiktir. Onun bu niteliği, işçi sınıfının toplumsal karakterinden ve tarihte işçi sınıfının rolünün burjuvazinin rolünden tamamen farklı oluşundan kaynaklanır. Kısaca belirtmek gerekirse, burjuvazinin özsel çıkarı insanlığın geleceğini tehdit eden kapitalist sömürü düzeninin devamı iken, işçi sınıfınınki kapitalizmin tasfiyesi ve sınıfsız topluma geçiştir. Toplumun sömüren ayrıcalıklı azınlığını oluşturan burjuvazi, kendi öz çıkarlarını (kapitalist sömürünün devamı) burjuva devlet örgütlenmesi ile topluma “ortak çıkar” olarak dayatmıştır ve bu durum kelimenin gerçek anlamında bir dayatmadır. O nedenle tüm burjuva iktidarlar, en demokratik görünen burjuva demokratik yönetim biçimi altında bile, işçi sınıfının, emekçilerin ezilmesinin, baskı altında tutulmasının aracıdır. Bu bakımdan burjuva düzen her biçimiyle özünde burjuvazinin diktatörlüğüdür. Sömürücü ve ayrıcalıklı azınlığın, ezilen ve sömürülen çoğunluk üzerindeki egemenliğidir. Oysa işçi demokrasisi, işte bu çoğunluğun her türlü toplumsal ezilmişlikten, baskıdan ve sömürüden kurtuluşunu sağlayacak ve demokrasi gerçek ve kitlesel boyuta ulaşacaktır.
O halde açık değil mi? İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin kapitalist toplum altında demokratik hakları uğruna yürütecekleri mücadele son derece önemlidir ve savsaklanamaz. Ama bu asgari mücadele hedefinin ötesinde, bugünün dünyasında insanlığın kurtuluşunu ve gerçek demokrasiyi isteyen, kapitalizmi yıkacak bir devrimi istemeli, bunun için mücadele yürütmelidir. İşçileri, emekçileri müreffeh ve mutlu bir geleceğe ancak devrimci işçi sınıfının iktidarı, onun demokrasisi taşıyabilir!
28 Haziran 2014
link: Elif Çağlı, Demokrasi ve Plütokrasi, 28 Haziran 2014, https://marksist.net/node/3475