Asker-sivil bürokrasi öncülüğündeki burjuva kesimlerin AKP hükümeti üzerindeki baskısı Danıştay provokasyonuyla doruk noktasına çıkmıştı. Ancak hükümet bu provokasyonu boşa çıkarmış ve sonrasında birtakım taviz ve geri adımlarla da olsa koltuğunu muhafaza etmeyi başarmıştı. Bu baskının unsurlarından birisi erken seçim zorlamasıydı. Şimdi gelinen noktada bir erken seçim sorunu gündemden çıkmış görünmekle beraber, o tartışmalardan bu yana Türkiye’de bir seçim düzlemine girilmiş durumda ve seçim sorununun önümüzdeki aylarda gündemde giderek daha fazla yer tutacağı da muhakkak.
Seçim baskısının yoğunlaştığı günlerde AKP’ye seçimler ve parlamento düzleminde bir alternatif çıkarabilmek için sermaye partilerinden çeşitli cephe formülleri ortaya sürüldü. Karayalçın ve Ecevit’in esasen CHP’ye seslenen sözde “sol cephe” önerilerine karşılık CHP de “sağa açılım” diye anılan bir hamle yaparak kendi cephe önerisini yaptı. Bir tür “laik-milliyetçi cephe” formülü olan bu öneri, Türkiye’deki siyasete ilişkin bazı olgu ve eğilimleri tespit etmek için bir vesile sunuyor.
Bizce iki husus burada öne çıkarılmalıdır. Birincisi Türkiye’deki siyasal tablonun genel görünümünde ortaya çıkan ve milliyetçi eğilimlerin yükselişi biçiminde kendini gösteren tehlikeli gidişattır. Bu durum, başta işçi hareketinin zayıflığı olmak üzere, Kürt sorununun kangrenleşmesi ve özellikle Ortadoğu odaklı olarak dünya çapında siyasal dengelerde yaşanan yeni çatışma ve değişimlerin bir sonucu ve ifadesidir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde şovenizme ve milliyetçiliğe karşı mücadelenin önemi artarak devam edeceğinden, bunun altında yatan hususları değişik yönlerden tekrar tekrar hatırlamak ve vurgulamak gereklidir.
İkincisi ise CHP ve Kemalizm olgularının sol kavramıyla ilişkisi sorunudur. CHP’nin “sağa açılım” hamlesinin bir tuhaflık ya da ilginçlik olarak medyada yankı bulmasının altında onun sol olarak algılanması da yatmaktadır. Bu da sol kavramının netleştirilmesi gereğini ortaya çıkarmaktadır. Bunu CHP ile Kemalizm ve sosyal demokrasi ilişkileri bağlamında yapmak gereklidir. Bu elbette devrimci hareketin ezelden beri Kemalizm ve CHP konusunda taşıdığı yanılsamaları bilince çıkarmak anlamına da geliyor.
“Sağa açılma” ne anlama geliyor?
Bir yandan dünya kapitalizminin bunalımı ve hegemonya kavgasıyla diğer yandan da Kürt sorununun gelişimiyle belirlenen son yılların iç politik gelişmeleri, etkili bir işçi hareketinin yokluğunda Türkiye’de şovenist milliyetçiliğin yükselişi için zaten çoktandır bir zemin oluşturmaktaydı. Ancak Öcalan’ın 1999’da tutuklanması ve PKK’nin o günden 2005 yılına kadar sürdürdüğü ateşkes görece bir yumuşama sağlamıştı. ABD’nin Irak’a saldırması ve ardından başlayan işgal süreci sonucu güneyde rüşeym halinde bir Kürt devletinin oluşması, Kürt sorununun çözümü için aradan geçen uzun dönemde dişe dokunur bir adım atmayan TC’nin korkularını yeniden depreştirdi ve Kürt hareketine yönelik saldırılar tırmandırıldı. Bu nedenle ateşkes süreci 2005’te sona ermiş ve düşük yoğunlukla da olsa savaş süreci yeniden başlamıştır. Bu durum aynı zamanda genelde milliyetçiliğin ve özelde de şovenizmin yeni bir yükselişi için zemin hazırladı. Dört bir koldan çalışan özel savaş aygıtı bunu çeşitli biçimlerde körükledi ve o günlerden bu yana ülkenin değişik bölgelerinde linç girişimlerine kadar varan milliyetçilik histerileri yaşanmakta. Bu şartlar altında hem sermaye partileri hem de kendine sosyalist diyen birçok parti milliyetçi rüzgârı kâh pompalamaya kâh ona uyarlanmaya çalışmaktadır. CHP’nin “sağa açılımı”nın bir boyutu budur.
ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin planları uzunca bir süredir biliniyor ve artık bu planlar ayrıntılı haritalar biçiminde ortalığa saçılmış durumda. Bu planlar 1. Dünya Savaşından sonra sınırları esasen İngiliz emperyalizmi tarafından çizilen Ortadoğu’nun haritasını da değiştirmeyi hedefliyor. Bu planlarda, kendi varlığı eski dünya konjonktüründe biçimlenmiş olan TC’ye yönelik bazı kayıplar da öngörülüyor.
Esasen, Ekim Devriminin açtığı olanaklar sayesinde, TC adı altında bugünkü yapısına ve sınırlarına sahip bir devlete kavuşan Türk egemen sınıfı o günden bu yana bu statükonun tartışılmasına bile tahammül göstermedi. Ekim Devrimi her ne kadar daha 20’lerin ikinci yarısında bürokratik bir karşı-devrimle tasfiye edildiyse de dünya tarihinde 1980’lerin sonuna kadar süren bir parantez açılmıştı. Başka birçok olgu gibi TC de temelde bu parantezin ürünüydü. SSCB’nin çöküşü bu tarihi parantezin kapanışını simgeliyordu ve bu çöküşle birlikte eski dünya düzeninin de çanları çalmış oluyordu. Bu, şüphesiz yepyeni bir tarihi düzlemde, eski defterlerin açılması anlamına geliyordu.
TC’nin kuruluş döneminde Rumlar ve Ermenilere karşı çeşitli vaatlerle Osmanlı paşalarıyla ittifaka sürüklenen Kürtler daha sonra defalarca okkanın altına gitti. Ama haklı ulusal özlemleri o günlerden bu yana dinmeyen Kürt halkı, bölünmüş olduğu dört ülkede de defalarca isyan etti. Şimdi Mahabad Cumhuriyeti’nden bu yana ilk defa tarihsel Kürdistan’ın güneyinde fiili bir devlet oluşumu var. Bu oluşumun diğer ülkelerdeki Kürtler ve bu ülkelerin egemenleri için ifade ettiği anlamı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok.
Bu durum Türkiye için bir tarihsel kırılma noktasına işaret ediyor ve Türkiye egemen sınıfının özellikle kurucu asker-sivil bürokrasi öncülüğündeki kesimi tarafından korkuyla karşılanıyor. Bu kesim, kendi devletiyle benzer bir konjonktürde doğmuş ya da benzer bir konjonktür temelinde varolmuş birtakım devletlerin 80’lerin sonundan itibaren dağıldığını, bileşenlerine ayrıştığını görmektedir ve o nedenle korkusu yersiz değildir.
Kurucu asker-sivil bürokrasinin günümüzdeki uzantıları için bölünme korkusuna eklenen ikinci bir korku da, yine TC’nin inşa sürecine damgasını vuran hususlardan biri olan laiklik sorunuyla ilgili olarak İslamcı hareketin yükselişi olmuştur. Bu yükseliş 90’lı yıllarda büyük bir ivme kazanmış ve İslamcı hareket ülkedeki en güçlü siyasal hareket düzeyine ulaşarak iktidara gelmiştir. Bu durum bir tür yarı darbe niteliğinde olan 28 Şubat’a yol açmıştır. 28 Şubat Türkiye’de siyasal arenayı yeniden tanzim ederek, koordinatları yeniden tanımlamıştır. Bu temelde Milli Görüş çizgisi (Refah Partisi çizgisi) marjinalize edilmiş ve bu hareketin içinden çok daha yumuşak muhafazakâr bir akımın (AKP) çıkması sağlanmış; değişik parti ve kurumlarda laikliği ve Kemalizmi vurgulayan 28 Şubatçı siyasal eğilimler güçlenmiş; şovenizme de yeni bir itilim verilmiştir. CHP bu 28 Şubatçı çizginin en önde gelen savunucularından biri olmuştur. Ama bu 28 Şubat etkisi CHP ile sınırlı kalmamıştır. Yeri gelmişken belirtelim ki kendine sosyalist diyen bazı parti ve gruplar bile kendilerine bu doğrultuda “balans ayarı” yaparak ordunun dümen suyunda kendilerine siyasal ikbal aramaya başlamışlardır.
CHP’nin “sağa açılımı” aslında onun bir süreden beridir bu şartlar altında yaşamakta olduğu aslına rücu edişi yalnızca tescillemektedir. Asker-sivil bürokrasi öncülüğündeki kesimler kendi çıkarlarının bir ifadesi olan Kemalist devleti ve rejimi yeni dünya şartlarında koruma gayretindedir ve parlamenter siyaset düzleminde CHP bu çıkarların giderek ön plana çıkan sözcüsü konumuna hızla evrilmektedir. Bu tam da CHP’nin köklerine, doğuşuna uygun bir misyondur. Burada hatırda tutulması gereken önemli bir nokta, CHP’nin 70’lerden bu yana sürdürüyor göründüğü ve hiçbir zaman başarılı olmamış olan sosyal demokratlaşma çabalarının son bulması ve sürecin 2000’lere özgü bir Kemalizmle sonuçlanmış olmasıdır.
Sol kavramının kökeni ve gelişimi
Türkiye’deki yaygın kanıya göre CHP sol bir partidir ve bu ortalama insana da böyle belletilmiştir. Bu, ülkenin siyasal sisteminin genel çerçevesinin ve bunu hazırlamış olan tarihsel geçmişin bir ürünüdür. Şüphesiz her kavram, bir ucu geçmişe bir ucu geleceğe açılan hareketli, diyalektik bir niteliğe sahiptir. Ancak, bu diyalektik hareketlilik ve değişim olgusu, kavramın özünde içermediği anlamlara getirilecek şekilde istismar edilmesini haklı göstermez.
Siyasal kavramlar olarak sağ ve sol kavramları, başka birçok modern siyasal kavram gibi Fransız Devriminden doğmuştur. Devrim meclisinde eski düzenin, yani krallığın, aristokrasinin ve ruhban sınıfın çıkarlarını savunanlar mecliste başkanın sağında kalan sıralarda, bunlara karşı çıkanlar ise soldaki sıralarda oturuyorlardı. Böylece eski düzene karşı tavrın meclis oturma düzeniyle ilişkilenmesi sonucu sağ ve sol kavramları doğdu. Döneme ve ülkeye göre değişebilen somut konumların ötesinde, genel olarak sağ, siyasal ve toplumsal anlamda gericiliği, tutuculuğu; sol ise ilericiliği, insanlığın gelişimi yönünde değişime açıklığı, daha fazla özgürlüğü temsil eden kavramlar olarak şekillenmişlerdir.
Fransız Devrimi döneminde radikal burjuvazinin siyasal temsilcileri soldu, aristokrasininkiler sağ. Ancak kapitalizmin ilerici barutu tükendiği ölçüde burjuvazi sağın, devrimci işçi sınıfı ise solun genel adresi oldu. İşçi sınıfı bir sınıf hareketi olarak kendisini ortaya koyduğu andan itibaren hem bir zamanların devrimci burjuvazisinin savunduğu ve insanlığın tarihsel ilerleyişini temsil eden değerlere daha tutarlı biçimde sahip çıkmış, hem de bunun ötesine geçerek kendi sınıf doğasının ve tarihsel gerçekliğinin gereği olan daha evrensel değerlerin savunucusu olmuştur. Burjuvazi siyasal ayrıcalıkların kaldırılmasını savunurken işçi sınıfı bunun ötesine geçerek toplumsal ayrıcalıkların kaldırılmasını savunmuştur. Zaten bir dönem işçi hareketi tarafından kullanılan, ama teorik olarak hatalı “sosyal demokrasi” terimi de buradan doğmuştur.[1]
Bu tablo şüphesiz sağ ve sol kavramlarının dünya tarihsel ölçekteki genel değişimini özetlemektedir. Tek tek ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin farklı seyri, farklı siyasal-toplumsal gelenekler gibi faktörler değişik ülkelerde siyasal yelpazenin farklı görünümler oluşturmasına yol açmıştır. Örneğin Avrupa’da genel olarak işçi hareketi kökeninden gelen sosyal-demokrat ya da sosyalist bir parti ve bunun karşısında muhafazakâr ya da liberal bir parti yer alırken; ABD’de Avrupa’daki gibi kitlesel bir sosyal demokrat parti yoktur. Bilindiği gibi ABD’de siyasal yelpazenin iki ana unsuru, köken olarak işçi hareketiyle hiçbir ilgisi olmayan Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Partidir. Türkiye’de CHP’nin solcu olarak algılanmasını andırır biçimde ABD’de de Demokrat Parti solcu olarak algılanmaktır. Tek tek ülkelerdeki özgün durum ve oluşumlar, özgün siyasal hareketler ve çeşitli sorunlarda takınılan özgün siyasal tutumlar şüphesiz somut incelemeyi gerektirirler. Ama yine de genel referans noktası olarak emperyalizm çağına girildiği andan itibaren solun gerçek adresinin işçi sınıfı ve sosyalist hareket olduğunu belirlemek gereklidir.
Diğer taraftan sol kavramına ilişkin başka türde çeşitlilikler de söz konusudur. İşçi hareketine dayanan parti ve örgütler düşünüldüğünde devrimci ve reformist sol olmak üzere kabaca iki kategori ayırt edilebilir. Ayrıca, küçük-burjuva demokrasisi olarak tarih sahnesine çıkmış olan radikal hareket ve partiler de küçük-burjuva sol olarak genel sol kavramı içinde yer almışlardır. Daha karmaşık görünen bir olgu da, reformist işçi partilerinin ve küçük-burjuva sol hareketlerin çoğunun, güttükleri siyaset bakımından burjuva solu olarak nitelenebilecek bir konuma yerleşmiş olmalarıdır. Örneğin bugün Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin konumu genel olarak budur.
Bu son nokta kapitalizmin halen işlemekte olan çok önemli bir eğilimini ortaya koyuyor. Kapitalizm varolmaya devam ettiği ölçüde, bir yandan dünyayı daha fazla entegre etmekte ve farklı tarihsel geçmişlerden kaynaklanan özgünlükleri silikleştirmekte, diğer yandan da yaşadığı tarihsel bunalım içinde eski anlamıyla sosyal demokrat solun varlık zeminini aşındırmaktadır. Eskinin sosyal demokrat partilerinin bugün ekonomik politikalar alanında muhafazakâr sağ partilerden farklı bir uygulaması bulunmamaktadır. 2. Dünya Savaşının bitiminden 80’lere kadar olan dönemde bu partiler şartların elvermesi ya da zoruyla, bölüşüm alanında işçi sınıfı lehine birtakım reformları hayata geçirebiliyorlardı. Ama 80’lerle birlikte o günler geride kaldı. Dünya burjuvazisinin nazarında komünist tehlike ortadan kalkıp, işçi sınıfı da birkaç kuşak boyunca pasifize edilince, krizin bastırdığı koşullarda artık o sosyal demokrat politikalar ıskartaya çıkartılmaya başlandı.
Sosyal demokrat partilerin geçirdiği evrime benzer bir evrimi, azgelişmiş ülkelerde ulusal kurtuluş mücadelelerine liderlik etmiş parti ve hareketler de kendi tarzlarında geçirmişlerdir. Bu tür ülkeler büyük bir çeşitlilik göstermekle birlikte, buralardaki siyasal yelpazenin ana unsuru genellikle anti-sömürgeci mücadeleye önderlik etmiş partiler olmuştur. Eğer Çin, Vietnam, Küba gibi, işçi ve emekçiler üzerinde sömürücü bürokratik diktatörlüklerin kurulduğu ve başka bir siyasal oluşuma izin verilmeyen ülkeler kategorisini bir yana koyacak olursak, diğer ülkelerdeki ana partiler genellikle sola dahil edilmiş, öyle gösterilmişlerdir. Hindistan’daki Kongre Partisi, Meksika’daki Kurumsal Devrimci Parti, Endonezya’da Sukarno’nun partisi gibi daha birçok örnekte bu böyledir. Bu tür partiler, zamanında, genellikle Üçüncü Dünya milliyetçiliği olarak adlandırılan bir eğilimi temsil etmişler, Batılı emperyalistlere kafa tutmuşlar ve genellikle devletçi ekonomik politikalara ağırlık vermişlerdir. Bunlardan bazılarını burjuva solun bir türü olarak nitelemek mümkündür ve işçi hareketinin ya da sosyalist hareketin bunların kuyruğuna takılmaları her zaman hüsranla sonuçlanmıştır. Diğer taraftan bu burjuva sol partiler de zaman içinde Batının sosyal demokrat partileri gibi son çeyrek yüzyılın neoliberalizmine uyarlanmaya başlamışlar ve eski özgün konumlarını terk ederek klasik tipte burjuva partiler haline gelmişlerdir.
Sosyal demokrasinin, küçük-burjuva demokrasisinin ve ulusal kurtuluşçu hareketlerin son çeyrek yüzyılda birbirinden çok farklı ülkelerde giderek aynı politikaları savunur hale gelmesi olgusu, aslında sol kavramı açısından da sahneyi temizleyici ve netleştirici bir rol oynamaktadır.
CHP ve sol
Ecevit’in 60’ların ortasında “ortanın solu” kavramını ortaya atmasına kadar CHP’nin sol kavramıyla bir ilintisi bulunmuyordu. Yani o güne kadarki 40-45 yıllık varlık süresi boyunca CHP’nin sol olmak gibi bir iddiası yoktu. Nitekim CHP’nin resmi internet sitesinde verilen parti tarihinde, “1960’lı yılların ortalarında CHP sola açılarak kendisini ‘ortanın solu’ olarak tanımladı” ifadesiyle de bu olgu açıkça belirtilmektedir. Bu ifadenin devamında yer alan satırlar da CHP’nin kendisini nasıl gördüğü konusunda aydınlatıcıdır:
“1970’li yıllarda ideolojisini ‘demokratik sol’ kavramıyla tanımlayan CHP, önerdiği sosyal reformlarla ‘düzen değişikliği’ni hedefledi. Bu süreçte CHP, ‘devlet partisinden’ ‘halkın partisine’, ‘düzen partisinden’ ‘değişimin partisine’ dönüştü. Sosyalist enternasyonale katılan CHP, tarihsel geleneğini ve temellerini temsil eden ilkelerin yanı sıra sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimsedi.”
Bu özet, CHP’nin 70’lerde en azından görüntüde yapmaya çalıştığı şeyi anlatsa da, gerçekliği anlatmıyor. Gerçekte CHP, 60’lar ve 70’lerde devrimci gençlik hareketinin ve işçi hareketinin yükselişi temelinde toplumun yaşadığı genel uyanış karşısında sol bir söylem tutturmaksızın ayakta kalamayacağını görmüştü. O bunu yaparak, hem bu dalgayı dizginlemek hem de Süleyman Demirel’in Adalet Partisi gibi halk desteğine sahip tarihi rakibi karşısında kendine bir taban sağlamak istemiştir. “Ortanın solu” aldatmacasının hikmeti buradadır.
CHP’nin sol kavramıyla flörtü başlayana kadarki uzun sicili, amansız bir komünizm ve işçi düşmanlığıyla bezelidir. 60’lı yıllara kadar CHP en sıradan işçi haklarının bile karşıtı olmuş, hatta 1950’de iktidardaki Demokrat Parti sendika, grev yasası gibi düzenlemeler önerdiğinde, CHP’li eski çalışma bakanı Sadi Irmak CHP adına “böyle bir şey olamaz” diye itiraz etmiştir.
Bu özellikler gerici bir burjuva partisinin tipik özellikleridir. Tepeden inme bir burjuva rejim kurma perspektifiyle hareket eden Osmanlı paşalarınca kurulmuş olan CHP tam da böyle bir parti idi. Bırakalım komünistleri ve emekçi sınıfları, CHP cumhuriyetin başlangıcından itibaren yaklaşık çeyrek yüzyıl boyunca başka burjuva partilerine bile izin vermeyen bir tek parti diktatörlüğü kurmuştur. Bu dönemde CHP ve devlet aygıtı neredeyse tümüyle örtüşmekteydi, yani CHP bir bakıma Kemalist devletin kendisiydi. Ya da bir başka ifadeyle CHP, rejimi kuran ayrıcalıklı asker-sivil bürokrasinin partisiydi.
CHP, tek parti diktatörlüğünü ve baskıcı uygulamaları, toplumu “sınıfsız, imtiyazsız, çıkarları ortak tek bir kitle” olarak tanımlayan ideolojisiyle gerekçelendiriyordu. Öyle ya, çıkarları ortak tek bir kitle varsa bunun da yalnızca tek bir partisi olabilirdi. CHP’nin programının temellerini oluşturan “altı ok”un da (cumhuriyetçilik, laiklik, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik, inkılâpçılık) sol kavramıyla doğrudan bir ilgisi yoktu. Bu nedenle o zamanın CHP’sini burjuva sol olarak değerlendirmek bile mümkün değildir. Sözgelimi CHP’nin ilkeleri arasında “demokrasi” yoktur, “toprak reformu” yoktur, Kürt halkının, Ermenilerin ve daha nicelerinin haklarının savunuluşu yoktur.
Keşke bu hakikat TC’nin kuruluş sürecinden itibaren 60’lara kadar geçen uzun dönemde son derece ağır şartlarda kahır dolu bir mücadele veren ve ağır bedeller ödeyen Türkiyeli komünistler tarafından da açık bir bilinçle kavranmış olsaydı. Zira bu nokta 60’larda yükselişe geçen Türkiye’deki devrimci hareketin Kemalizm ve CHP konusundaki yanılsamalarına temel oluşturan yanlışların kaynağı olmuştur. CHP ve Kemalizm daha en başından beri komünistlere katliamı, hapisleri, işkenceleri, ağır takip ve acımasız polis baskısını reva görmüştür. Buna rağmen Türkiye Komünist Partisi bu yıllar boyunca, ülkenin geriliğinin aşılması ve kapitalizm öncesi yapıların tasfiyesi adına, burjuva devriminin temsilcisi olarak gördüğü CHP’nin ve Kemalist rejimin destekçisi olmuştur.
Peki CHP, çoğunluğa belletildiği gibi, en azından 60’ların ikinci yarısından itibaren sosyal demokrat bir sol parti olmuş mudur? Her şeyden önce CHP diğer sosyal demokrat partiler gibi işçi hareketinin içinden gelmemiştir, örgütlenmesi işçi sınıfına dayanmamaktadır, üye bileşimi işçi ağırlıklı değildir. Siyasal çizgisinin ve programının da ağırlık noktası, işçi sınıfı için en azından kapsamlı reformlar –bunların gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesinden ayrı olarak– olmamıştır. Ne yaptığının çok iyi farkında olan Ecevit de hiçbir zaman başlattığı ve sürdürdüğü hareketi “sosyal demokrat” olarak adlandırmadı, bilinçli olarak “ortanın solu”, “demokratik sol” gibi başka nitelemeler kullandı. Bu dönemde yapılan değişikliğin özeti, partinin varoluş temelini oluşturan Kemalizm ile sosyal demokrasinin bazı yönlerinin eklektik ve yüzeysel biçimde birleştirilmesidir. CHP 70’lerdeki güçlü sol yükseliş boyunca sosyal demokratlığa nispeten daha yaklaşmış, ancak her zaman Kemalizm unsuru onun alttaki özü olarak kalmaya devam etmiştir. Esasen Kürt hareketi ve İslamcı hareketin yükselişinin damgasını vurduğu 90’lı yıllar ve rejimin buna yanıtı niteliğindeki 28 Şubat örtülü darbesi, bu özün yeniden belirgin biçimde öne çıkması için zemin oluşturdu. CHP o gün bugündür köklerinden gelen bu yönü her bakımdan daha da belirginleştirmektedir.
Adres devrimci sosyalizmdir
Bugün CHP’ye (ondan daha beter olan DSP’den bahsetmeye bile değmez) kelimenin hiçbir anlamında sol demek mümkün değildir. O, Kemalist tarzda çarpık bir laiklik savunusunu ve milliyetçiliği siyasetinin temeline oturtmuş, diplomatlar ve müteahhitlerle dolu has bir burjuva partisidir. İşçi sınıfının, emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin dertleriyle ilgisi yoktur. Zaten bu nedenle emekçi kitlelerin geniş bölümünden de giderek daha az oy alabilmektedir. Ancak CHP, yayılan milliyetçilik, laiklik ve modern yaşam tarzı konusunda duyarlı halk kesimleri için ana odak konumunu kazanmaya ve toplumu bu konular etrafında kutuplaştırmaya çalışmaktadır. Bu bakımdan CHP’nin “sol” aldatmacası ortadan kalkmış değildir.
Dünya ve ülke şartları Kemalist refleksleri azdırmakta ve özellikle statükocu asker-sivil bürokrasinin hamiliğini yaptığı milliyetçilik yükselmektedir. Nasıl dünya siyasal manzara olarak bir bakıma 1. Dünya Savaşı öncesine dönüyorsa, Türkiye de benzer bir geri dönüş yaşıyor. Dolayısıyla statükocu güçlerin resmi milliyetçi çizgisi olarak Kemalizmin işi bitmiştir demek doğru olmaz. İhtiyaç oldukça egemen sınıf bunu devreye sokabilmektedir. O nedenle işçi sınıfı bu tehlikeye karşı hazırlıklı olabilmelidir. CHP konusunda ve özellikle de sol kavramına ilişkin net bir kavrayışa sahip olmak son derece önemlidir. Kemalizmle ve milliyetçilikle hesaplaşmadan, hele de günümüz şartlarında devrimci işçi hareketinin temsil ettiği gerçek sol çizginin güçlendirilemeyeceğini vurgulamak gerekiyor.
Tarihsel nedenler ve sosyalist hareketin hataları sonucu Türkiye’de siyasal bir işçi sınıfı mücadelesi geleneği ve kültürü yeterli ölçüde oluşmamıştır. O nedenle Türkiye’deki siyasal yelpazenin ağırlık noktası da dünya geneline göre daha sağda olmuştur. Yeryüzündeki belki de en korkak ve kıyıcı burjuvazinin ülkesinde böyle olmaktadır işler. Türkiye’de siyasal arena genelde sağın işgali altındadır. Kimisi Kemalizme, kimisi İslami motiflere ya da dindarlığa, kimisi faşist milliyetçiliğe, kimisi muhafazakârlığa, kimisi de liberalizme vurgu yapmaktadır.
Bu şartlar altında proleter devrimci geleneği yaratmak için mücadeleci, öncü işçilerin çok ter akıtması gerekiyor. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları açısından solun gerçek adresi devrimci sosyalizmdir ve insanlığın tüm büyük sorunlarının çözümü de buradadır. Dünyayı anlamak ve değiştirmek isteyenlerin, tutarlı bir sol arayışı içinde olanların gitmesi gereken yer de burasıdır.
[1] 1848 devrimleri sürecinde ortaya çıkan bu kavram Marx ve Engels tarafından doğru bulunmadığı halde Ekim Devrimine kadar Marksistler tarafından kendilerini adlandırdıkları bir kavram olarak sahiplenildi. Ancak Ekim Devrimiyle birlikte Marksistler kendilerini komünist sıfatıyla adlandırmaya başladılar. Reformistler ise sosyal demokrat kavramını sahiplenmeye devam ettiler. Avrupa’daki “sosyalist parti” ya da “işçi partisi” gibi adlar taşıyanlar partiler de bu kategoridedirler.
link: Levent Toprak, Sol Nedir? CHP Kimdir?, Eylül 2006, https://marksist.net/node/1027
Ankara’nın Proleterleşen Çehresi ve OSTİM İşçileri
Dünya Barış Gününden Yansıyanlar