Sosyalist hareketin reformist kesimlerinin liberallerin peşine takılıp kimi zaman açıkça kimi zamansa örtük bir biçimde AB hakkında güzellemeler düzdüğü yıllarda, Elif Çağlı, 2003 yılında kaleme aldığı Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşüründe konuyu hem tarihsel-teorik hem de güncel boyutuyla işliyor ve şu sonuca varıyordu: “İşçi sınıfı liberal burjuva yalanların peşinden sürüklenmenin acısını, tam iki kez dünyayı cehenneme çeviren emperyalist paylaşım savaşlarında fazlasıyla yaşadı. Bugün de Amerikan emperyalizmi, dünyanın rakipsiz egemeni olabilmek için dört bir yana savaş ilân ediyor. Bu çılgınlığı ne «Birleşmiş Milletler» teşkilâtı ve ne de «Avrupa Birliği» önleyebilir. Tersine, emperyalist sistemin mevcut tüm birlikleri, yeni bir paylaşım savaşı döneminde derin krizlere sürüklenmekteler. (…) Kapitalist «Avrupa Birleşik Devletleri» yolunda yürüyeceği farz olunan Avrupa Birliği bakalım bugünkü düzeyinde bir «birlik» olarak bile kalabilecek mi? Saldırgan ABD karşısında kapitalist Avrupa’nın savaş karşıtı, demokratik bir seçenek olabileceği iddiası bir kez daha gümbürdeyerek çökecek. (…) Avrupa Birliği denilen şey, gerçekleşmiş ve gerçekleşebilecek yönüyle çeşitli kapitalist ülkeler arasında kurulan geçici bir ekonomik birliktir ve bu tür birliklerin oluşması her zaman için mümkündür. Fakat kapitalizm temelinde ulus-devletler şeklindeki parçalanmanın aşılması ve Avrupa devletlerinin barışçı bir kaynaşması mümkün değildir. Bu kaynaşma ancak, işçi sınıfı iktidarı altında, Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri temelinde gerçekleşebilir.”
Aradan geçen on üç yıldan fazla sürede bu yaklaşım ve vurgular her boyutuyla doğrulanmıştır. Bugün AB derin bir iktisadi krizle ve ona eşlik eden siyasal ve toplumsal krizlerle boğuşuyor. Barış, demokrasi, kesintisiz büyüme, tek bir devlet olarak kaynaşma hayalleri uçup gittiği gibi, mevcut haliyle dahi AB’nin ömrünün sonuna yaklaştığı yorumları giderek burjuva camiada bile daha fazla dillendiriliyor. AB’de yaşanan çok boyutlu krizin başlıklarına bu pencereden bir kez daha bakalım.
AB ekonomisi krizde debeleniyor
Burjuva iktisatçıların tüm “toparlanıyoruz” söylemlerine rağmen AB ekonomisi kriz bataklığında debelenmeye devam ediyor. Geçen yıl Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) bankalara verdiği 1,1 trilyon avroya rağmen, ne yatırımlarda ne de tüketimde bir artış sözkonusu. Giderek yoksullaşan Avrupalı emekçilerin tüketim harcamalarının düştüğünün göstergelerinden biri de %0,2 civarındaki enflasyon oranıdır. AMB’nin geçen yılki enflasyon hedefi %2 idi. İşler o noktaya gelmiş durumda ki, Japonya’dan sonra AB ülkelerinde de, insanların ellerindeki parayı bankalara yatırmayıp harcamaları için negatif faiz uygulaması tartışılıyor.
Bankalara ve dev tekellere aktarılan trilyonlar eridi, şimdilerde yine büyük oranda likidite sıkıntısı çekiliyor. Bankalar riskli buldukları için küçük ve orta işletmelere kredi vermiyorlar. Artan işsizlik ve düşen ücretler nedeniyle emekçilerin tüketimleri sürekli azalıyor, bu eksik tüketim (ya da aşırı-üretim) ortamında kapitalistler reel ekonomiye yeni yatırımlar yapmaktan uzak duruyor, hatta mevcut işletmelerde küçülmeye (yani işçi çıkartmalara) gidiyorlar.
Büyük şirketlerin borsa spekülasyonlarından ve finansal oyunlardan elde ettikleri kazançlar, toplam kazançları içerisinde giderek artan bir yer tutuyor. Bunun da anlamı her defasında, bir öncekinden daha büyük ve daha patlamaya hazır balonların şişmekte olduğudur.
AB ülkelerini ekonomik bakımdan sıkıntıya sokan hususlardan biri olan borç krizi de halen devam ediyor. Borç krizi, yalnızca Yunanistan, Portekiz gibi küçük ekonomileri değil, İtalya gibi AB’nin ağır toplarını da vuruyor. İtalya, milli gelirinin yaklaşık 1,5 katı olan 2 trilyon avroluk bir borç yükü altında.
Avrupalı kapitalistler, süren ve içinde bulunduğumuz yıl daha da derinleşmesi beklenen krizden çıkış için bir yandan altyapıya dönük kamu harcamalarını arttırma temelli Keynesyen politikaları, diğer yandan da “işgücü piyasasını yeniden düzenlemeyi” ve esnek çalıştırmayı gündeme getirmeyi planlıyorlar. Bu ikisinin birbiriyle nasıl bağdaştırılacağı ayrı bir sorun olmakla birlikte her halükârda işçi sınıfını parlak günlerin değil yeni saldırıların beklediği açık.
Kapitalizmin tarihsel krizi, besbelli ki AB ülkelerini bir arada tutan bağları da yıpratmakta, ayrılma eğilimini güçlendirmektedir. Barışçıl ve hummalı bir ekonomik büyüme ortamında temelleri atılan AB, savaş ve kriz ortamında dağılmakla yüzyüzedir.
İngiltere’yi bekleyen karar: Kalmak mı zor, ayrılmak mı?
AB ülkeleri bugün Schengen sistemini ve ortak para uygulamasını tekrar tartışmaya başlamış durumdalar. Geçtiğimiz yıllarda Yunanistan’da yaşanan kriz tüm AB ülkelerini sarsmış ve nasıl bir tedbir alınacağı, Yunan krizinin faturasının kim tarafından sırtlanılacağı tartışmaları AB’deki dağılma eğilimini açığa çıkarmıştı.
Bu yıl ise aynı eğilimin çok daha güçlü biçimde İngiltere’de gelişmekte olduğunu görüyoruz. Yaz aylarında yapılacak referandumla İngiltere AB’de kalıp kalmayacağını oylayacak. İngiliz başbakan Cameron, AB’li yetkililerle yaptığı sıkı pazarlıkların ardından bir ara yol bulmaya çalışıyor. Cameron, AB’den ayrılmaktan yana olmadığını ancak AB’nin kendilerine bindirdiği her türlü yükten de muaf olmak istediklerini, İngiliz parlamentosunda yaptığı konuşmada açık açık söyledi. Dünyanın en büyük ortak pazarının ekonomik nimetlerinden yararlanmaya devam etmek istediklerini, ancak bu pazarın bir parçası olarak hiçbir ekstra yük altına girmeyi de kabul etmeyeceklerini belirtti. Buna rağmen Cameron’ın partisi olan Muhafazakâr Parti içerisinde sorun giderek büyüyen bir tartışma haline gelmiş durumda. Nitekim Muhafazakârların büyük bölümü AB’den ayrılmaktan yana gözüküyor. Muhafazakâr Parti’nin önümüzdeki dönemde ciddi bir çatlamayla karşı karşıya kalma olasılığı, İngiliz egemen sınıfının bu has partisinde böylesi sarsıntılar yaşanması, dünyayı saran krizin ne denli derin olduğunu gösteriyor aslında.
Cameron’ın, “cebime para girecekse tamam ama tek bir kuruş bile fazladan ödemem, hiçbir fazladan siyasal sorumluluk üstlenmem” şeklindeki bu tutumu İngiliz seçmenini ne kadar tatmin edecek bilinmez, ancak açık ki kapitalistlere has böylesi bencilce bir tutum, AB’nin diğer üye ülkelerinde de benzer talepleri kışkırtacak ve üye ülkeler arasındaki rekabet ve siyasi çekişmeler çok daha büyük boyutlara ulaşacaktır. Kaldı ki, geçtiğimiz yıl yapılan İskoçya’nın bağımsızlığı referandumunda, İskoçları AB’nin nimetlerinden olursunuz korkutmasıyla zar zor bağımsızlığa hayır demeye ikna etmişken, İngiltere’nin AB’den ayrılmasının, İskoçya’nın da yeni bir bağımsızlık referandumuna gitme ihtimalini doğuracağını tahmin etmek zor değil. Böylesi bir gelişmenin İskoçya’nın bağımsızlığı ile sonuçlanmasının, İspanya ve İtalya gibi ülkelerdeki ayrılıkçı eğilimleri güçlendireceğini de öngörebiliriz.
13 yıl önce İngiltere’nin durumunu ele alan Elif Çağlı şu tespitleri yapıyor ve bugüne ışık tutuyordu:
“AB’nin üç büyük bileşeninden biri olan İngiltere, bugünkü tutumuyla safını artık Avrupa Birliği’nde değil ABD paktında belirlemiş durumdadır. (…) AB’nin içine düştüğü bu durum bize, Avrupa Birliği’nin hiç de kapitalist Avrupa Federasyonu efsanesinin yaratıcılarının savunduğu üzere ortak devlet doğrultusunda ilerleyen bir birlik olmadığını gösteriyor. Avrupa Birliği esas itibarıyla ekonomik bir birliktir. Bu, çeşitli Avrupa ülkelerindeki büyük sermaye çevrelerinin kendi hegemonya alanlarını korumak ve genişletmek amacıyla oluşturdukları bir ekonomik ortaklıktır. (…) Ne var ki, Avrupa ülkelerinin «birlik» sorununa boyundan büyük anlamlar yüklenmesi ve Avrupa’nın çeşitli ulus-devletlerinin tek ve birleşik yeni bir ulus-devlet çatısı altında toparlanacağının iddia edilmesi tamamen yanlış olur.
“Avrupa Birleşik Devletleri hülyası, tekelci aşamaya yükselmiş Avrupa kapitalizmine dar gelen ulus-devlet engelinin aşılması ihtiyacının dayatmasıyla gündeme girmişti. Ne var ki, kapitalizm altında bu engellerin aşılabileceği ve böylece üretici güçlerin gelişimini görece çelişkisiz biçimde sürdürebileceği düşüncesi gerçekleşemeyecek bir hayalden ibaretti. Bazıları siyasal aymazlığın peronunda AB’yi Avrupa Birleşik Devletlerine taşıyacak treni beklerken, gerçek dünya ABD’nin hegemonya savaşıyla sarsılmaya başladı. İçine girdiğimiz bu yeni dönemle birlikte, bırakın Avrupa Birleşik Devletleri hayalini, II. Dünya Savaşı sonrasında uzun yıllara damgasını vuran tüm kapitalist ittifaklar çatırdamaktadır. NATO’sundan Birleşmiş Milletler’ine, AB’sine dek mevcut tüm kapitalist birlik ve blokların akıbeti belli değildir. Çünkü çıkar çatışmaları üzerinde yükselen her «birlik», kartların yeniden dağıtılmasıyla birlikte parçalanmaya yazgılıdır. Kısacası, Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen Avrupa Birliği’nin, bu haliyle bile kaderi belli değildir. Bu nedenle, kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğunu söyleyebiliriz.” (age)
“Göçmen krizi”, AB’nin ikiyüzlülüğü, TC’nin şantajı
AB’nin yaşadığı çok boyutlu krizin dinamiklerinden birini de “göçmen krizi” oluşturuyor. AB’li emperyalistlerin de dâhil olduğu dünyanın dört bir yanındaki paylaşım kavgası, milyonlarca insanı yerini yurdunu terk etmeye zorluyor. Bunların önemlice bir bölümü, hayatta kalma ve bir nebze daha iyi bir yaşama kavuşma umuduyla Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyor. Geçtiğimiz yıl içerisinde başta Suriye, Irak ve Afganistan’dan olmak üzere 1,5 milyon insan Avrupa’nın kapılarına dayandı. Bu göçmenlerin Avrupa ülkelerine nasıl dağıtılacağı, hangi ülkenin ne kadar göçmen alacağı, sorunun çözümü için ne kadar kaynak ayıracağı gibi sorular, Avrupalı kapitalistleri birbirine düşürmüş durumda.
Bu sorun etrafında dönen tartışmalar AB kapitalizminin parçalanmışlığını arttırırken, birbiri ardına sınırlarını kapatmaya başlayan AB ülkeleri, AB’nin temel varoluş koşullarından serbest dolaşım hakkını kısıtlamaya ve Schengen sistemini askıya almaya başladılar. Özellikle eski Doğu Bloku ülkelerinin çoğunda bugün sağ, ırkçı ya da yabancı düşmanlığının şampiyonluğunu yapan iktidarlar mevcut ve bu ülkeler Müslüman göçmenleri istemediklerini söyleyerek sınırlarını kapatıyor, AB’nin belirlediği kotalara uymayacaklarını açıklıyorlar. 2000’li yıllardaki hızlı genişlemeyle AB’ye katılan ve onun fonlarından yararlanan bu ülkelerin egemenleri, bugün pamuk eller cebe dendiğinde yan çizmeye başlıyorlar. Ama sorun çıkartan yalnızca bu ülkeler de değil; Danimarka sığınmacıların değerli eşyalarına el koyarken, İsveç 80 bin sığınmacıyı sınır dışı edeceğini açıkladı, Belçika ve Almanya sınır kontrollerine tekrar başladı. Bugün itibarıyla 7 AB ülkesi yeniden pasaport kontrolleri yapıyor.
Sınırlarda tekrar pasaport kontrollerinin başlaması ve Schengen sisteminin çökme tehlikesinin belirmesi AB’yi tehdit ediyor. Bu gelişmenin yıllık 18 milyar avroluk bir kayba yol açtığı belirtilirken, Avrupa Komisyonu Başkanı, “eğer Schengen sistemi çökerse ortak para biriminin bir anlamı kalmaz” diyerek tehdidin ciddiyetine işaret ediyor. Mali kayba dair sözkonusu rakam aslında iyimser bir rakam. Nitekim Fransız hükümetinin hazırladığı bir raporda kaybın yıllık 110 milyar avroyu bulabileceği belirtiliyor.
Avrupa’ya göçmen akışının ana yollarından birini oluşturan Türkiye ile AB arasında yapılan görüşmeler, kapitalizmin vicdansızlığının ve ikiyüzlülüğünün nadide örneklerini sergiliyor. AB ülkeleri, Türkiyeli egemenleri, göçmenleri Türkiye’de tutmaya, sınır kontrollerini sıkılaştırmaya ve geri gönderilecek göçmenleri kabul etmeye iknaya çalışırken, bu görüşmelerin nasıl bir at pazarlığı şeklinde geçtiğine dair tutanaklar basına sızmış durumda. Milyonlarca insanın hayatı ve daha güzel bir gelecek umudu, AB’li ve Türkiyeli egemenler arasındaki kirli, vicdansız ve kuru bir para pazarlığının konusu yapılıyor. TC egemenleri “kapıları açarız, otobüslere doldurur göndeririz” diyerek AB’li kapitalistlere şantaj yaparken, AB’li kapitalistler de “alın size şu kadar para, belki sizi ileride AB’ye de alırız” şeklinde rüşvetlerle konuyu çözüme bağlamayı umuyorlar. 3 milyar avro karşılığında milyonlarca insanın daha iyi bir yaşam hayalinin karartılmasında anlaşma bağıtlanıyor. Kapitalizmin insanlığa verip verebildiği şey işte bu!
AB ve AB’ye komşu ülkelerin kapitalist vicdansızlığının tek örneği bu değil. Libya lideri Kaddafi henüz hayatta ve iktidardayken, benzer şantaj pazarlığını AB liderleriyle yürütmüş, yıllık 5 milyar avro talep etmesine rağmen, anlaşma üç yıl boyunca toplam 50 milyon avroya bağıtlanmıştı. Benzer şekilde Avrupa’ya açılan kapılardan biri olan Fas da, Avrupa Komisyonundan, göçmenleri engelleme taahhüdü karşılığında 80 milyon dolar almış ve göçmenler üzerinde tam bir terör estirerek bu yolu kullanılamaz kılmış idi.
Aslında benzer engeller getirme konusunda Libya ve Fas’a verilen rüşvetlerle Türkiye’ye verilen arasındaki devasa fark, göçmen krizinin bugün Avrupalı egemenlerin tam bir felç durumunda olduğunun, durumu kontrol edemez hale geldiklerinin kanıtını oluşturuyor. Bunun farkında olan AKP hükümeti, yürütülen pazarlıklarda taleplerini sürekli arttırıyor. Haziranda serbest dolaşım hakkının tanınması, verilecek para miktarının arttırılması gibi taleplerle AB’yi sıkıştırırken, bir yandan da bunları iç politikada elini güçlendirmek üzere propaganda malzemesi olarak kullanarak emekçi kitlelerde yanılsamalar yaratıyor. Bunların yanı sıra, Kürtlere karşı yürüttüğü savaşta işlediği insanlık suçlarına AB’nin ses çıkarmamasını sağlamak üzere de mülteci meselesini bir koz olarak kullanıyor. AB de olanları görmezden geliyor.
“Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri” için sosyalist devrim!
Kapitalizmin yarattığı üretici güçlerin evrensel ve ulus ötesi doğası ile kapitalist ulus-devletlerin varlığı arasındaki çelişki, AB’de yaşanan çok boyutlu kriz ile bir kez daha gözler önüne seriliyor. Emperyalist savaş, aslında en derininde, kapitalist sistemin bu çelişkisinin en keskin dışa vurumu demektir. Ve yine emperyalist savaşın yarattığı ortam, dönüp sözkonusu çelişkinin görünümlerini daha da berraklaştırıyor. Daha geniş bir ortak pazar ihtiyacının dayatmasıyla barış ve hızlı ekonomik büyüme ortamında temelleri atılan AB, bugünkü savaş ve kriz ortamında temellerinden sarsılıyor. Dünyayı saran ekonomik kriz ve yeni biçimlerde sürüp giden emperyalist savaş, AB’nin sonunu hızlandırıyor. Hâlbuki 2000’li yıllarda AB’nin tek bir birleşik devlet haline gelip gelmeyeceği, kapitalist çerçevede ulus-devletin aşılıp aşılamayacağı tartışmaları yürütülüyordu liberal ve sol-liberal kesimler arasında. Liberalizm, bu tezlerle barış, demokrasi ve kesintisiz ekonomik büyüme vaat ediyordu. Savaş cehenneminde kavrulan halklara da, baskılardan bıkıp siyasal özgürlük isteyen ezilenlere de, sefalet koşullarından kurtulmak isteyen emekçilere de tek kurtuluşun AB’ye katılmaktan geçtiği vaaz ediliyordu. Bu yaklaşımları şöyle eleştiriyordu Elif Çağlı:
“Liberaller ve onların Marksizm yağına bulanmış sol çeşitlemeleri, AB emperyalizmini ABD emperyalizmi karşısında bir demokrasi ve barış seçeneği olarak göstermekten pek hoşlanıyorlar. Medyadan yaygın olarak pompalanan bu tür boş hayallerin beslenmesi kitlelerin yanılsamalarını büyütüyor. Oysa insanlığın gerçek bir barış dönemine duyduğu ihtiyacın, herhangi bir emperyalist ittifak tarafından sağlanabileceğini tasavvur etmek kadar yanlış bir şey olamaz. Avrupa Birliği’nin saldırgan ABD karşısında dünya barışını savunan bir güç odağı olduğu ya da olabileceği iddiası, kapitalist sistemin yıkıcı krizler, emperyalist savaşlar gibi can sıkıcı gerçeklerinden kaçmaya çalışanların rağbet ettiği boş düşlerden biridir. Ve emperyalizmin tarihi, adeta bu hayal perdesini paramparça etmek istercesine, çeşitli kereler dünya halklarını büyük depresyon ve yeniden paylaşım savaşları gerçeğiyle yüz yüze bırakmıştır.” (age)
O yıllarda liberal tezler, sol içerisinde ciddi yankı bulmuştu. Başta solcu geçinen akademisyenler olmak üzere küçük-burjuva aydınlar tarafından bu tezler sol harekete ve sendikal harekete fazlasıyla enjekte edildi. Kurtuluşun AB’den geçtiği propagandası, sol harekette yeni bir ideolojik tasfiyecilik dalgasının temelini döşemiş oldu; bıraktık emekçilerin refaha ulaşmasını, ezilenlerin siyasal özgürlüklere ve demokrasiye kavuşmasının yolunun bile esas olarak devrimci mücadeleden geçtiği unutuldu; devrimci örgütlenme ve mücadele yöntemleri bir tarafa bırakılarak düzen içi parlamenter mücadele yöntemleri öne çıkartıldı. Kapitalizme karşı sınıf mücadelesi küçümsenirken, bireysel özgürlük mücadelelerine ve sınıf dışı farklı kimliklerin (etnik, cinsel, mezhepsel vb.) hak mücadelelerine övgüler dizildi.
Oysa son dönemde AB’de yaşanan siyasal gelişmeler; bir yandan ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, faşist hareketlerin güç kazanması, diğer yandan da “terörle mücadele” adı altında polis devleti uygulamalarının yaygınlaşması ve kalıcılaşması; AB’nin temellerinin hiç de demokrasiyle karılmadığını somut bir şekilde gösteriyor: “Avrupa’daki burjuva demokratik rejimin Türkiye’ye oranla görece geniş yönlerini daha da abartarak, işçi sınıfında burjuva demokrasisine hayranlık uyandırmak Marksistlerin işi olamaz. O işi sol liberaller yapıyor. Bizim görevimiz, görece en genişi bile olsa, özsel karakteri itibarıyla işçi sınıfı için sınırlı bir anlam taşıyan ve aslında sömürüyü de örtüleyen burjuva demokrasisinin karşısına işçi demokrasisi alternatifini dikebilmektir. Fakat devrimci mücadele uzun soluklu bir maraton koşusu gibidir. Hedefe bir çırpıda varılamıyor. Devrimci kadrolar için çok kolayca anlaşılabilir olan gerçeklerin kitleler tarafından da derhal ve kolayına kavranabileceğini sanmak bir «çocukluk hastalığı»dır. Bizler Avrupa ülkelerindeki burjuva demokrasisinin son tahlilde ne ifade ettiğini çok iyi biliyoruz. İşçi demokrasisinin yakıcı bir gereklilik olduğu çağda, «Avrupa tipi» bile olsa aslında burjuva sınıfın egemenliği demek olan burjuva demokrasisi bir umut olarak görülemez. O Avrupa demokrasisidir ki, yabancı düşmanlığını körüklemekte, göçmen işçileri içine ittiği kötü koşulları, Avrupa işçi sınıfının haklarını da budamak için bir tehdit aracı olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla, AB üyeliğinin tüm üyelere sürekli genişleyen bir refah ve demokrasi getireceği vaadi boş bir vaattir.” (Elif Çağlı, age)
AB’yi bir emperyalist güç olarak değil, barış, demokrasi ve insan haklarının kalesi olarak resmeden, “sosyal AB”, “emeğin Avrupası” gibi sloganlarla olsa olsa ona daha sosyal bir boyut kazandırılmasını savunan yaklaşımlara prim verilemez. Bunun ters kutbu olarak, AB’nin dağılma emarelerini ulus-devleti kutsamak için kullanan sözümona solculara, milliyetçi “sosyalist”lere vb. de verecek primimiz yok. Biz kapitalist ulus-devletin aşılması gerektiğini, bunun da ancak sosyalist dünya devrimiyle mümkün olduğunu savunuyoruz. İşçi sınıfının kurtuluşu ancak böyle sağlanabilir. Sözü yine Elif Çağlı’ya bırakarak bitirelim: “Emperyalizm çağında demokrasi ve barışın kapitalist Avrupa’dan beklenebileceği savı işçi sınıfı için zehirli bir yalandır. Dünyaya demokrasiyi de barışı da ancak ve ancak işçi sınıfının devrimci iktidarı getirebilir. Bu nedenle, emperyalist saldırganların istilâsı altındaki yerküremizde yegâne kurtuluş yolu, işçi sınıfının kapitalizmi dünyadan silip süpürecek olan dünya devrimidir. Bu devrimin insanlığa armağan edeceği Dünya İşçi Sovyetlerinin bir parçası olarak Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri sloganı bugün de geçerliliğini koruyor.” (age)
link: Oktay Baran, Sarsılan AB ve Işıldayan Marksizm, 12 Mart 2016, https://marksist.net/node/4969
Sivil Anayasa Diye Diye…
Ben Anadolu’yum