Geçtiğimiz günlerde hükümet, son taksitini de ödemek suretiyle Türkiye’nin IMF’ye olan borcunu nihayet bitirdiklerini ilan etti. IMF ile ilişkiler, ekonominin durumu ve gidişatı konusunda adeta en temel veri haline getirilmiş olduğundan, hükümet bunu büyük bir ekonomik başarı olarak davul zurnayla propaganda etti. IMF sorununu onyıllar boyunca en büyük memleket meselesi olarak sunan ve bunu adeta bir alameti farika haline getirmiş olan ulusalcılar ve küçük-burjuva sol ise, bunun bir aldatmaca olduğunu ve aslında ortada bir ekonomik kötüleşme, hatta felâket olduğunu savunarak karşılık verdi.
Hükümet ve şürekâsı bu “başarıyla” ekonomik bağımlılığın azaldığı imasını yaparak bundan kendine pay çıkarmakta iken, karşı cephe de çeşitli verilerle tam tersine bağımlılığın arttığını iddia etti. Hükümet borç bitti propagandası yaparken, karşı taraf borç arttı propagandası yaptı. Bu toz duman içinde, işçiden emekçiden yana olma iddiasındaki çeşitli çevrelerin kullandıkları argümanlar kafa karışıklığının ortadan kalkmasına ya da azalmasına hizmet etmedi. Aksine, ulusalcı etki altındaki söz konusu çevreler, işçi sınıfının devrimci dünya görüşü temelinde yaklaşmadılar olaya.
Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor ki, sağlı sollu ulusalcı çevreler savlarında açık ya da örtük biçimde ülkelerin karşılıklı ekonomik bağımlılığını kötü bir şey olarak varsaymaktadırlar. Zaten bütün ideolojik bulamaç ve çarpıtmalar da bu temel varsayımdan kaynaklanmaktadır. Bu noktayı doğrudan doğruya açıklamaya girişmeden önce bundan kaynaklı ne gibi çarpıtmaların ortaya çıktığını sergilemekte fayda var.
Ülkelerin karşılıklı ekonomik bağımlılığı prensipte kötü bir şey olarak varsayılınca, ülkeler arasındaki borç ilişkileri de otomatik olarak olumsuz bir veri olarak kabul edilmektedir. Böyle olduğu için, örneğin hükümet de demagojiye başvurarak, “borcu bitirdik” diye düğün dernek kurulmasını istemektedir. Bu yaklaşım sonucu bazı veriler hasıraltı edilip bazıları önplana çıkarılarak çarpıtma yapılmaktadır.
Örneğin IMF’ye borcun bitirilmesi propagandasıyla adeta Türkiye’nin dış borcu genelde bitmiş gibi bir hava yaratılmak istenmiştir. Oysa AKP döneminde Türkiye’nin hem devlet kesimi hem de özel kesim itibariyle dış borcu artmıştır. On yılı aşkın AKP yönetimi döneminde Türkiye’nin toplam dış borcu 129 milyar dolardan 337 milyar dolara, bu toplamın içinde devlet borcu ise 64 milyar dolardan 103 milyar dolara yükselmiştir.
Öte yandan sağlı sollu ulusalcılar ile ulusalcılık etkisindeki sosyalistlerin yazdıklarına baktığımızda, yukarıdaki borç verilerinin şevkle aktarıldığını, ancak başka bazı hususların gözlerden saklandığını görüyoruz. Örneğin söz konusu dönemde milli gelirin nasıl bir gelişim gösterdiği ve borcun milli gelire oranı bakımından nasıl bir seyrin ortaya çıktığı, bunun kapitalist dünyanın geri kalanıyla karşılaştırılması gibi çözümlemeler pek yapılmıyor. Zira söz konusu kesimler, bu verilere bakıldığında, benimsedikleri yanlış ortak varsayımlar nedeniyle AKP hanesine olumluluk yazılacağını görmektedirler. Türkiye’nin milli geliri AKP döneminde 230 milyar dolardan 800 milyar dolara çıktığı için, bu dönemde toplam dış borcun milli gelire oranı yüzde 56’dan yüzde 43’e düşmüştür. Dahası, aynı dönemde devletin dış borcunun milli gelire oranı ise yüzde 28 dolaylarından yüzde 13 dolaylarına inmiştir.
Ayrıca soldan eleştiri yapanlar aynı önyargılar temelinde geçmişte devlet borcunun önemine vurgu yaparken şimdilerde özel borca vurgu yapmaktadırlar. Sonuç olarak, ister içte olsun ister dışta, bunun şirketler arası borçlar alanına girdiğine ve bu borçların işçi sınıfını neden bu kadar ilgilendirmesi gerektiğine dair bir açıklamaya elbette rastlayamıyoruz bu sol eleştiricilerde. Bunun, söz konusu sol çevrelerin işçi sınıfının devrimci perspektifine sahip olmamalarından kaynaklandığını biliyoruz. Onlar kendi yarı-bilimsel küçük-burjuva ulusalcı dünya görüşleri temelinde hareket ediyorlar ve bu temelde getirdikleri eleştirilerde Marksizm yağına bulanmış bir söylemi kullanarak kafa karıştırıyorlar.
Dış borç
Kapitalist bir ekonomide dış borcu çok büyük ve temel bir ekonomik ölçüt olarak almanın ve bu temelde kapitalizme karşı sözde tavır geliştirmenin Marksizmle bağdaşmayan bir ilkellik olduğunu tespit etmek gerekiyor. Çünkü dış borç, kapitalizmin, hele de gelişkin kapitalizmin, temel bir gerçeğidir. Bir ülkenin dış borcunun fazla olması, ille de o ülkenin ekonomik olarak “kötü” durumda olduğu anlamına gelmez. Bir insanın borcunun fazla olması genellikle kötü bir şeydir ve kimse böyle bir durumda olmayı istemez. Ancak iş sermaye düzlemine ve bunun bir parçası olarak uluslararası ekonomik ilişkiler alanına geldiğinde mesele böyle bir anlayışla ele alınamaz. Sermayedarın temel işlemlerinden birisi borçlanmadır. Kredi denilen şey bir borçtur. Kredisiz bir kapitalizm düşünülebilir mi? Bugünün dünyasında en küçük bir yatırım projesi bile kredi mekanizmaları dışında cereyan etmemektedir. Bir ülkede kredi hacmi ne kadar büyükse o ülkenin durumu o kadar kötü denilebilir mi?
Dolayısıyla borçlu insanın hali kötüdür fikrinden hareketle, şirketlerin ve kapitalist ülkelerin borcu da ille de kötüdür diye bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Bu, bireysel düzlemle sermaye düzleminin birbirine karıştırılmasıdır, bireysel düzlemin kaygılarının sermaye düzlemine izdüşürülmesi, oraya uzatılmasıdır. Amiyane tabirle söyleyelim, bakkal gibi düşünmektir. Oysa borç meselesi bu basitliğin çok ötesinde karmaşıklığa sahip bir meseledir. Sayısız faktörle birlikte ele alınarak değerlendirilmesi gereklidir. Elbette asıl önemlisi, işçi sınıfı açısından temel meselenin kapitalist sistemin bütününün alaşağı edilmesi olduğunu hatırda tutarak.
İşte borç meselesini gerçek niteliği ve düzleminin dışına çıkararak ele alanlar, son tahlilde sıradan insanın basit algısı düzeyinde kalmakta ya da daha doğrusu bu algıyı istismar etmekte, bu algının üzerine oynamaktadırlar. Örneğin solcu iktisatçılar arasında en popüler olanlarından Mustafa Sönmez konuyla ilgili yazısının başlığını “Dış Borç Liginin Şampiyonu Türkiye” diye koyuyor. Bu başlığı okuyan insan ne düşünür? Doğal olarak Türkiye’nin yeryüzündeki borçlu ülkeler arasında birinci olduğunu. Oysa ne toplamda, ne kişi başına borçlulukta, ne de dış borcun milli gelire oranında Türkiye böylesi bir konumdadır. Türkiye’nin borçlu olduğu için kötü durumda olduğunu düşünen sıradan insan, dünyada durumunu “iyi” olarak gördüğü ülkelerin Türkiye’den çok daha borçlu olduğunu bilir mi acaba? En gelişmiş kapitalist ülkeler genellikle en borçlu ülkeler sıralamasının üstlerinde yer alırlar. Hem de açık arayla.
Örneğin ABD’nin dış borcu 16,7 trilyon dolar civarındayken, İngiltere’ninki 10 trilyon dolara yakın olup, Fransa ve Almanya’nınki de 5-6 trilyon dolar düzeylerindedir. Dış borç listesinin ilk 20 ülkesi tümüyle en gelişkin kapitalist ülkelerden oluşmaktadır. Dış borcun milli gelire oranı açısından bakıldığında da tablo aşağı yukarı aynıdır. Yukarıda bu oranın Türkiye için güncel olarak yüzde 43 dolayında olduğunu aktarmıştık. Gelişmiş kapitalist ülkelerin istisnasız hepsinde bu oran Türkiye’den daha yüksektir. ABD için bu oran yüzde 105, İngiltere için yüzde 400, Fransa için yüzde 180, Almanya için yüzde 140, Hollanda için yüzde 340, İsveç için yüzde 190 vb’dir. Tüm bu tablo kapitalizm açısından bakıldığında dış borcun adeta gelişmişliğin bir ölçütü gibi olduğunu ortaya koymaktadır. Borç sorununun oldukça karmaşık bir sorun olduğunun ve bu verilerin başka birçok veriyle birlikte ele alınması gerektiğinin elbette farkındayız. Ancak her halükârda bu veriler borç sorununa kahvedeki çarıklı erkânıharp gözüyle bakılamayacağını açıkça göstermektedir.
IMF meselesi
Darkafalı ulusalcı bakış açısı IMF ve Dünya Bankası (DB) gibi kurumlara bakış sorununda da tam bir körlük ve sığlık yaratmıştır. 1950’lerden bu yana IMF’ye öylesine büyük bir anlam yüklenmiştir ki, ülkenin bütün ekonomik sorunlarının kaynağında adeta IMF varmış gibi bir popüler algı oluşturulmuştur. Tüm bu onyıllar boyunca IMF ile yapılan sayısız anlaşmalar ve bu temelde IMF heyetlerinin teftiş için ziyaretleri çarpık bir bakışla sunula sunula bir mit düzeyine gelmiştir. Bugün işçi sınıfı vahşice sömürüldüğü ve ezildiği halde, saldırıların ardı arkası kesilmediği halde, AKP “IMF’ye borcu bitirdik” diye böbürlenebiliyorsa ve bu genel kamuoyunda takdir toplayabiliyorsa, işte bu çarpık algının önemli katkısıyladır. Aynı şekilde küçük-burjuva ulusalcı solun bunun karşısında apışması da bundan kaynaklanmaktadır.
Ulusalcı solcular IMF’ye borç bittiği için telâşa kapılıp “ama borç bitmedi ki” argümanına sarılmayı tercih ediyorlar. Bu tümüyle sınıfsal bir bakış açısı sorunudur. Küçük-burjuva bakış açısı mı, işçi sınıfının bakış açısı mı? Bu ayrımı somutlayalım. Küçük-burjuva için dış borcunun milli gelire oranı yüzde 9 gibi son derece düşük bir düzeyde seyreden Çin’in durumu fevkâlade iyi ve imrenilecek bir durumdur. Oysa işçi sınıfı için bu verinin önemi tümüyle başka bir noktadadır. İşçi sınıfı Çin’deki sınıf kardeşlerinin çektiği onulmaz acıları, maruz kaldığı vahşi, dizginsiz sömürüyü, gördüğü olağanüstü baskıyı düşünür. Söz konusu verinin işçi sınıfının ödediği nice bedeller pahasına oluştuğunu önplana çıkarır ve bu doğrultuda düzenin bir bütün olarak yıkılması perspektifini önüne koyar.
Dünya üzerinde işçi sınıfına karşı yürütülen ekonomik saldırı programları, sermayenin güncel ihtiyaçlarının ifadesidir. Kapitalist ülkeler IMF ile anlaşma yapsınlar ya da yapmasınlar benzer saldırı programlarını uygulamaktadırlar. Burjuvazi açısından sorun, hükümetlerin bu tür programları siyasi “popülizme” kapılmadan disiplinli biçimde uygulayıp uygulayamayacağındadır. Hükümetler de, burjuva hükümetler olarak, özde bu programlardan yanadırlar. Ama gerek kendilerine yakın sermaye kesimlerine kaynak transferlerinde bazı sıkıntılara yol açması nedeniyle, gerekse de halkın gözünü boyamak amacıyla, kamu kaynaklarını kullanabilmek için zaman zaman bu tür tedbirleri aksatabiliyor ve sistem açısından zaafa yol açabiliyorlar. İşte IMF ve DB gibi kurumlar, kapitalist saldırı programlarının disiplin içinde uygulanması için gerekli emperyalist örgütler olarak asıl rollerini o zaman oynuyorlar.
Şüphesiz IMF gibi kurumların başka işlevleri de var. Hatta bu kurumlar 2. Dünya Savaşı sonrası kurulduklarında asıl dertleri azgelişmiş ülkeleri ekonomik olarak zapturapt altına almak değildi. O zamanlar henüz böyle bir sorun yoktu. Asıl amaç 2. Dünya Savaşı öncesinde yaygınlaşan korumacılığın yeniden hortlamasını engellemek idi. Batı ittifakı içindeki ülkeler ekonomik sıkıntıya düştüğünde hemen korumacı önlemlere başvurup uluslararası ticaretin baltalanmasına ve krizlerin daha vahim bir hal almasına yol açmamalı, bu sıkıntıları atlatabilsinler diye onlara fon sağlanmalıydı. Elbette azgelişmiş ülkeler kapitalizmin ağına dahil oldukça IMF gibi kurumların işlevleri de çeşitlendi. Son tahlilde gelişmiş kapitalist ülkeler lehine olmak üzere, azgelişmiş ülkeler de uluslararası işbölümünde kendileri için belirlenmiş sektörlere yönlendirilmeli ve kapitalist ekonominin ana çizgileri dışına çıkmamalıydılar, vs. Bu temelde ilgili ülkelere krediler verilmeli, programlar uygulanmalı, bunların denetimi yapılmalıydı. Nihayetinde yapılan da bu oldu.
IMF programları işçi sınıfına saldırı anlamına geldiği ölçüde işçi sınıfının mücadele konusudurlar hiç kuşkusuz. Bu çerçevede IMF’nin kendisi yine işçi sınıfının hedefinde yer alır. Ancak işçi sınıfının mücadelesi, ülkenin kapitalist ekonomisinin bağımsızlığını sağlama perspektifi içinde yürümez. İşçi sınıfının mücadelesi, yerli burjuvazinin de organik bir parçası olduğu uluslararası burjuvaziyi alaşağı etmek içindir ve bu çerçevede saldırıları püskürtmek için mücadele verilir.
Kapitalizm doğası gereği uluslararası işbölümüne dayalı organik bir dünya ekonomisi kurar. Bu işbölümü temelinde ülkeler arasında karşılıklı ama eşitsiz bir bağımlılık ilişkisi oluşur. İşçi sınıfının kolektif emeğinin verimliliğini arttırarak büyük bir tarihsel ilerleme sağlayan bu dünya ekonomi ağı içinde, en büyük ve en güçlü ülkeler bile “dışa bağımlıdır”. Örneğin bugün dünyanın en büyük iki ekonomisi olan ABD ve Çin, aynı zamanda stratejik olarak rakip olmalarına rağmen, ekonomileri arasında çok hacimli bir bağımlılık ilişkisi vardır. ABD merkezli dev marka ve şirketler üretimlerini büyük ölçüde Çin’de yapmaktalar. Çin ABD’ye dev ölçekte ihracat yaparken, aynı zamanda kazançlarını çok ciddi oranda dolara ve ABD devlet kâğıtlarına yatırarak dev bir portföyün üzerine oturmaktadır. Dolayısıyla Çin ve ABD ekonomik kararlarını alırken tüm bu hususları gözetmek zorundadırlar. Aradaki tüm düşmanlığa ve çekişmeye rağmen, tarafların hiçbiri bu bağları kolayca kestirip atamamaktadır. Ve ulusalcı küçük-burjuva, dünyayı tümüyle ulusal gözlüklerle gördüğü için, bunu görmez, duymaz, bilmez; bilse de anlayamaz, kulak arkası eder.
Ulusalcı küçük-burjuvanın temel handikaplarından birisi, siyasal bağımsızlık sorunu ile ekonomik bağımsızlık sorununu birbirine karıştırması ve genellikle birbirine eşitlemesidir. Bunları ayrıştırmayı bilmek, Marksizmin başlıca kazanımlarından biridir ve Lenin’in büyük emek harcadığı bir konudur. Elif Çağlı’nın dikkat çektiği gibi: “… siyasal bağımsızlığın kazanılması kapitalist sistemin işleyişi ile çelişmemektedir. Tam tersine, emperyalist kapitalizm altında güçlü kapitalist ülkeler, bu bağımsızlığa sahip tüm ülkeleri de bin bir türlü ekonomik mekanizmayla kendilerine bağımlıkılmaktadırlar. Ama bu, artık sistemin bir bütün olarak işleyişine içsel olan eşitsizlik temelinde karşılıklı bağımlılık olgusudur. Kapitalizm altında bu bağımlılıktan kurtulmak mümkün değildir. Ve daha da önemlisi, ekonomik bağımlılığı gerekçe göstererek, az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin bir zamanların sömürge ya da yarı sömürge ülkelerinde olduğu gibi bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermeleri gerektiğini ileri sürmek hiç doğru değildir.” (Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.33
Sağıyla soluyla ulusalcı anlayış IMF’den borç almayı öylesine büyük bir mesele haline getirmiştir ki, şimdi doğal olarak bu borcun kapanması AKP gibi partiler tarafından büyük bir hadise, emekçilerin sevinmesi gereken büyük bir mesele gibi sunulabilmektedir. Bunda ulusalcı önyargılarla dolu solun büyük bir rolü olduğunu vurgulamak gerekiyor. IMF konusunda daha önce Marksist Tutum’da yer alan bir yazıda şunları dile getirmiştik: “Elbette, IMF, DB gibi kuruluşlara karşı mücadele edeceğiz. Ama bunu yaparken bir bütün olarak kapitalist düzeni teşhir etmek, bu kuruluşlarla kapitalizm arasındaki ilişkiyi göstererek kapitalizmin bu kuruluşlara indirgenemeyeceğini ve bunlara karşı mücadelenin ancak Türkiye’deki tekelci burjuvaziyi ve onun egemenlik düzenini bir bütün olarak hedef tahtasına koymaktan geçtiğini ortaya koymak gerekiyor. (…) Kapitalist düzenin devrimci eleştirisi, emperyalizme “bağımlılığın” ya da IMF gibi kuruluşların yabancılar olarak gösterilmesinin yarattığı milliyetçi duyguların okşanmasıyla sağlanamaz. IMF ve DB uluslararası sermayenin kuruluşlarıdır ve esasında bir tür üst banka, finans kontrol kurumu gibi çalışırlar. Bir bankanın kapitaliste verdiği kredi ve istediği teminatlar ne ise, IMF ve DB’nin de, yardım isteyen ülkelere verdiği krediler ve istediği teminatlar odur; işleyiş aynıdır. Bir bankanın herhangi bir kapitaliste verdiği kredi sayesinde onun üzerinde elde ettiği nüfuz ile IMF’nin çeşitli ülkelere verdiği krediler üzerinden edindiği nüfuz aynıdır; fakat bir banka ancak söz konusu kapitalist üzerinde bir nüfuza sahipken, IMF bir bütün olarak bir ülkenin kapitalist ekonomik işleyişi üzerinde nüfuza sahiptir.” (Akın Erensoy, IMF ve Dünya Bankasına Karşı Doğru Tutum, 2 Ekim 2004, www.marksist.com)
İşçi sınıfının talebi “borçsuz bir kapitalizm” mi olacaktır? Borçlar konusunda işçi sınıfının şüphesiz mücadelenin belirli dönemlerinde bazı talepleri olabilir. Devlet borçları işçi sınıfını esir almak üzere kullanılmak istendiğinde elbette bu borçların ödenmemesi ve iptali gibi talepler söz konusu olacaktır. Devrimci işçi hareketinin tarihi boyunca bu olagelmiştir. Bu talep esasen krizden sistemi yıkarak çıkma yolunda geliştirilen geçişsel taleplerden biri olarak gündeme gelebilecektir. Ancak olağan dönemlerde “borçsuz bir kapitalizm” isteme anlamına gelebilecek böylesi bir talep, işçi sınıfının devrimci davasını ilerletmeyecek, aksine kapitalizm hakkındaki yanılsamaların güçlenmesine yol açacaktır.
İşçi sınıfının mücadelesinde kısmi talepler asla bütünden saptıracak ya da onu gölgeleyecek şekilde formüle edilmemelidir. Aksine kısmi talepler işçilerin mücadelesini parçadan bütüne doğru ilerletecek şekilde, bütünün önünü açacak şekilde formüle edilmelidir. Sözgelimi bir kısmi talep işçilerdeki milliyetçi önyargıları besleme işlevini görecekse burada bir sapma, bir yanlışlık vardır. Örneğin işsizlik sorununa çözüm maksadıyla göçmen işçilerin ülkeden kovulmasını savunmak, kaş yaparken göz çıkarmak anlamına gelir. Benzer biçimde, “borçların yükü işçilerin değil, patronların sırtına” demek başka şeydir, “devletim borçsuz olsun” demek başka. İkincisini demek işçileri milliyetçiliğe ve devletçiliğe götürür, vb.
IMF gibi konuları kapitalist sistemin bütününü gölgeleyecek şekilde öne çıkarmak, sonunda dönüp dolaşıp kendi ayağına kurşun sıkmak anlamına gelecektir. Böylece koz diye bellediğiniz şey bir bakarsınız ki düzenin elinde size karşı bir koz olmuş. Bir gün bir burjuva hükümet gelip Arjantin’de olduğu gibi moratoryum ilan edip ödemiyorum dediğinde, işçi kitlelerini ideolojik olarak düzene bağlayan bağlara kendi elinizle yeni bir ilmek eklemiş olursunuz. Aynı minvalde ilave etmek gerekir ki, son tahlilde kapitalist düzeni muhafaza etmek anlamına gelecek “ekonomik bağımsızlık” benzeri talepler yerine, proleter dünya devrimini ve işçi iktidarını somutlayan uluslararası işçi konseyleri birliğini savunmak doğrusudur. Bugünkü teknolojik olanaklarla çok daha mümkün ve kolay hale gelmiş olan uluslararası planlamaya dayalı bir dünya ekonomisi, kapitalizmden çok daha yüksek bir emek verimliliği getirerek, işçilerin serbest zamanını muazzam ölçüde arttıracak ve sınıfsız toplumun gelişine olağanüstü bir ivme katacaktır.
link: Levent Toprak, Dış Borç ve IMF Meselesi, Haziran 2013, https://marksist.net/node/3279
Üniversitelere Yeni Gardiyan: “Koruma Memurları”
Emperyalizmin Nükleer Tehdit Öcüsü: Kuzey Kore