Son günlerde diplomasi alanında yaşanan gelişmeler, Ortadoğu savaşında sona gelindiği şeklindeki değerlendirmelerin yakıtı oldu. Önce Trump ve Putin’in Suriye konusunda anlaştıkları açıklandı. Sonra Putin, Soçi’de Türkiye ve İran’la bir araya gelmeden hemen önce Esad’ı ağırlayarak Suriye’deki savaşın sonuna gelindiğini söyledi. Ardından Soçi zirvesinde liderlerin anlaştığı açıklaması yapıldı.
Peki, bu açıklamalar ya da onlar hakkında yapılan yorumlar gerçeği yansıtıyor mu? Yani iddia edildiği üzere, Suriye’de silahların susacağı, savaşın son bulacağı ve siyasal bir sürecin başlayacağı günler mi kapıda? Günlük açıklamalar ve gelişmeleri bir tarafa bırakıp, Ortadoğu’da neyin paylaşımının kavgasının verildiğini, başta Suriye’deki Kürtlerin ve Sünnilerin durumu olmak üzere bölgesel sorunlar konusunda üzerinde anlaşılmış bir çözüme ulaşılmadığını, bu savaşın daha büyük paylaşım kavgasıyla bağlarını düşündüğümüzde, ortada “savaşın sonuna geldik” denilecek bir durumun olmadığı açığa çıkıyor. Kapitalizmin tarihsel çıkışsızlık koşullarına eşlik eden hegemonya krizi derinleşiyor. Suriye’deki savaş Ortadoğu savaşının bir parçasıdır. Bugün Ortadoğu’daki emperyalist savaşın amacı, en azından bu savaşı başlatan ve sürdüren ABD emperyalizminin amacı tüm bölgeyi kendi çıkarları temelinde dönüştürmek ve nüfuzu altında yeniden yapılandırmaktır. Bu temelde sürdürülen emperyalist savaşın bitmesi ve tarafların anlaşması bir yana, savaş yeni cephelere doğru genişletiliyor. Dolayısıyla ortaya çıkan mevcut tablo, emperyalist güç ya da taraflardan birisinin diğerinin hegemonyasını kabul ettiği bir duruma işaret etmiyor. Büyük güçler arasındaki savaşların temel sorunlar çözülmediği sürece sona ermemesi (istisnaları olsa da) genel bir kuraldır. Dahası, savaşın sona ermesi için, Türkiye, İran veya Suudi Arabistan gibi bölgesel güçlerin de ulaşılan mutabakata dâhil edilmesi ve onu provoke etmemesi gerekiyor.
Bu açılardan bakıldığında Suriye’de hangi temel sorunun çözüme bağlandığı söylenebilir? Gerçek olduğu yerde duruyor: Suriye’deki savaşın henüz sonuna gelinmediği gibi, dünya savaşı gerek Ortadoğu’daki gerekse de diğer coğrafyalardaki yeni cephelere yayılarak büyüme eğilimindedir.
Anlaşır gözüküp, birbirini baltalamak
Bugün yürüyen savaşın kendine özgü biçim ve tarzı, aceleci günlük yorumların hepsini kısa sürede boşa çıkartıyor. Büyük ya da bölgesel güçler kimi zaman doğrudan sahaya iniyorlar, kimi zaman da “vekilleri” üzerinden hareket ediyorlar. Savaşın taraflarının ana kutup başları belli olsa bile, blokların tam “betonlaşması”ndan bahsetmek de mümkün değil. Büyük emperyalist güçlerin irili ufaklı partnerleri kısmen ya da ciddi ölçüde oynak ve değişken tavırlar sergiliyorlar. Bu nedenle tek bir taraf içinde bile, ortaklar arasında tam bir görüş ve davranış birliğinden söz etmek mümkün olmuyor; belli kritik sorunlarda hemfikirlerken, diğer kritik sorunlarda tümüyle uyuşmazlık içinde olabiliyorlar. Aynı olguyu, karşıt taraftakilerle ilişki ve sürtüşmelerde de görmek mümkün.
Bu durumda karşımıza çıkan tablo, belli konularda geçici anlaşmalar yapmak ve diğer konularda da kapışmaya devam etmek şeklinde oluyor. Ancak yeni gelişmeler, yapılmış geçici anlaşmaları bozabiliyor. Dolayısıyla aslında, hem ABD ve Rusya’nın, hem de diğer bölgesel ve yerel güçlerin sürekli olarak birbirine çelme takıp altını oyarak baltalamaya çalıştığı bir “anlaşıyoruz” tablosuyla karşı karşıyayız. Ana aktörlerin anlaşmışlar gibi sundukları bir husus, ertesi gün yardımcı oyuncuların ya da vekillerin itirazıyla boşa çıkabiliyor. Bunun ana aktörlerin asıl niyetlerini vekiller aracılığıyla dillendirmesinden mi, yoksa vekillerin daha üstteki anlaşmayı baltalamaya çalışmasından mı kaynaklandığını her somut gelişmede saptamak da mümkün değil. Daha küçük güçlerin girişimlerinin bizzat kendi efendileri tarafından boşa çıkartıldığına da, her iki kamp arasında gidip gelmelere de şahit oluyoruz.
Böylesi kaotik bir ortamda gelinen noktayı kavramak için bu durumu akıldan çıkartmamak ve son dönemdeki en önemli gelişme olarak öne çıkartılan Soçi zirvesini de bu çerçevede ele almak gerekiyor. Bu zirveden çıkan sonuçları, sahaya yansıyan gerçekler olarak değil, büyük güçlerin arzu eder gözüktüğü çözüm planı olarak yorumlamak doğrudur. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, son tahlilde, büyük emperyalist güçlerin dediği olacaktır, ama hiçbir zaman tam onların istediği şekilde ve sınırlarda değil. Bölgesel ve yerel kapitalist güçler bu planların ana eksenini değiştiremeseler bile, onu modifiye ettirecek, geciktirecek ya da zora sokacak şeyler yapabilirler. Bu gerçekle birlikte ve barındırdığı çelişkiler dâhilinde düşünüldüğünde, bu zirvedeki uzlaşma görüntüsünden geriye ne kalacağını öngörmek hiç de kolay değildir.
Soçi neye ışık tutuyor?
Soçi zirvesinden yansıtılan manzara, Suriye savaşının sonuna gelindiği ve artık siyasal çözümün bir geçiş dönemiyle hayata geçirileceği şeklindedir. Soçi’ye katılan tüm taraflar bu konuda anlaştıklarını açıkladılar. Buna göre, bir Suriye Ulusal Diyalog Kongresi toplanacak, yeni bir anayasa hazırlanacak ve arkasından seçimlere gidilecek. Esad seçimleri kazanırsa iktidarda kalabilecek ve Birleşmiş Milletler de bu seçimlerde gözlemci olacak. Bu çerçeve, Cenevre’de yapılacak yeni görüşmelere de temel teşkil edecek. Bunda ABD de hemfikir gözüküyor.
Eğer bu “anlaşma” olduğu gibi hayata geçirilebilirse, bundan Rusya ve ABD’nin Suriye’yi nüfuz alanları olarak paylaştığı, bu paylaşımdan ABD’ye Fırat’ın doğusunun, Rusya’ya da batısının kaldığı sonucu çıkar. Bunun anlamı Suriye’de hem ABD’nin hem de Rusya’nın kazançlı çıkmasıdır. ABD, Rojava bölgesi üzerinden Suriye’de bir nüfuz alanı kazanmış ve Kürtlerle kurduğu işbirliği üzerinden bölgedeki Kürt sorununu yönlendirmek hususunda bir enstrüman daha edinmiş olur. Rusya ise Ortadoğu’da kendisinin de söz sahibi olduğunu, dünya siyasetinde yeniden süper bir güç olarak kabul edilmeyi tescillemiş olacaktır.
Ülke mahvolsa da savaşın bir diğer kazananı Esad rejimidir: Her ne kadar sonuç tam onun istediği gibi olmasa da, Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerinde büyük güçlerin hemfikir olması ve ABD’den sonra TC’nin de “Esad gitmeli” ısrarından vazgeçmesi, onu savaşı kazananlar hanesine koyuyor. İran da, şimdilik, kazanmış görünüyor, ancak o da Esad gibi, gayri memnun galipler kategorisindedir. Irak’ta artan etkinliği ve Suriye rejimiyle kurduğu güçlü ittifak sayesinde İran, artık kendi topraklarından Akdeniz’e kadar uzanan kopuşsuz bir coğrafyada hem siyasi hem de askeri olarak daha etkili bir konuma kavuşmuştur. Lübnan’daki Hizbullah’la doğrudan coğrafi temas kurabilmiş ve dahası İsrail sınırına fiziksel olarak dayanmış oluyor. Suriye-İsrail sınırında İran’ın kalıcı askeri üsler kurmaya daha şimdiden giriştiği söyleniyor. Ama İran’ın zaferi onun tam da içine sinmemektedir. ABD’nin Rojava’daki varlığını hem doğrudan hem dolaylı bir tehdit olarak görmektedir, zira Kürt sorunu İran’ın da karın ağrılarından biridir. Ancak asıl önemlisi, bugünlerde ABD-İsrail güdümlü Suudi eksenli yeni cepheleşmenin hedefine esas olarak İran’ın konmasıdır. Bu durum onu fazlasıyla rahatsız etmekte, Suriye’den sonra kendisinin ilk hedef haline geleceğini bilmektedir.
Türkiye’ye gelirsek. Soçi’de kazananlar kürsüsüne çıkmakla caka satsa da, dün de en büyük kaybedenlerden biriydi, bugün de öyledir. Davutoğlu döneminde, hem Sünni Araplar hem de Kürtler üzerinden Ortadoğu’nun hamisi pozuna soyunan Erdoğanist rejimin tüm hesapları tuzla buz oldu. Sünni bloktan dışlanırken hem dâhili hem de harici Kürtlerle arası fena halde bozuldu. Suriye’de besleyip işbirliği yaptığı İslamcı gruplar savaşı kaybettiler, AKP dün dost ve müttefik ilan ettiği bu grupları şimdi “terörist” addetmek zorundadır. Geriye Ortadoğu’daki yangının kendi evine sıçramasını engellemek üzere giriştiği biçare manevralar kalmıştır. Nitekim bugünlerde dün düşman ilan edilenlerle yeniden dost olmanın kapıları açılmaya çalışılıyor. Bu tornistanların en büyüğünü Rusya ile yapmışlardı. Ardından İran tornistanı geldi; İran tankları Kabe’ye girmeden Pers yayılmacılığını engellemek gerektiği söylemleri yerini dost ve müttefik İran söylemine bıraktı. Bu “düşman kardeşleri” çelişkili ve geçici bir zeminde de olsa yan yana getiren temel ise Kürtlerin önünü kesme hedefidir. Kürt karşıtlığı yarın Erdoğanist rejimi son dönemin en büyük düşmanı ilan ettiği Esad’la da yan yana getirirse buna hiç şaşmamak lazım.
Bugüne dek, ABD ile Rusya arasındaki çatışmanın doğurduğu boşluklardan yararlanarak manevralar yapan TC, eğer bu iki süper güç gerçekten de Suriye üzerinde tüm noktalarda anlaşıp bu anlaşmayı hayata geçirebilseydi, tam bir çıkmazla karşı karşıya kalırdı. Çünkü her iki büyük güç de Kürtlerle arayı bozmamak, Kürt güçlerini kendi yanlarında tutmak istiyor. Suriyeli Kürtler de kendi hedefleri doğrultusunda hem Rusya’dan hem de ABD’den yardım almaya, onların arasındaki gerilimden yararlanmaya çalışıyorlar. ABD, kimi iddiaların aksine Suriyeli Kürtleri kısa vadede yüzüstü bırakamayacağının farkında, zira Rusya’yla doğrudan bir çatışma içine girmeksizin ABD’nin oradaki askeri üslerini başka türlü elde tutma imkânı yoktur. Dolayısıyla ABD, TC egemenlerini yatıştıracak yalanları söylemekten (ve bu söylemlerin üzerine atlayan AKP’yi madara etmekten) çekinmeksizin bu güçleri desteklemeye devam ediyor. Rusya da hem hükümetin hem de Perinçekgillerin tüm çabalarına rağmen Kürtlerden tümüyle ümidini keserek onların kazanımlarını yok etmeye girişme niyetinde değildir. Bu hem Irak Kürtleriyle geliştirmek istediği ilişkiler açısından böyledir, hem de Suriye’deki sorunu Esad’a da TC’ye de karşı kullanabileceği bir koz olarak elde tutmak istemesinden ötürü böyledir. Diğer taraftan Kürtleri de hem Esad hem de TC’nin tehditleriyle terbiye etmeye çalıştığını da eklemek gerekir. Büyük güçlerin Kürtleri karşısına almama tutumunun farkında olan kimi rejim ideologları, TC’nin, Irak, İran ve Suriye ile tam bir blok oluşturarak (Irak’ta olduğu gibi) Kürtleri ezebileceğini, bu blokun oluşması durumunda ABD’nin de Rusya’nın da bu girişime engel olamayacağını düşünseler bile, böylesi bir blokun oluşmasının diğer tüm çelişkilerden ötürü büyük ölçüde hayal olduğu açıktır. Türkiye’nin bu çıkmazdan tek kalıcı çıkış yolu, içerideki Kürtlerin tüm demokratik ve siyasal haklarını tanımaktan ve dışarıdaki Kürtlerle de dostane ilişkiler kurmasından geçiyor. Ama egemenlerin neredeyse genlerine işlemiş Kürt karşıtı şovenizm ve demokratik bir zihniyetten nasibini almamışlıkları düşünüldüğünde, bu yol da kapalıdır. Dünya krizi ve emperyalist savaşın yanı sıra Türkiyeli egemenleri totaliter rejim kurma ve kurumsallaştırma yollarına düşüren temel nedenlerden biri de bu değil midir?
Çıkmazlar ve sıkışmışlık içindeki iktidarın Suriye’deki ve dolayısıyla Ortadoğu’daki yangını daha da büyütecek beklenmedik adımlar atması mümkün müdür? Sıkıştıkça saldırganlaşmak bilinen bir durumdur. Onun temel derdinin Kürt meselesi olduğunu, gerek dış politika alanında gerekse de iç politikada sıkışıp arzu ettiği adımları tam olarak atamadığını ve kurulan rejimin doğasını hesaba kattığımızda, TC egemenlerinin her türlü çılgınlığı ve maceracılığı sergileyebileceğini söyleyebiliriz. Astana sürecinin uzantısı olarak İdlib’e asker gönderen hükümet, kendisine çizilen çerçeveye uymadığı gibi, biçilen misyonları da yerine getirmiyor. Esad TC’nin askeri varlığını işgal olarak adlandırsa da, Rusya daha büyük planını bozmadığı sürece TC’nin bu oyunbozanlıklarına tahammül ediyor. Bu tahammülün ne kadar süreceğini göreceğiz. AKP hükümeti bu kaotik ortamda oldubittilerle iş görmeye çalışıyor, ama çekirgenin kaç defa sıçrayabileceği malûm. Bugünlerde benzer bir oldubittiyle Afrin’e girmenin hesapları yapılsa da, bu girişimin ancak ABD ve Rusya onayıyla olabileceği şeklinde daha önce saptadığımız koşullar geçerliliğini sürdürüyor. Büyük emperyalist güçlerin kendisine çizdiği sınırları sonuna kadar zorlayan siyasi iktidar da ipin bir noktada kopacağının farkındadır. Bu yüzden de ipi koparmadan zorlamanın hesabını yapıyor. Ama mevcut durum ona bu konuda fazla bir pay da bırakmıyor.
Tüm bunların ışığında Soçi’den yansıyanlara tekrar bakalım. Soçi’de çözüm anahtarı olarak Kongre’ye işaret edilmiştir, bu gayet de demokratik (!) bir görüntü vermektedir. Taraflar Kongre fikrinde hemfikir olduklarını açıklamışlardır. Peki, bu Kongre nasıl, hangi bileşimle ve ne zaman gerçekleştirilecek? İşte bu “küçük detayda” anlaşamamışlardır! Soçi’yi takip eden birkaç günlük sürenin ardından bu çerçevenin detaylandırılmasında taraflar arasında ciddi bir anlaşmazlık olduğu tümüyle ortaya çıktı. Türkiye PYD önderliğindeki Kürtlerin dışlanmasını istiyor. İran Rojava’nın Esad rejiminin kontrolü altına sokulmasını savunuyor. Esad cenahında ise kısık sesle de olsa, yeni bir anayasanın Suriye “halkı” tarafından yapılması ve dış güçlerin karışmaması gerektiği şeklindeki itirazlar dillendiriliyor. Sonuçta, Kongre, kimlerin katılacağı ve nasıl bir içerikte olacağının belirsizliği karşısında ikinci kez ertelendi ve Şubat ayında yapılacağı açıklandı. O zamana kadar yaşanacak daha nice gelişmenin yeni ertelemelere yol açması küçümsenmeyecek bir olasılıktır.
Suriye’de halklara büyük acılara mal olan emperyalist paylaşım savaşının kısa vadede bitmeyeceği açıktır ama mesele bundan da ibaret değildir. Ortadoğu savaşının Suriye cephesi kapansa ya da çatışmalar gerilese bile, emperyalist güçler, büyük savaşı hem bölgede hem de diğer paylaşım alanlarında yeni cepheler açarak yayma doğrultusunda hazırlıklarını yürütüyorlar. ABD Japonya ile birlikte Pasifik’te bir savaşı körüklüyor. Ortadoğu’da Yemen cephesi yanmaya devam ederken, İran’a karşı ABD-İsrail güdümlü Suudi eksenli savaş hazırlıklarını hızlandırıyor. Sünni-Şii kutuplaştırmasının Suriye’de yaşadığı fiyaskodan sonra, şimdi Arap milliyetçiliği temelinde yeni bir eksen oluşturularak İran’ın karşısına dikilmek isteniyor. Bu eksenin kendi içinde de nice çelişki mevcut. Suudilerin tüm afra tafralarına rağmen İran’la doğrudan bir savaşı göze alıp almayacağı henüz belli değil. Bunun yerine Yemen’de olduğu gibi İran’ın etkisindeki güçlerle savaşı körüklemesi de muhtemel. Örneğin, Lübnan bir kez daha İsrail’in işgali veya iç savaş riskiyle karşı karşıya gelmiş durumda. Böylesi bir savaş patlak vermese bile, savaş tehdidinin yüz milyarlarca dolarlık silah satışlarıyla ABD silah tekellerine kasalarını doldurma ve Trump’a da “business, business” diye dans etme fırsatını yarattığı da aşikâr. Ortadoğu’daki savaşı adeta kendi savaş sanayisinin üstünlüğünü kanıtlama alanı ve silahlarını pazarlama aracı olarak görmekte Rusya da ABD’yle yarışmaktadır. Aslında çözüm gevezeliğinin hüküm sürdüğü bugünlerde, yalnızca bu gerçekler bile, emperyalistlerden gelecek çözümlerin halkların yararına olmayacağını daha baştan göstermiyor mu?
link: Oktay Baran, Suriye Savaşı Nereye?, 30 Kasım 2017, https://marksist.net/node/6094
Mücadelenin Halkası Olalım
Öğretmenimiz Ekim Devrimi