Ortadoğu’da savaşın yükselen alevleri arasında ilerleyen gelişmeleri yorumlayabilmek için, güncel hamlelerin peşinden koşmaksızın, karşı karşıya olduğumuz sürecin önemli noktalarını vurgulamak anlamlı olur. Çünkü 3. Dünya Savaşının parçası olarak Ortadoğu’da harlanarak yürüyen savaşta detaylar her an değişebilir. Esasen yapmamız gereken, ana eğilimleri, genel çerçeveyi çözümlemeye çalışmaktır. Hatırlayalım, Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi anlamında yıllar önce ABD’nin BOP projesi gündeme geldi. Böyle bir proje halen var, bir stratejiyi ifade ediyor ve bölgeyi yeniden paylaşmaya yönelik. Bu proje SSCB’nin yıkılışından sonra yürürlüğe sokuldu. Sovyetler Birliği varken dünya iki ayrı sisteme bölünmüştü, sadece kapitalist sistem yoktu. İki sistem ya da blok arasında nükleer silahların gölgesinde yürüyen denge politikasına dayalı bir soğuk savaş vardı. Ama Sovyetlerin çöküşünden sonra o eski soğuk savaş dönemi sona erdi ve dünya emperyalist güçler arası yeniden paylaşım savaşlarına sahne olmaya başladı. Taraflar buna yönelik stratejik konumlarını belirlediler. BOP, ABD açısından bunun ifadesidir.
BOP hikâyedir diyenler, ABD bataklığa saplandı diyenler çok oldu. Bir stratejide taktiklerin istenilen sonuca ulaştırmamasına bakıp stratejik yorumlarda bulunanlar oluyor. ABD’nin istediğini elde edemeyeceğini çok vurgulu bir şekilde öne sürenler var. BOP dün de vardı ama şimdi olan ne? Acaba şu an ABD açısından farklı bir durum mu söz konusu? Evet, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırısıyla işaret fişeği atılan ve 27 Kasım 2024’te ABD-İsrail destekli HTŞ güçlerinin Halep’i ele geçirmesiyle ilerleyen savaş, ABD’nin BOP’un ikinci evresine geçtiğini gözler önüne seriyor.
Nereden bakarsak bakalım bugün dünyada bir hegemonya krizi var, ABD’nin hegemonyası belirli ölçüde sarsılmış durumda. Hegemonya krizi ne anlama gelir? Dünyada bir hegemon güç olmadığı anlamına gelmez. Genelde, başkasının hegemonya kapışmasına katılmasını engelleyecek kadar büyük bir güç varsa ortada hegemonya krizi yoktur. İşte bu açıdan bakıldığında, kapitalist sisteme Rusya ve Çin gibi büyük emperyalist ülkelerin katılması nedeniyle günümüzde bir hegemonya krizi var. Ancak Rusya ve Çin, ABD’nin şu anki hegemonyasının yerini alacak durumda değil. ABD, yükselen Çin karşısında henüz vakit varken sarsılan hegemonyasını güçlendirmek üzere bugün dünyada atağa geçiyor. Birbirine eklemlenen halkalar şeklinde yürüyen 3. Dünya Savaşının günümüzde yoğunlaştığı coğrafya Ortadoğu’dur.
Kuşkusuz ki her süreçte her yeni halka öncekine göre farklılıklar içerir. Ama bu genel stratejinin değiştiği anlamına gelmez. Şu an kapitalizmin derinleşen krizine bağlı olarak ve sarsılan hegemonyasını tekrar pekiştirmek için ABD’nin ihtiyaç duyduğu hamlelerle ilgili bir durum söz konusu. Bu anlamda şimdi yaşananlar, genel strateji içinde yeni bir evre. Bu evre hem 3. Dünya Savaşının Ortadoğu’daki gidişatını belirleyecek hem de Türkiye’deki duruma etkisi yüzde yüz. BOP’un hızlandırılmış evresi için verilen karar doğrultusunda, Trump finans kapital zirvesinin arzu ettiği bir Bakanlar Kurulunu oluşturacak. Basına sızan haberlerden anladığımız kadarıyla tamamen Siyonist bir kabine oluşturuyor ABD. ABD’de yaşananlar, kesinlikle yalnızca Trump’la ilgiliymiş gibi yorumlanamaz. Trump, kapitalist sistemin ve onun hegemon gücü ABD’nin içinde bulunduğu durumun dışa yansımasıdır. ABD Ortadoğu’da haritaları yeniden çizmek amacıyla, önce İsrail ve sonra da HTŞ eliyle mevcut devletleri parçalamak ve yenilerini kurmak üzere atağa geçti. Bazı noktalarda elde edilen mevzilerde birtakım anlaşmalarla Ortadoğu’da şimdilik işi bir noktaya getirip bir an önce Pasifik’e atlamak istiyor. Projesinin hızlandırılmış evresi Ortadoğu’yu bir an önce halletmeye dönük. Bütün savaşlarda aynı şey olur; savaşırlar, kozlarını paylaşırlar ve taraflar mecburen bir noktada anlaşma masasına otururlar. Kim üstünlük elde etmişse anlaşma onun lehine olur. İsrail’in bu kadar saldırgan olmasının nedeni, Rusya’nın bu atakları engelleyemeyeceğini göstermektir. Rusya’nın Ortadoğu’da ABD ile başa baş bir güç olmadığı bu şekilde ortaya çıktı. Fakat unutmayalım, Rusya’nın belirleyici olmasa bile ABD’nin planlarının tam istediği gibi yürümesini engelleyici bir gücü var.
Şimdilik görünen, ABD TC’ye Rojava’nın kabulünü dayatıyor. TC’nin Kürt sorunu, bu temelde yanı başında bir Kürt devletinin kurulma olasılığıyla doğrudan ilgili. ABD, Türkiye’nin emperyal arzuları temelinde ilerlemesini önlemek, Suriye-Lübnan-Irak’ta İran’ı zayıflatıp sıkıştırmak istiyor. Belki de düşük yoğunluklu bir savaşla İran rejimini değiştirmeyi arzu ediyor. Elbette ne olacağı tamamen savaşla elde edilen güçler dengesine bağlı olacak.
Trump’ın “Ortadoğu’ya barış getireceğim” söylemi, savaşı diğer noktalarda devam ettirmek üzerine kuruludur. Bu noktada bizim 3. Dünya Savaşı tespitimizin önemi ve doğruluğu unutulmamalıdır. 3. Dünya Savaşının önceki dünya savaşları gibi olacağını düşünenler, gözlerinin önünde savaş yeni cephelerin, yeni halkaların eklenmesiyle yürürken “savaş geldi, geliyor” demekle meşguller. Oysa dünya savaşları biçim ve kapsam alanları açısından neden birbirinin tekrarı olsun? Emperyalist güçlerin çeşitli ülkelerde yürüttüğü bu savaşlara “vekalet savaşları” demek pek de doğru değildir. Çünkü 3. Dünya Savaşının emperyalist ülkeler tarafından yürütüldüğünü ve onların paylaşım savaşı olduğunu gizliyor bu tanımlama. SSCB’nin çöküşüyle birlikte ele alacak olursak, dünyadaki bu değişiklik neticesinde nüfuz alanlarının yeniden dizayn ihtiyacı ortaya çıktı. Aslında Balkanlar’la başladı savaş ve ondan sonra Ortadoğu’ya sıçradı. Ortadoğu, Balkanlar’a göre daha zor bir coğrafya. Balkanlar’da da sonradan birtakım çatışmalar ortaya çıktı ama yine de orada paylaşım şimdilik büyük oranda tamamlandı.
Suriye’de sorunun ABD’nin istediği şekilde çözümlenebilmesi için Rusya’nın köşeye sıkıştırılması lazım. ABD, İngiltere ve AB, Ukrayna savaşı sayesinde Rusya’yı Ortadoğu’da istediği hamleleri yapmaktan mahrum bıraktı. Şimdi Rusya’nın Ukrayna’dan aldığı yerlerin Rusya’ya ait olması üzerine bir anlaşma yapılabilir. Çünkü Rusya Ukrayna savaşında epey hırpalanmış durumda.
Böyle bir dünyada Türkiye’yi doğrudan doğruya ilgilendiren bir durum var. Suriye’de, İran’da olacak olanlar Türkiye’yi doğrudan ilgilendiriyor. Türkiye önden pozisyon almaya, daha geniş bir alan üzerinden pazarlık masasına oturmaya çalışıyor diyenler var. Erdoğan böyle düşünebilir ama bu hususu irdelemeliyiz. Bu çaresizce bir çırpınış mıdır yoksa güçlü bir ülkenin hamleleri midir? En genel hususlar çözümlenmezse insanların kafaları karışıyor. Marksist bir yöntemle genel tabloya baktığında daha bir netleşme sağlayabiliyorsun. Şimdi aslında sıra Türkiye’ye geldi. Öyle de, Türkiye bu sırasını nasıl savacak, neler olacak? Eski dönemler bitti. 2003’te Irak işgali nedeniyle yazdığım yazılardan birinde sıra Türkiye’ye de gelecek demiştim. Ortadoğu paylaşılırken, Kürt sorunu gibi çözülmesi gereken bir sorun varken sıranın Türkiye’ye gelmemesi mümkün değildi. ABD’nin Ortadoğu savaşını hızlandırmak istediği bir süreçte geldi bu sorunlar Türkiye’nin önüne.
Bugün 2013’lerdeki çözüm sürecinden çok farklı bir durum söz konusu. Erdoğan rejimi, o zaman çözüm sürecini ABD ile birlikte ilerletseydi, ABD müttefiki Türkiye ile birlikte Ortadoğu’yu dizayn etmeye girişirdi. Ama o zaman Rusya’nın da eli kuşkusuz armut toplamazdı. Ama böyle olmadı ve çözülemeyen sorunlar şimdi savaşla çözülmek isteniyor. Türkiye bir NATO ülkesi ve ABD ile birlikte hareket etmesi burjuva düzen açısından normal olanı. Bu nedenle Türkiye doğrudan bir savaş alanı haline getirilmeyebilir. Fakat sıranın Türkiye’ye gelmesi, onun artık Kürt sorunuyla sıkıştırılması anlamına geliyor. Bu noktada gelişmelere nasıl bakacağız?
Bilmemiz gereken birtakım temel faktörler var. ABD, bu sorunu artık çözeceksin diyor. Türkiye’nin Rojava’yı kabul etmesini ve içeride de Kürtlerin kabul edeceği bir çözüm bulmasını istiyor. Eğer bu olmazsa, Ortadoğu’daki savaşın Türkiye’de bir Kürdistan parçasını koparacak şekilde yayılma olasılığı var. Bahçeli ne dedi? “Ya toprak kaybederiz ya toprak kazanırız.” Devlet çekirdeği açısından bu ne anlama geliyor? Toprak kaybetmemek için kendi Kürtlerini azı kabul etmeye zorlayarak meseleyi halletmek! Sonuçta Bahçeli’nin söyledikleri çok açık. Türkiye’nin sıkışmışlığı nedeniyle bunları söylüyor. Kuşkusuz Kürtler de daha fazlasını elde edebilecekleri bir durumda Devlet’in kırıntılarına razı gelmezler!
Gelelim bir diğer gerçeğe. Türkiye içinde en çok tartışılan şey ne? Bahçeli niye o malum çıkışı yaptı, Erdoğan’ın haberi var mı, oyun mu oynanıyor vs. Bunlar kafaları hep bulandırıyor. İlk olarak şunu görelim; iktidarda olan rejim faşist bir rejim ama bu bir blok. Bunun nasıl kurulduğunu asla unutmayalım. Monolitik bir faşist rejim yok Türkiye’de. Hitler rejimi ise monolitikti. Türkiye’de Ergenekoncular, MHP ve AKP tarafından kurulan bir blok şeklindeki faşist rejim var. Büyük kriz durumlarında bloklar çatırdamaya elverişlidir. Blokun içindeki çatışmayı görelim. Onlar göstermiyorlar ama biz görelim. Bahçeli devletin adamı. Erdoğan ise kendi çıkarı için hareket eden tüccar kafalı bir siyasetçi. Siyasette de mantığı bu. Bahçeli NATO’cu kanadı temsil ediyor. Erdoğan kendi çıkarları için hareket eden bir güç haline geldi. Rusya ile ABD arasında oynayıp bugüne geldi ya, yine öyle olacağını sanıyor ama bu artık söz konusu değil.
Bahçeli devlet gücü olarak davranıyor ve gerçekten de öyle. Hiç de oy kaygısıyla hareket etmiyor. Erdoğan gibi dertleri yok. 1949’dan beri NATO ülkesi olan Türkiye’nin öyle Erdoğan’ın keyfiyle dümeni Rusya’ya kırması söz konusu olabilir miydi? Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin dertleri ve hedefleri farklı olduğu için kurdukları oyun planları da farklı. Peki, neden aralarındaki çatışmayı dışarıya yansıtmıyorlar? Rejimin içinde çatlaklar olduğu gerçeği kitlelere itiraf edilirse o rejimin hali ne olur? Bir kere kitlelerin bu rejime yönelik korkusu azalır. Bu nedenle şimdilik çatlak yokmuş gibi gösterip idare etmeye çalışıyorlar ama aralarında büyük bir kapışma var.
Bu noktada da şunu hatırlayalım. Tarihe bakmak lazım! Batı’da tarihsel gelişme denince sadece Batı tipi gelişim çizgisi biliniyor. Oysa Doğu’da daha farklı bir gelişim söz konusu ve bu her şeyi belirliyor. Bunu anlamadan Türkiye’de olup bitenleri doğru analiz etmek de mümkün değil. Özel mülkiyetin olmadığı yerde devlet toplum üzerine çöken bir despottur. Bu durum Avrupa’dakinden tamamen farklı. İşte bu farklılık çözümlenmeden Türkiye siyasetinde hiçbir şey çözümlenemez. Türkiye’de bugüne kadar siyasi mücadelede siyaseti belirleyen devletlûlar katındaki savaş, kanatlar arasındaki üstünlük savaşıdır. TC’nin kuruluşu Batı’daki burjuva devlet kuruluşları gibi değildir, TC Osmanlı’nın devamı gibi kurulmuştur. Türkiye’de devlet Batı’da olmayan bir role sahip. Ve burada siyaset denildiği zaman ağırlıklı olarak devlet katında yürüyor. Yani egemen sınıf içi kapışmalar üzerinden siyaset yapılıyor. Avrupa’da ise burjuvazi içinde kapışmalar olsa bile, son tahlilde iki temel sınıf arasındaki siyaset belirleyici oluyor. Şimdi Türkiye egemen güçleri ABD’nin planı tarafından köşeye sıkıştırılmış durumda. Böyle bir durumda da, egemenler bu çıkmazdan şöyle ya da böyle çıkarız diye farklı görüşlere sahipler ve bu nedenle kendi aralarında çatışmaya girişmiş durumdalar. Bu çatışma daha da büyüme potansiyeline sahip.
Çok uzun süredir solun yerleştirmeye çalıştığı tek adam rejimi nitelemesine karşı, bunun böyle olmadığını, rejimin aslında faşist bir blok olduğunu hem tartıştık hem de Marksist Tutum’daki yazılarımızda ifade ettik. Faşist blok ise, Erdoğan’ın gücü nedeniyle tek adam rejimi olarak nitelenmeyi benimsedi. Erdoğan iktidar sayesinde ordu subay atamalarında, yargıçların atanmasında vb. güç kontrolünü ele geçirdi. Ama bu faşist rejimin blok karakterini ortadan kaldırmadı. Erdoğan zamanla büyük bir güç elde etti ve devlet çekirdeğini temsil eden Bahçeli’ye rağmen kendi alanını genişletti. Şimdi TC’nin büyük bir sıkıştırmayla yüz yüze olduğu durumda rejimin blok niteliği meselenin çözümünü daha da zorlaştırıyor. Monolitik bir faşist rejim olsaydı öyle ya da böyle bu sorunu çözmeleri nispeten daha kolay olurdu.
Faşist bloka bakalım. NATO’cu kanat soğuk savaş sonlandıktan sonra kendi içinde bölünmüş durumdaydı. NATO’cu kanat içinde, ABD’nin isteğine rağmen Ergenekon örgütünün tasfiyesine karşı çıkanlar, yeni ittifak arayışları içine girerek, Avrasyacı denen kliği oluşturdular. Şimdi faşist iktidar bloku içinde hem NATO’cu kanat, hem Avrasyacı kanat hem de bunların üstünde hegemonik bir konumda olan Erdoğan’ın kendi kliği var. Ama devletin içindeki güçler sadece bunlardan ibaret değil. Bunlardan biri de CHP ve CHP’nin içinde de kanatlar var. Buradaki durumu da görmemiz lazım. Faşist rejim kendine muhalif güçleri parçalamak üzerine nice manevralar yapıyor. Bahçeli’nin Öcalan’la ilgili o konuşmayı yapması beklenir miydi hiç? Demek ki ortada yeni bir durum var, bu anlaşılıyor. Sonrasında ise taraflar bir suskunluğa girdi, gazeteciler sorunun peşinden koştular. Çok açık ki Bahçeli yani NATO’cu kanat, TC’nin tehlikede olduğunu düşünerek kendi Kürtlerini ikna etmek üzere çıkışını yaptı ama Erdoğan’ı buna pek de dahil etmedi. Demek ki burada bir sorun var. ABD’nin planı ve NATO’cuların da bunu kabul etmesiyle birlikte bir süreç işleyecekse ve bu temelde Türkiye bir biçimiyle kendi Kürt sorununu hal yoluna koyacaksa bundan sonraki “yeni Türkiye”de Erdoğan olacak mı? Ucunda Erdoğan’sız bir döneme açılıyor bu plan belki de. İşte Erdoğan da bu nedenle bir yandan zaman kazanmaya çalışıyor ve aslen de taraflara “bensiz çözüm olmaz”ı kabul ettirmeye çalışıyor.
Peki, yeni bir dönemde neden kendisine pek de yer olmayabilir? ABD, Erdoğan’ın kendisine yaptığını kolay kolay affeder mi? ABD bir Rusya bir ABD arasında gezinip duran, kendi kafasının dikine giden, kendi çıkarını düşünen, ABD’nin projelerini baltalamış birini neden affetsin? ABD kendi çıkarı için bir dönem pis işlerini ona yaptırır; tıpkı İslamcı çeteleri Ortadoğu’da kullandığı gibi. Erdoğan’ın maceracı girişimlerinden Suriye’yi düzlemek için yararlanır. Fakat daha sonra gelişmeler başka bir noktaya ulaştığında, bir dönem kullandıklarının defterini dürüverir!
Şu an gerçekleşmemiş hamleleri bir kenara bırakıp genel tabloyu görelim. Egemen sınıf içinde, siyaseti belirleyen bu kapışma durumu var. Bahçeli’nin çıkışı palavradan değil, kendine özgü bir çözüm arayışı. Erdoğan da bu planda kendisine yer olmadığı için kayyum saldırılarını başlattı. Ama Erdoğan’ın süreci baltalaması nasıl oluyor? Bakın, giriftliği görmezsek anlayamayız. Kürt sorunu hiç çözülmesin, ABD’nin istediği hiç gerçekleşmesin şeklinde değil; olacaksa benimle olsun diye! Çözen taraf ben olayım, diğer kanatlar da bunu görüp bana biat etsinler diye…
Erdoğan daha önce “normalleşme” adı verilen bir süreçle kendine göre bu sorunu çözmeye girişti. Erdoğan Öcalan’ı yanına alır, bu durumda DEM’i de ikna eder, anayasa değişikliği planını gerçekleştirir gibi yorumlar havada uçuştu, uçuşuyor. Fakat kaç yılı savaşlarla geçmiş, onca yıl içeride yatmış bir lider olarak Öcalan başarı getirmeyecek bir plana niye evet desin? İşte Erdoğan kendi planıyla uğraşırken, Bahçeli kendi kulvarından malum çıkışı yaptı.
Erdoğan’ı bir yana bırakalım. Diğer kanada bakalım. Türkiye gibi bir ülkede NATO’yu savunanlar ABD’nin uşağı falan değildir. Onlar TC’nin çıkarını orada gördükleri için Amerika tarafında yer alırlar. NATO’cular ABD’nin istemlerini bir biçimde kabul ederken, kuşkusuz kendi istemleri de vardır. Bunun için Bahçeli mümkün olan en az hakkı vererek Kürt sorununu çözmek istiyor. Evet, bunlar faşist kafalılar ama tehlike kapıya dayandığında devlet adamları kolaylıkla görüş değiştirebilirler. Örneğin ABD, “sen Rojava’yı mutlaka tanıyacaksın, oraya saldırıları durduracaksın, kendi içindeki Kürtlerle bir şekilde barışacaksın” dediğinde…
Kürtlerin içinde de çatışmalar ve çatlaklar var, herkesin var. Onlar kendi aralarında çatışırken, “acaba ben DEM’i yanıma çekip de istediğim gibi anayasa oylaması yaptırılabilir miyim” peşinde Erdoğan. Doğru soruları sormak, çözümlenecek temel sorunların ne olduğunu bilmek çözüm yolunun başlangıç noktasıdır. Güncel gelişmeler temelinde ikinci ve sonraki hamlelerin ne olacağını şimdiden bilemeyiz. Genel tabloyu görmenin ötesinde, yarın şöyle olacak diye tahminde bulunmak saçma olur. Ama genel tablo budur, bilelim. Labirentlerin içinde olup bitenleri doğru okuyabilmek bilgi, yöntem ve deneyim işidir.
Bahçeli ve Erdoğan’ın hamleleri birbirinden farklı olabilecek. Ayrıca iç siyasette atılacak her adım onların kararlaştırdığı gibi ya da güllük gülistanlık anlaşmalarla belirlenmeyecek. Türkiye gibi Asyatik temelleri olan bir ülkede egemen sınıf içindeki kapışmalar hiçbir zaman unutulmamalı! Örneğin 27 Mayıs darbesiyle kendi burjuvalarını sallandırdılar ipin ucunda. Gelişmeleri kasten doğru yorumlamayan ve en çok kafa karıştıran kişilere bakın. Merdan Yanardağlara, Avrasyacı dediğimiz Perinçek’e bakalım. Nereden bakarsan bak son derece kaotik ve çatışmalı bir süreç bizi bekliyor.
Tarihe bakalım. Neler olmuyor ki! ABD kaç tane başkanını ortadan kaldırdı! Eğer ki Erdoğan bu kadar uzun süre ipleri eline geçirmek için fırsat bulmuş olmasaydı, şu anda devlet çekirdeğinin yapabileceği en muhtemel şey CHP ve MHP’nin anlaşarak bir darbeyle Erdoğan dönemine son vermesi olurdu. Hatta Kurucu Meclis de kurarlardı kitleleri ikna etmek için. Ama Erdoğan ordunun tepesini ele geçirmiş durumda. Ordu içinde de çok büyük temizlik yaptı, teğmenlere kadar yaptı. Ama yine de önümüzdeki süreç her türlü sürprize gebedir. Dünden bugüne nasıl gelmişse yine öyle gelecek şeklinde düşünemeyiz. Kalıplar yaratmadan, yeni gelişmeleri görerek ama genel tabloyu da bilerek bakmak gerekir olaylara. Her an ve her yeni durumda somut durumu analiz etmek gerekir. Her yeni evre daha önce söylediklerini yalanladığı için değil, somutluk değiştiği için yeni bir analizin yapılması gerekir.
Bugün ABD, BOP’un ikinci evresini hızlandırıyor. Çünkü bir an önce Pasifik’e el atmak istiyor. Çin emperyalizminin yükselişi ABD emperyalizmi için bir sorun. ABD Ortadoğu’yu bir an önce biçimlendirip Pasifik’e geçmek ve Rusya’yla anlaşıp Ukrayna savaşını bitirmek istiyor. Rusya da Ukrayna ile savaşı bitirip, Ortadoğu’da bir an önce destek verebileceği noktalarda güç toplamak istiyor. Rusya’nın da bu nedenle Ukrayna konusunda ABD ile anlaşabileceği sıklıkla dillendiriliyor. Hatta Rusya ile ABD bu konuda anlaşmış gibi. Rusya şu an İran’a ve Suriye’ye çok fazla el atamıyor. ABD cihatçı güçler eliyle Halep saldırısını başlatıp Irak’ın dahi yeniden biçimlendirileceği bir süreci başlattı. ABD Türkiye’ye de kabul ettirmeye çalıştığı planlar için birtakım savaşlar çıkartıyor. Şimdi Suriye bölünüyor.[*] Suriye’deki, Irak’taki, İran’daki, Türkiye’deki Kürt bölgelerinin durumu ne olacak? Sonucu elbet güçler arasındaki kapışmalar belirleyecek. Durum buyken bu gelişmelere ilişkin yalan yanlış bir sürü haber yayılıyor. Çünkü savaşta ilk önce gerçekler kaybolur!
ABD Halep’ten itibaren Türkiye’nin HTŞ ile beraber ilerlemesine izin verdi. ABD terör örgütü dediği grupları da kullanır. Sonra da öyle bir kazık atar ki bunlara! Şu an ABD kendi çıkarları için HTŞ’nin önünü açtı. Erdoğan ABD doğrultusunda hareket etti. Peki yarın ne olacak? Türkiye kendi istediği gibi at mı oynatacak yoksa bir bataklığın içine mi çekilecek? Olacakların detaylarını önceden bilemeyiz. Fakat sadece bugünkü durumu veri almak, bugünün geçiciliğini görmemek büyük hata olur. Sonunda Türkiye’deki Kürt sorununun bir biçimde çözüm zorunluluğunun mevcut durumu değiştireceğini bilmek gerekir. Türkiye öyle ya da böyle çözüm bulmadan yoluna devam edemez. Bu gidişatta örneğin ABD Erdoğan’a öyle bir kazık atabilir ki şaşar kalırlar! Netice olarak şunu biliyoruz: Erdoğan ABD’den güçlü değildir. Erdoğan’ın planları ve maceracı eylemleri Ortadoğu’daki emperyalist paylaşımın sonucunu belirleyemez. Zaman zaman ara hamlelerde ve Türkiye içi siyasette durum farklı görünse de, ABD başta olmak üzere dış faktörlerin ağırlıklı etkisi asla unutulmamalıdır.
Bu süreçte Kürtler sorunlarını çözme doğrultusunda adımlar attığında bize laf etmek düşmez. Ulusal sorun zaten özünde burjuva sorundur ve tabii ki Kürtler de bu temelde kurulan burjuva ittifaklarla masaya otururlar. Bizim diğer sol çevrelerden farkımız var. Ne Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına karşı çıktık ne de Kürt siyasetinin kuyruğuna takıldık! Şimdi Türkiye’yi çalkantılı günler bekliyor. Biz zor koşullara alışkınız, biz sınıf çizgimizden ayrılmıyoruz.
Diğer bir husus, finans kapitalin geleneksel kesiminin temsilcisi olan TÜSİAD’ın bu süreçte aldığı tutumdur. 2010’lara kadar TÜSİAD’ın tutumu farklıydı. Fakat faşist rejimin kurulmasıyla birlikte TÜSİAD kendini geriye çekti. Bu noktada olağanüstü rejimlerin özelliğini hatırlayalım. Olağanüstü koşullarda burjuvazi kendi ekonomik işlerini yürütmek için siyaseti olağanüstü bir yönetime (Bonapartizm, faşizm gibi) bırakır. Ayrıca Türkiye’de devlet yapılanmasının Batı’dan farkı da unutulmamalıdır. Özel mülkiyete dayanan Batılı toplumlarda burjuvazi feodaliteye karşı mücadele verip kendi düzenini kurduğunda, altta burjuvaların anlaşmasına dayanan bir biçimde, onların ittifakıyla devlet oluşmuştur. Bizde ise geçmişten beri her şey yukarıda devlet katında cereyan eder. TC döneminde de devlet gerektiğinde kendi burjuvalarına bile “hizaya gel” diye komut vermiştir, veriyor! Böyle bir yapılanmada, bütün olağanüstü dönemlerde burjuvazi de seve seve devletine boyun eğiyor. Türkiye’de sermaye, ekonomik çıkarları bozulmasın diye tepede duran devletine karşı hiçbir zaman tutum almamıştır. 2016 Temmuz darbesinden sonra da TÜSİAD istemeye istemeye mevcut durumu kabul etti. Arada ses çıkarır gibi oldular ama sonra hemen pıstılar. Bugün nasıl tutum alacağı ise dış güçlerin ve gelişmelerin dayatmalarına bağlı olacaktır.
ABD-Çin rekabeti meselesine de kısaca bakmak yararlı olur. Son dönemde ABD Çin’e karşı gümrük duvarlarını yükseltti ve bu durum kimileri tarafından globalleşme sona erdi, korumacılık egemen olacak şeklinde yorumlanıyor. Bu yanlış bir yaklaşımdır. Sömürgeciliğin olduğu dönemde ticaret savaşları bambaşka şeylerdi. Bugünkü gibi globalleşmiş bir dünya söz konusu değildi. Sömürgede hammaddeyi ucuza kapatmak hem de kendi malını tekel durumunda oraya ihraç etmek bakımından sömürgenin avantajları vardı. Bunun bozulmasını istemeyen sömürgeci ülkeler kendi alanlarındaki hâkimiyetlerini bırakmak istemiyorlardı. Ama kapitalizm öyle bir sistem değil, ticareti her yere yayar. Zamanla emperyalist egemenler sömürgeci politikaları bir kenara bırakıp emperyalist politikalarla devam etmenin daha iyi olduğunu söylediler. Esasen 2. Dünya savaşından sonra kapitalist dünyada en üstte emperyalist ülkeler, onun altında orta gelişkin düzeyindeki kapitalist ülkeler ve en altta da siyasal bağımsızlığını kazanmış ama ekonomik olarak henüz kapitalistleşmeye çalışan ülkeler söz konusuydu. Fakat o zamanlar dünyada bir de kapitalist sistemin dışında Sovyetler Birliği ve benzerlerinin oluşturduğu bir sistem vardı. Böyle bir dünyada bu iki sistem ticaret savaşları üzerinden birbiriyle kapışamıyordu. Ama kapitalist dünyanın ticaretinin karşı konulamaz bir yayılma, sızma eğilimi mevcuttur. Büyük emperyalist ülkelerin malları şu ya da bu şekilde SSCB’ye, Doğu Bloku ülkelerine, Çin’e sızıyordu. Bir ülke sadece siyasetle yönetilemez, ekonomi diye bir gerçeklik var. Kapitalist bir dünya karşısında ekonomik olarak yaşaması mümkün olmayan Sovyetler ve benzerleri çöktü.
Günümüzdeki ticaret savaşları sömürgecilik dönemindeki gibi değil. ABD Çin’e karşı gümrük duvarlarını yükselterek başarı elde edebilir mi? Ekonomik ilişkiler öyle girift ki, Çin ekonomisini baltalamak isterken ABD kendi bindiği dalı kesiyor. Düşman kampını zora sokmak için uygulanan ekonomik hamleler, dönüp bunu yapan ülkeyi de vuruyor. ABD’nin ekonomik anlamda Çin’i sıkıştırmakta çok ileri gitmesi mümkün değildir, iki tarafı da yıpratır çünkü. Şu an olan durumda ileriye baktığımızda, Çin yükselişini Rusya’ya oranla daha hızlı sürdürüyor. Rusya’nın ekonomik hamleleri Çin kadar güçlü değil. Rusya, Çin’in yükseldiği kadar yükselemedi. Ukrayna savaşı nedeniyle daha da güç yitirdi. ABD Pasifik’te Çin’e karşı yeni bir kapışma alanına hazırlanıyor. Çin daha 1973’de ABD ile ticari ilişki kurmaya başlamıştı. Çin kendine özgü kurnazlığı ile saman altından su yürütüyordu. 2000’lerde ise sadece ABD sermayesinin ithali yoluyla değil, onunla sermaye ortaklıkları yoluyla Rusya’ya göre çok daha büyük atılımlar yaptı. Böylece, ABD dünyanın tek hegemonu olduğu duygusu içinde hareket ederken Çin gücü ortaya çıktı. ABD için Çin pazarı muazzam bir pazar. Çin için de ABD öyle. Kârın realize olması için malların satılması lazım. Satılmazsa aşırı üretim krizleri ortaya çıkar. ABD “ben pazarımı kaybetmeyeyim ama ben hegemon olayım” diyor, ama Çin de aynı şeyleri istiyor. Bugün ticaret savaşı diye yürüyen kapışmalar “korumacılık” diye dillendirilse de, neticede bu genel gidişatta sadece küçük bir parantezdir.
Korumacılık sonuçta emperyalist yayılmayı engelleyici bir faktördür. Kapitalist gelişmeyi engeller. ABD aslında Çin’in nüfuz alanlarını ele geçirmek istiyor ya da var olan nüfuz alanlarını kaybetmek istemiyor. Aralarında hegemonya kapışması var ve bu dünya için istikrarsızlık demek. Çünkü bir sistemin hegemonu varsa istikrar var demektir. Eskiden ABD kapitalist sistemin hegemon gücüydü. Ama yeni milenyumda karşısına rakip ülkeler çıktı. Bugünün verileriyle bakıldığında, ABD’nin ikinci sıraya itilmesi hele ki muazzam askeri gücü düşünüldüğünde zor bir iş. Ama yine de yükselen Çin’in tehdidi söz konusu. Bu nedenle ABD, Çin’in hegemonik yükselişini durdurmak istiyor. Böyle bir dünyada tarihsel sistem krizi büyüyerek devam eder. Bu koşullar altında üç büyük güç arasındaki hegemonya kapışması emperyalist paylaşım savaşlarıyla devam eder. Bir yerde savaş başlar ve biter, başka bir yerde başlar. İşte böyle bir dönemin içindeyiz. Emperyalist güçler kendi çıkarları için dünyayı yakacak noktaya gelmiş durumdadırlar.
Diyelim 10 yıl sonra ne olacağını bilemeyiz. Bu tarihsel krizle, büyük açmazlarla birlikte emperyalistler kendi aralarında kapışırken dünyanın ve kitlelerin hali ne olacak? Birincisi, krizler büyürken, savaşlar yayılırken, yoksulluk derinleşirken kitleler sus pus boyun mu eğecekler? İkincisi, dünyamız bu kontrolden çıkmış kapitalizm altında yaşanacak bir dünya olarak kalacak mı? Çevre felâketlerine çözüm bulamayan, kâra dayanan bir sistem var sonuçta. Dolayısıyla savaşlarla birlikte devam eden kaotik bir durum söz konusu ve buna ancak devrimler son verebilir. Başka türlüsü mümkün değildir.
Bitirirken tekrar vurgulayayım. Bugün Türkiye’yi son derece çalkantılı bir süreç bekliyor. İşçi sınıfı büyük ama örgütsüz. Sendikal hareket diplerde ve sendika bürokrasisi işçileri atalete sürüklüyor. İşçi sınıfı denilince onu şekilsiz ve örgütsüz bir yığın olarak görenler, “bunlarla mı?” diye umutsuz ya da küçümseyici düşünceler yayıyorlar. Fakat unutmayalım ki, devrimci doğrultuda değişimi yaratan sınıfın bütün kitlesi değil onun örgütlü öncüsüdür. İşte biz bunun oluşturulmasına hizmet ediyoruz. Sınıfın öncüsünü örgütleme bağlamında yapılacak her iş, hele ki Türkiye koşullarında son derece zahmetlidir ama o derece de önemli ve onur vericidir. Bunu asla ve asla unutmayalım!
[*] Bu notların kaleme alınmasından altı gün sonra (7 Aralık) Şam düştü. Esad Rusya’ya kaçtı. Baas rejimi sona erdi ve Suriye fiilen parçalandı.
link: Elif Çağlı, Ortadoğu’daki Gelişmeler Üzerine Notlar (1 Aralık 2024), 1 Aralık 2024, https://marksist.net/node/8399
Asgari Ücret ve Hedef Enflasyon Oyunu