Mart ayının 21’inde kutlanan Newroz bayramı, yıllarca boyunduruk altında ve kimliksiz yaşamak zorunda kalan Kürtlerin baskılara karşı verdiği mücadelenin simgesi haline gelmiş, 20 yılı aşkın bir süredir devam eden son ayaklanmayla birlikte sadece baharın gelişini değil, aynı zamanda Kürt ulusunun kurtuluş özleminin de körüklendiği bir güne dönüşmüştür.
Ne var ki, Mart ayı sadece başkaldırının simgesi olan Newrozun değil, katliamların da ayıdır aynı zamanda. Dört parçaya bölünmüş Kürt topraklarında Kürtlerin yaşadıkları koşullar birbirinden çok da farklı değildir. Katliamlar, baskılar, anti-demokratik uygulamalar, “sözde vatandaş”lık vb., dört parçada yaşayan tüm Kürtlerin karşılaştıkları sorunlardır. 16 Mart 1988’de Irak’ın Halepçe kentinde yaşanan katliam, Kürt halkına nasıl kan kusturulduğunun en bariz örneklerinden biridir. Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu 6000’i aşkın insan kimyasal silahların kullanıldığı bu katliamda korkunç biçimde can verdi, çok daha fazlası yaralandı, sakat kaldı. Toprağı bile kurutan bu kimyasal saldırının etkisi yıllarca sürdü. Yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen atılan hardal gazının yarattığı hastalıklar yüzünden insanlar ölmeye devam ediyor. Yani Halepçe’nin yaraları hâlâ sarılabilmiş değil.
Kürtleri boyunduruk altında tutan devletler, onların mücadelesinden ölesiye korktukları için onların bir gün bile olsa sokaklara çıkıp öfkelerini dillendirmelerine tahammül edemiyorlar. Türkiye’de Newroz kutlamaları yıllarca yasaklı kalmıştır. Yasaklamakla Newroza olan ilgiyi kıramayacağının farkına varan TC, bu sefer de onun içini boşaltmaya çalıştı. Newrozun Türklerin bayramı olduğunu, Ergenekon’dan çıkışı temsil ettiğini uydurdu; bakanların, başbakanların katıldığı örslü çekiçli resmi törenler düzenlenmeye başlandı.
Özellikle burjuvazinin toplumsal bir ayaklanmadan korktuğu büyük kentlerde Newroz burjuva devletin keyfi yasaklarına kurban gitmeye devam ediyor. Katılımı düşürmek amacıyla Newroza haftalar kala Kürtler üzerindeki baskıcı uygulamalar arttırılıyor. Newrozu kutlamak isteyen kadın-erkek, genç-yaşlı yüz binlerce Kürt, karşılarında jandarmayı, polisi ve panzerleri buluyor. Bu yüzden kimi Newrozlar bayramdan çok katliam günlerine dönüşmüştür. Örneğin 1991 Newrozunda 31, 1992 Newrozunda ise 94 kişi katledilmiştir. 2005 Newrozunda Mersin’deki bayrak provokasyonuyla Kürtlere karşı bir linç kampanyası başlatılmıştı adeta. 2006 Newrozundan sonra Diyarbakır’da yaşananlarsa bayramı katliama çevirmişti yine. Katledilen PKK militanlarının cenazelerini almak isteyen kalabalığa ateş açılmasıyla başlayan olaylar diğer Kürt illerine de sıçramış ve kitlesel bir başkaldırıya dönüşmüştü. Azgın yüzünü bir kez daha gösteren ceberut devlet, aralarında 3, 6 ve 8 yaşlarındaki üç çocuğun da bulunduğu 15 kişiyi katletmişti.
Kürt halkına karşı yürütülen yasakçı ve baskıcı politikalar kimi zaman dozajı düşürülse de özünde bir şey kaybetmeden devam ediyor. Son aylarda Kürt hareketine yönelik giderek arttırılan baskılarla birlikte, Kürt düşmanlığı had safhaya vardırıldı. Gazeteleri kapatıldı, DTP’ye kapatma davası açıldı, yöneticileri ve üyeleri hakkında davalar açıldı, birçoğu ise gözaltına alındı veya tutuklandı. Kürt halkının seçip Meclise gönderdiği DTP’li milletvekilleri “terörist” olarak damgalandı. Normalde dokunulmazlık zırhları sayesinde milletvekilleri hiçbir suçtan yargılanamıyorken, Kürt vekiller mevzubahis olunca işin rengi değişiyor. Bir yandan “düz ovada siyaset” yapmaya çağırıyorlar, beri yandansa siyaset yapanlar yargılanıyor, gözaltına alınıyor, hatta tutuklanıyor.
Son aylarda Kürt halkına ve Kürt hareketine yönelik şiddeti artan bu baskılar ne yenidir ne de gelip geçici. TC’nin baskıcı ve despot zihniyeti, cumhuriyet daha kurulur kurulmaz kendini gösterdi. Kürtleri vatanın “bölünmez bütünlüğü” için tehdit olarak algılayan TC’nin 3 Mart 1925’te çıkardığı Takrir-i Sükûn Kanunu ile hükümete olağanüstü yetkiler tanınmış ve böylece Şeyh Sait ayaklanması hunharca bastırılmıştı. Kurulan Şark İstiklal Mahkemesi ile Meclisin onay şartı dahi olmadan Kürt liderlerinin idamları infaz edilmişti. Daha cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren bütün talepleri görmezden gelinen Kürt halkı, en sıradan demokratik hakları için mücadeleye atıldığında bile egemen sınıfın katliamcı yüzüyle karşılaşmıştır. 1925 Şeyh Sait ayaklanması olsun, 1938 Dersim ayaklanması olsun, Kürtlerin ezilmişliğe, esarete karşı başlattıkları bütün ayaklanmalar burjuva devlet tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır. 1930 yılında çıkarılan bir kanunla o dönemde patlak veren Kürt isyanını bastırmak amacıyla işlenen cinayetlerin suç olarak görülmeyeceği açıklanıyordu. Yasanın ilk maddesi şöyleydi: “20 Haziran 1930’dan 10 Aralık 1930’a kadar, devlet ya da vilayet temsilcileri, askeri ya da sivil yetkililer, jandarma ya da korucular ya da üst makamlara yardım eden veya tek başlarına hareket eden siviller tarafından, Erzincan Vilayetindeki Pülümür ve Birinci Müfettişlik bölgesi dahil olmak üzere, Erciş, Zilan, Ağrı Dağı ve çevreleyen bölgelerde meydana gelen isyanların takibi ve bastırılması sırasında tek başına ya da topluca işlenen cinayetler ve diğer eylemler suç olarak görülmeyecektir.”
İsmet İnönü’nün “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) sözlerinin içerdiği zihniyet cumhuriyet tarihi boyunca egemenliğini korumuştur.
Milliyetçilikle malul Türk solunun ilericilik atfettiği 27 Mayıs cuntacılarının da 12 Eylül cuntacılarından bir farkı yoktu aslında. Bu sözde ilerici cuntacıların da en büyük korkusu “vatanın bütünlüğüne” halel gelmesiydi. Bu temelde hazırlanan Doğu Raporunda Kürt sorununun çözümüne dair yapılması gerekenler hükümete sunuluyordu: “Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü Türk lehine çevirmek için, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik etmek...” Kürtlerin yerlerinden yurtlarından göç ettirilmesinin yanı sıra, onların aslında Türk olduğuna dair gerekli çalışmaların yapılması, dünyaya Kürt sorununun olmadığının anlatılması, Türkçenin yaygınlaştırılması gibi inkâr, zorla asilimasyon ve imha uygulamaları “ilerici” cuntacıların yapılacaklar listesinde yer alıyordu.
1980’de faşist cunta, ulusal haklarını talep eden Kürtlere yönelik katliamcı geleneği devam ettirdi. Çoğunlukla Kürt ulusal devrimcilerinin kapatıldığı Diyarbakır zindanlarında binlerce kişi işkenceden geçirildi, onlarca kişi katledildi, yüzlercesi ise sakat kaldı. Diyarbakır’daki bu insanlık dışı işkenceler, devletin Kürt hareketinden ne kadar korktuğunun da göstergesidir.
TC’nin 85 yıllık tarihi gösteriyor ki, kuruluşundan bugüne kadar Kürtlere karşı uygulanan inkâr ve imha politikaları iflas etmiştir ama burjuvazi bundan vazgeçmemiştir. Egemen sınıfın genlerine işlemiş inkâr ve imha politikası, Güney’e taşırılan savaşla devam ediyor. Ancak bu, sorunu ortadan kaldırmayacak, aksine daha da derinleştirecektir. Türk işçi sınıfının Kürtlere yönelik saldırılar karşısında uyanık olması ve Kürt halkının kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunması gerekiyor. Unutulmamalı ki, başkalarını ezen uluslar özgür olamazlar!
link: İsmail Karagil, Başkalarını Ezen Uluslar Özgür Olamazlar!, 11 Mart 2008, https://marksist.net/node/1734
Kadıköy’de 8 Mart Mitingleri
Susacaksın