Türkiye işçi sınıfı, pandemi döneminden çıkışla birlikte, önceki yıllara kıyasla dalga dalga gelişen bir kıpırdanışa şahit oluyor. Bunda önceki yıllar boyunca biriken sorunların (işsizlik, düşen ücretler, kötüleşen çalışma koşulları, sendikasızlık vb.) önemli bir payı bulunuyor kuşkusuz. Ama daha da önemlisi, Türkiye işçi sınıfının pandemi koşullarında aldığı darbe ve içine sürüklendiği yoksullaşma girdabının, muadil ülkelerdekilerden çok daha derin ve sarsıcı oluşudur. Bunda aynı dönemde dünya ekonomisinde yaşanan sorunların ülkeye yansımasının yanı sıra iktidarın siyasal tercihleri doğrultusunda izlediği iktisadi politikalar da büyük bir rol oynadı. Dahası iktidarın çürümüşlüğü, her türlü tutarsızlık, yapboz adımlar, liyakatsizlik ve beceriksizlikle birlikte ayyuka çıkmış ve tüm bunlar ekonomik alandaki yıkımı daha da şiddetlendirmiştir. Ezelden beri gerçekliği pek yansıtmayan TÜİK verilerinin, bu dönemde hiçbir geçerliliği ve güvenilirliği de kalmamıştır. Rejimin emir kulu haline gelen TÜİK özellikle açıkladığı enflasyon verileriyle ücret artışlarının sınırlanmasında belirleyici bir rol oynamış, işçi sınıfının yoksullaşmasının baş sorumlularından biri haline gelmiştir.
İktidarın 2021’de izlediği faiz indirme politikasıyla hepten raydan çıkan finansal dengeler beraberinde Türk lirasının aşırı değersizleşmesini ve enflasyondaki patlamayı getirmişti. Yıl sonundan itibaren asgari ücret gündeme geldiğinde birçok işletmede işçiler ek zam talepleriyle direnişe geçmiş, fiili grevler örgütlemişlerdi. 2021 sonundan 2022 ortalarına kadar süren dalgada, kimi noktalarda kısmi kazanımlar elde edildiğini, kimi noktalarda ise arzu edilen hedeflere varılamadığını görmüştük. Yükselen dalga bir süre sonra geri çekilmişti ve bu beklenmedik bir durum değildi. Tersine işçi sınıfı mücadelesi, özellikle de sendikal mücadele, tam da böyle dalgalı bir seyir izliyor. Geçen yıl da benzer noktalardan kaynaklanan, ancak bu kez sendikalaşma vurgusu daha öne çıkan ve sendikalı işyerlerinin de ek zam protokolü talebiyle katıldığı bir dalga şekillenmişti. Bu iki dalganın belirginleşen özelliklerini daha önce ortaya koymuştuk.[*] Orada saptadığımız dinamikler de, ortaya çıkan hareketin sorunları da geçen süre içerisinde daha da derinleşmiştir.
2022 yılı sonu ve 2023 yılı içerisinde aynı taleplerle yükselen mücadele, hükümetin yaklaşan seçimler nedeniyle rüşvet kabilinden giriştiği iyileştirmelerle sönümlenmiş, bu süreçte düzen muhalefeti de kendi sınıfsal meşrebine uygun olarak, işçi hareketinin taleplerini sahiplenmek yerine kitlelerin dikkatini Altılı Masa diplomasisine ve sandığa odaklamayı tercih etmişti. İktidar 2023 seçimlerinden başarıyla çıktıktan sonra kapsamlı bir saldırı programı başlattı ve bu saldırıyı halen ısrarla sürdürmeye devam ediyor. 2024’te yapılan yerel seçimlerde kaybetmelerinin arkasındaki nedenlerden biri, bu saldırı programının yarattığı derin yoksullaşmaydı. Ne var ki CHP üst yönetimi bir kez daha iktidarın imdadına koştu; yumuşama ya da normalleşme söylemleriyle iktidarın üzerindeki baskı azaltılmış oldu. O kadar ki, Temmuz 2024’te iktidar yüksek beklentiye rağmen asgari ücrete zam yapmamayı göze alabildi. Gerçek enflasyonun %90’larda gezindiği bir dönemde, sadece asgari ücreti geçen yılki alım gücünde tutmak için bile bu orana gelecek yıla ilişkin beklenen enflasyonu da ekleyerek zam yapmak gerekirken, siyasi iktidar %30 gibi komik bir zamla açıkça işçilerle alay etti.
Sözde Asgari Ücret Tespit Komisyonunun belirlediği asgari ücret, her zamanki gibi sermaye ve devleti tarafından uzlaşılarak açıklandı. Üstelik bu kez, bir pazarlık yapılıyor görüntüsü oluşturmaya bile çalışmadılar, hükümet de sermaye cenahı da bir teklif bile sunmadı. Komisyon gece yarısı apar topar toplantıya çağrıldı ve hiçbir tartışma ya da müzakere olmaksızın yeni asgari ücret Bakan tarafından açıklanıverdi. Bu açıklanan ücretin gerek yerli gerekse de uluslararası finans-kapitalle yapılan görüşmelerde çok önceden saptandığını biliyoruz.
Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, asgari ücret tespit komisyonunda, 50 yıldır durduklarını, varlıklarının konu mankeni olmanın ötesine geçmediğini açıklayarak toplantıya katılmadığı gibi “bir daha da katılmayız bu komisyona” deyiverdi. Oysa işgal ettiği makamdan normal koşullarda beklenen şey, Erdoğanvari racon kesmesi değil, sonuç alıcı bir eylem programı açıklamasıdır. Sermaye temsilcilerinin “çok dengeli bir artış oldu” şeklindeki sevinç gösterilerine, iktidarın “enflasyona ezdirmedik” şeklindeki kuyruklu yalanına karşı, sözün, göstermelik protestoların vakti çoktan geçmiştir. DİSK de dahil sendikal konfederasyonlar, halen büyük bir aymazlıkla, asgari ücreti kendi problemleri olarak görmüyor, üstlerine pek alınmıyorlar. Oysa AKP iktidarları döneminde işçilerin aldıkları ortalama ücretin asgari ücrete oranı sürekli düşmüştür. İstanbul Sanayi Odasının açıkladığı en büyük 500 sanayi kuruluşunda bile (ki çoğu sendikalı işyerleridir) bu oran sürekli düşerek, asgari ücretin 5,2 katından 3 katına kadar gerilemiştir. İşçi sınıfının geneline baktığımızdaysa, günümüzde işçilerin yarıdan fazlasının asgari ücret bandında bir sefalet ücretiyle yaşam mücadelesi verdiklerini görüyoruz. Asgari ücret neredeyse ortalama ücret haline gelmiştir. Dahası, son metal grevlerinde de gördüğümüz üzere, hükümetin asgari ücret artışı konusunda saptadığı oran, tüm toplusözleşme süreçlerinde sermaye cephesi tarafından baz alınıyor.
Sendikalaşma mücadeleleri
İşte yaz aylarından beri yükselen işçi mücadeleleri de bu yıkımdan besleniyor. Bugünkü hareket, geçmiştekine benzer şekilde ücret artışı talepleriyle başlayan direnişlerin yanı sıra hem sendikalaşma mücadelesinin doğurduğu direnişleri hem de toplusözleşme süreçlerinden doğan grevleri kapsıyor. Türkiye’nin hem güçlü hem de göreli mücadeleci bir çizgi izleyen sendikaları bu dalganın merkezinde bulunuyor.
Altıncı ayına yaklaşan Polonez direnişi, beklenenin çok daha ötesinde bir direnç göstererek işçi hareketinin odak noktalarından biri haline geliverdi. Bunda mücadeleyi yöneten sendikacıların kararlı ve mücadeleci duruşu büyük rol oynuyor kuşkusuz. Bir o kadar belirleyici diğer faktör de direnişe atılan kadın işçilerin her geçen gün daha da güçlenen mücadeleciliği ve kararlılığı oldu. Direniş, hak ettiği ilgiyi görmesiyle birlikte sosyalist çevrelerin ve mücadeleci sendikaların örgütlediği destekle daha da güçlenerek bugüne kadar geldi.
Bu süreçte, Polonez dışında, gerek metal ve petrokimya alanında gerekse de gıda ve depo/ulaşım alanında birçok işyerinde sendikalaşma mücadelesi grev ve direniş biçiminde devam etti. Kapitalistler kimi yerlerde işten atma saldırısıyla sendikalaşmayı kırmaya çalıştılar, kimi yerlerdeyse yetki kazanan sendikaları tanımayarak onları zorunlu olarak greve sürüklemiş oldular. Metal işkolundaki Mersen grevi, mukavva- ambalaj alanındaki MKB Rondo grevi, petrokimya sektöründeki As Plastik, Tarkett ve Temel Conta grevleri bu kapsamdadırlar. Gıda işkolundaki Eker Süt, tekstil işkolundaki Yelkenci Tekstil ve TKIS Blind gibi direnişler ile çeşitli lojistik firmalarında yürüttüğü direnişler de aynı sendikalaşma mücadelesine örnektirler. Haftalar süren mücadelenin işten atmalarla sonuçlanması üzerine fabrikayı işgal eden Betek Boya işçilerinin tek bir gecede sonuç almış olması ise, meşru mücadele yolu tutulup kararlı bir tutum takınıldığında başarının mümkün olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.
Metal işçilerinin grevlerine dair kısa bir değerlendirme yapmadan önce, sosyalist çevrelerin başını çektiği sendikal ekiplerin Türk-İş ve DİSK gibi konfederasyonların dışında giriştikleri sendikalaşma mücadelelerine de değinmekte fayda vardır. Önceki dalgada olduğu gibi bu kez de bunların hem başarılı hem de başarısız örnekleri yaşandı. Ağustos ayında İstanbul Esenyurt’taki CarrefourSA depo işçilerinin giriştiği hak arama mücadelesi gerek sermayenin gerekse de onun devletinin sert saldırılarına rağmen başarıya ulaştı. Fernas maden işçilerinin uzun süren ve çeşitli eylem biçimleriyle ilerleyen mücadelesi ise burjuva devletin çok daha şiddetli saldırılarıyla karşı karşıya kaldı. Ankara yürüyüşüyle başkentte yapılan eylemler sayesinde daha fazla ses getirmesine rağmen, Fernas madencileri, istedikleri sonuçlara ulaşamadılar. Benzer bir tıkanıklığı Antep’teki dokuma ve tekstil işçilerinin ücret ve sendikalaşma eylemlerinde de görüyoruz.
Günümüzde, sendikal bürokrasi nedeniyle büyük konfederasyonlara bağlı sendikalarda mücadele yürütmeyi küçümseyen ve kendilerine ait küçük “sendika”lar kurarak yol alabileceklerini düşünen sosyalist çevreler mevcut. Bu çevreler, örgütlenme alanında önemli bir atılım sağlayamasalar bile, kurdukları küçük sendikalarla ses getirici işler yapmanın ve kendilerini bu şekilde duyurmanın peşinden koşuyorlar. Aslında bu tip mücadelelerde, kurulan küçük ve yetkisiz sendikaları hızlıca büyütmek adına, sendikal rekabetin de basıncıyla, gerekli hazırlıklar yapılmadan adım atıldığını, acelecilikle ve plansızca davranıldığını, yeterince sabır gösterilmediğini ve esasen sosyal-medyanın sağladığı ilişkilenme ve propaganda olanaklarına fazlaca bel bağlandığını görüyoruz. Siyasi mücadelede olduğu gibi sendikal mücadele alanında da sınıf saflarında ses getirme gereğinin tartışılabilecek bir tarafı bulunmuyor. Ancak bunun örgütlülüğün gücüne ve yaygınlığına değil, medyatik eylemlerin sansasyonel etkisine bel bağlanarak yapılmaya çalışılması doğru olmadığı gibi orta ve uzun vadede sınıf hareketine zarar verici sonuçlar da üretebiliyor. Zira bu sansasyonel çıkışların istisnai başarısı çok fazlasıyla tesadüflere bağlıdır. Sınıfın kendi örgütlülük ve bilinç seviyesini yükseltme yerine medyada görünür olmak, ismini duyurmak fazlasıyla önemseniyor. Bu aslında bir avuç öncünün fedakârlığını, ısrar ve kararlılığını sınıfın kitlesinin eylemliliği yerine geçirmek anlamına geliyor.
Kopan aktarma kayışları ve hüküm süren deneyimsizlik
Sendikal bilinç, örgütlenme ve mücadele deneyiminin sınıf saflarında alabildiğine gerilediğini görüyoruz. Sendikal örgütlenme son derece geri durumdadır ve sınıfın küçücük bir bölümünü kapsamaktadır. Geniş kesimler sendika ve grev gibi kavramlardan bile habersizdir. Dahası yıllardır hem sendikal bürokrasinin en kritik anlarda attığı geri adımlar, hem de iktidarların dayattığı grev yasakları nedeniyle, sınıfın örgütlü azınlığının bile hiçbir grev ve direniş deneyimi yaşamadığını görüyoruz. Yirmi yıla yakın bir süre boyunca aynı işyerinde sendikalı şekilde çalışıyor olmasına rağmen grev görmeyen, mücadelenin nasıl örgütleneceğini bilmeyen çok geniş bir kesim vardır.
İşin daha da acı yanı, aynı deneyimsizlik ve bilgisizliğin mücadeleci bir çizgi tutturmak isteyen birçok şube yöneticisi ve işyeri temsilcileri için de geçerli oluşudur. İşçilik hayatı boyunca hiçbir grev veya direnişin başını çekmediği gibi, böylesi bir mücadeleyi hiç yaşamamış işyeri temsilcilerinin ve hatta şube yöneticilerinin sayısı hayli fazladır. Kopan bilinç ve deneyim aktarma kayışları nedeniyle, çoğu durumda mücadeleci unsurlar, el yordamıyla, içgüdüleriyle, kendilerini öne atarak, ne gördülerse onu taklit ederek ve dolayısıyla dönemin hâkim ve “moda” eğilimlerini sorgusuz sualsiz benimseyerek iş görmeye çalışıyorlar. Kendileri ne kadar öne çıkarlarsa grevci/direnişçi işçilerin o kadar geride kaldığını, pasifleştiğini ve sonuçta moral bakımdan geriye düşüp yorulduklarını göremiyorlar. Bu durumda da mücadelenin kaderi, başı çeken sendika yetkililerinin (temsilci, uzman, yönetici vb) alacağı kişisel kararlara ya da onların kişisel beceri ve niteliklerine bağlı hale geliyor. Oysa kavgaya atılan işçilerin seferber edilmesinin, örgütlenmesinin ve mücadelenin doğurduğu sayısız görevi üstlenmesinin yerini hiçbir medyatik gösteri ya da hiçbir kişisel beceri/kahramanlık vb. dolduramaz.
Sınıf içerisinde ve sendikaların tabanında proleter devrimci bir mücadele yürütmenin en temel hedeflerinden biri sınıfın öncüsünden başlayarak, işçi kitlesinin bilinç ve örgütlülük düzeyini ilerletmektir. Bu açıdan, taban örgütlülüklerini inşa edip geliştirmek vazgeçilmez önemdedir. Hele de mücadelenin yükseldiği, grev ya da direnişlerin patlak verdiği ortamlarda, hiçbir “doğru kişi” taban örgütlülüğünün eksikliğini tek başına kapatamaz. İşçileri pasif bir bekleme halinden çıkartmak, aktif hale getirmek, görev ve sorumluluk üstlenmelerini, söz ve nihai karar hakkının kendilerinde olduğunu hissetmelerini sağlamak büyük önem taşır. Bu noktada grev ve direniş komitelerinin varlığı kilit önemdedir. Sendikanın görevlendirdiği bir yöneticiler ya da uzmanlar ekibinin varlığı bu gerekliliği ortadan kaldırmaz. Hele de yukarıda vurguladığımız deneyimsizlik her düzeyde geçerliyken, mücadelenin kaderini birkaç kişinin inisiyatifine bırakmak doğru bir yaklaşım değildir. Kolektif akıl, koordinasyon ve seferberlik kilit önemdedir.
Bu nokta, mücadelenin ilerletilmesinin bir diğer aracı olan eylem birlikteliğinin geliştirilmesi bakımından da önem taşıyor. Grev ve direnişlerin hepsinin üç aşağı beş yukarı aynı sorunlar temelinde patlak verişi, onları birleştiren nesnel bir zemin oluşturuyor. Bu nesnel zeminde aralarında bir dayanışma ağı geliştirmek kuşkusuz çok önemlidir. Mücadeleler yaygınlaşmaya başladığında, bir adım daha atıp yürüyen mücadeleleri mümkün olduğunca ortaklaştırmak, bir koordinasyon sağlamak gerekiyor. Geçmişte bunun örnekleri yaşanmış, direniş ve grevleri yürüten komiteler arasında ortak toplantılar gerçekleştirilebilmiş, doğrudan deneyim aktarımı sağlanabilmiş ve hatta mücadelenin gidişatına dair ortak değerlendirmeler yapılması da mümkün hale gelmişti. Mücadeleyi ortaklaştırma hedefi, komiteler aracılığıyla çok daha kolaylıkla gerçekleştirilebilir; zira farklı sendikaların varlığının doğurduğu sendikal rekabet ve didişme gibi sorunlar komiteler aracılığıyla daha kolay aşılabilmektedir.
Bu bağlamda günümüzde yaşadığımız hareketlenmeye has olarak şunu da vurgulamalıyız ki, farklı konfederasyonlara bağlı sendikalar arasında geçmişe nazaran daha gelişmiş bir dayanışma ve yardımlaşma söz konusudur. Birbirine çok da uzak olmayan bir bölgede patlak veren mücadeleler, karşılıklı dayanışmayı doğurmuştur. Birçok kez konfederasyonları aşan bir eylem birliği de sağlanabilmiş, mücadeleci sendikalar diğerlerinin gerçekleştirdikleri eylemlere destek sunabilmişlerdir. Bunda hem buralarda çalışma yürüten proleter devrimcilerin çabaları hem de bu mücadeleleri yürüten sendika şube yönetimlerinin mücadeleci çizgisi belirleyici olmuştur. Bu dayanışma ve eylem birliği, sadece moral verici olmuyor, aynı zamanda işçilerin sorunun kendi işyerleriyle sınırlı olmadığını, patronların ya da müdürlerin kişisel tutumlarından vb. kaynaklanmadığını, bir sınıf meselesi olduğunu kavramalarını kolaylaştırmaktadır. Tabandan gelen basıncın ve proleter devrimcilerin çabalarının sonucu olarak ortaya çıkan sendikal düzeydeki dayanışma ve koordinasyon, aslında birleşik emek cephesinin inşasında tutulması gereken yolu da göstermektedir.
Sendikal alanda yaşanan mücadelelerin sınıf hareketinin gelişimindeki, işçilerin bilinçlenmesindeki rolü çok iyi biliniyor. Bu mücadeleler ne kadar yaygınlaşırsa, ne kadar güçlenir ve sıklaşırsa, işçi sınıfının deneyim kazanan ve sendikal bilincin ötesine geçmeye hazır hale gelen unsurlarının sayısı da o kadar artar. Grev ve direniş okulundan mezun olan bir öncü işçi kuşağı ortaya çıkar. Böylesi bir öncü işçi kuşağının varlığı, proleter devrimci bir örgütlenmenin zemininin güçlenmesi anlamına gelir. Ama unutmamalı ki, barındırdığı tüm bu potansiyellere rağmen, sendikal mücadele düzen sınırları içerisinde cereyan eder; amaç esasen sermayenin saldırılarını püskürtmek, hakları korumak ve mümkün olduğu ölçüde emek ile sermaye arasındaki pazarlıktan kazançlı çıkmaktır. Durum buyken, bir mücadelenin başarıyla sonuçlanması adeta bir devrim yapıldığı havasında kutlanacak bir “büyük zafer” olarak sunulabiliyor ya da kaybedilmesi de ezici bir yenilgi olarak algılanabiliyor. Bu durum işçi kitlelerinin ne için ve nasıl bir mücadele yürüttüklerinin bilincine varmasının önünde bir engel olabilmekte, verilmesi zorunlu basit tavizler bile moral bozukluğu yaratabilmektedir. Bu yüzden de bu alandaki mücadelelere boyundan büyük anlamlar yüklemek, abartılı değerlendirmelerde bulunmak doğru bir tutum değildir.
Yasaklar mücadeleyle aşılır
Mücadele içinde yer alan işyerlerinin sayıca çoğunluğunu sendikalaşma mücadelesi verilen işyerleri oluşturuyor. Ancak bu kez, harekete katılan işçilerin toplam sayısı içinde, toplusözleşme süreçlerinin tıkanmasıyla greve çıkan metal işçileri büyük bir ağırlık oluşturuyor. Yıllardır ilk kez gerçekleşen bu tablo başlı başına büyük önem taşıyor. Zira metal grevleri iktidarın yasaklamalarına rağmen başlamış ve sürmektedir.
AKP iktidarları Türkiye’de en çok grev yasaklayan iktidarlar oldular. Her defasında finans-kapitale kendini kanıtlamak için grev yasaklarıyla övünen bir iktidar söz konusudur. Geride bıraktığımız ay da faşist rejimin yeni grev yasaklarına sahne oldu. MESS’e bağlı Hitachi, GE Grid Solutions, Schneider Electric ve Arıtaş Kriyojenik ile bir süre önce MESS’ten ayrılan Green Transfo’da yürüyen toplu sözleşmelerin tıkanmasıyla, bu 5 işletmeye bağlı 9 fabrikada 2 bin civarında işçi için sendika grev kararı aldı. Birleşik Metal-İş Sendikasının MESS’e bağlı işyerlerinde aldığı ve hayata geçirmeye başladığı grev kararları, 14 Aralıkta cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yasaklandı. Bu kararname Anayasaya ve AYM’nin “açık hak ihlali” kararına bariz biçimde aykırıydı. Bu kez BMİS yönetimi de doğru bir tutum takınarak yasağın yasadışı ve hükümsüz olduğunu ve grevlere devam edeceklerini açıkladı. Bu grevlerin sonuçları her ne olursa olsun, grev yasaklarının tanınmayarak, meşru mücadele temelinde adım atılması başlı başına bir kazançtır.
Şurası çok nettir: Sermayenin ve onun devletinin dayatmalarını ve saldırılarını kırmanın yolu mücadeleyi büyütmekten geçmektedir. Grev yasakları oportünist uzlaşma arayışlarıyla değil, ancak mücadeleyle ve grevle aşılabilir. Yasalara takılıp kalan, onun çizdiği çerçeveyle kendini sınırlayan sendikal anlayışa karşı mücadele yürütmek şarttır. Sınıf hareketi meşrudur; meşruluğunu yasalardan değil, haklılığından alır. Güçlü ve örgütlüyse onun önünde hiçbir yasak ya da barikat duramaz! Bugün henüz böyle bir güç ve örgütlülükten uzaktayız. Ama asla unutmamalıyız, çoğunluk ve güce giden yol mücadeleden geçer. 60’lı yıllarda grev yasaklarını yıkan Kavel’deki “yasadışı” grev olmuştu, yine 60’ların ortalarından itibaren Maden-İş öncülüğündeki DİSK militan bir mücadele hattı sayesinde adım adım güçlenip sendikal bir çekim merkezi haline gelmişti. Bugün de tutulması gereken yol budur!
[*] Oktay Baran, Yaşanan İşçi Eylemlerinin Dinamikleri ve Sorunları, 28/9/2023, https://marksist.net/node/8069
link: Oktay Baran, Ekonomik Yıkım ve Sınıf Mücadelesindeki Yükseliş, 29 Aralık 2024, https://marksist.net/node/8413
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /17