Yüksekova’da yüzükoyun yere yatırılmış inşaat işçileri. Elleri arkadan kelepçeli. Suçları Kürt olmak. Suçları inşaat işçisi olmak ve Yüksekova’da yaşamak. Tepelerine silahlı askerler dikilmiş. Askerlerin başında, aldığı milliyetçi eğitimle ve aşağılık kompleksleriyle ruhu hastalanmış bir rütbeli. Bir yandan kamerayla yere yatırdıkları işçileri çekiyor, bir yandan da böğürüyor: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücünü göreceksiniz. Hepinizi tanıyorum ben. Kim ki hainlik yapıyor, kim ki ihanet ediyor, karşılığını görecek, görecek karşılığını. Ne yaptı lan bu devlet size? Hepiniz, hepiniz karşılığını göreceksiniz. Türkün gücünü göreceksiniz. Tamam mı? Bakma lan bana! Herkes yere baksın!”
Karakol komutanı, emrindeki silahlı askerler eşliğinde elleri arkadan bağlı yüzükoyun yere yatırdıkları işçilere böğürerek, tehditler savurarak “Türkün gücünü” gösteriyor! O böğürtüleri çıkartan rütbeli öylesine korkak, öylesine zavallı ki, elleri arkadan bağlı işçilerden birinin yüzüne baktığını fark ettiği anda, “bakma lan bana, herkes yere baksın” diye bağırıyor ve o anda video çekimi de son buluyor.
Biz önce soralım bu düzenin efendilerine: Dünyanın yükünü sırtlayan inşaat işçilerinin karşısında hangi yüzle “Türkün gücü” ile böbürleniyorsunuz? İnşaat işçilerinin sömürüsüyle büyüyen inşaat şirketlerinizin adları, ihale yolsuzluklarıyla, rüşvetle, para havuzu kurup medya şirketlerini satın almasıyla anılıyor. İnşaat işçilerine dil uzatarak, onları ters kelepçeyle yüzükoyun yere yatırıp aşağılayarak kendi ırkçı komplekslerinizi mi tatmin ediyorsunuz? Başka ulusları ezerek, inkâr ederek, hakir görerek, eziyet ederek, baskı ve asimilasyon uygulayarak mı “Türkün gücü”nü gösteriyorsunuz?
Türkiye Cumhuriyeti devleti daha ne yapsın?
Türkçülük ideolojisiyle devleti yöneten egemenlerin, bu topraklarda halklara ettiği zulmün haddi hesabı yoktur. Osmanlı’nın son yıllarında iktidar koltuğuna oturan, Türkçülük ideolojisini benimsemiş İttihatçı paşalar, ülke topraklarını genişletme hayalleriyle 1914’te ülkeyi savaş felâketine sürüklemişlerdi. Anadolu’da tek kimlikli bir ulus yaratmayı hedefleyen Türkçülük ideolojisi, Türk olmayan tüm kimlikleri yok saymayı, asimile etmeyi, Türk kimliğini benimsemeyeni de yok etmeyi hedefledi. 1915’te Ermeniler, Asuriler ve Keldaniler soykırıma uğradı. Üstelik bu soykırımda Kürtler de önemli ölçüde kullanılmış, halklar birbirine kırdırılmıştı. Turan hayaliyle 80 bin yoksul emekçiyi kışın ortasında Allahuekber dağlarına sürükleyip soğukta kırdıran, ölümlerine sebep olan Enver Paşa zihniyeti Türkçülük ideolojisinden başka bir şey değildi. Cumhuriyeti kuranlar da Türkçülük ideolojisini ve İttihatçı zihniyeti sürdürdüler. Bu yüzden Türk ve Müslüman olmayan halklar 90 yıldır asimilasyonla, göçlerle eritildi ve yok edildi. Varlık vergisinden 6-7 Eylül pogromuna, kiliselerin yağmalanmasından vakıf mallarına el konulmasına kadar azınlıkların uğramadığı haksızlık kalmadı. Tüm tarihsel kanıt ve belgeleriyle ortada olan 1915 soykırımını bile yüzsüzlükle ve çirkeflikle inkâr eden zihniyet 100 yıldır bu coğrafyada hüküm sürüyor.
Osmanlı döneminde kendi bölgelerinde özerk yaşayan Kürt aşiretleri de, Cumhuriyet döneminde devletin hedefi haline geldi. Merkezi otoriteyi tesis etmek üzere devletin Kürt illerine ilk götürdüğü “hizmet” karakollar kurmak idi. Şehirlerin, ilçelerin, mahallelerin, köylerin, mezraların hatta insanların isimleri değiştirilerek Türkçeleştirildi. Kürtçe konuşmak ve yazmak yasaklandı. Kürtçede kullanılan Q, W, X harfleri bile yasaklıydı. Tarihi kayıtlarda bile bin yıldan uzun süredir “Kürdistan” adı ile anılan coğrafyanın artık adını anmak suç idi. Devlet okulları da hizmet amacıyla değil asimilasyon amacıyla kuruldu. Bu baskı ve zulme karşı patlak veren onlarca Kürt isyanı ise kanla bastırıldı. Sadece Dersim’de 40 bin kadar Kürt, kadın çocuk demeden hunharca katledildi.
Tek parti dönemi CHP’si Kürtleri ülke siyasetinden uzak tutmak için Kürt illerinde parti teşkilatı bile kurmuyordu. Kürtler sadece isyanlar yüzünden katliama uğramadı. Örneğin bir kısmı İran topraklarında, bir kısmı Türkiye sınırları içinde yaşayan Milan aşireti, sınırın öte yakasına hayvan sürüsü götürdüğü için kaçakçılıkla suçlanıyordu. 1943 yılında bölgeye giden General Mustafa Muğlalı gözaltına aldırdığı 33 köylüyü İran sınırına götürüp kurşuna dizdirmişti. 33 köylüden birinin katliamdan yaralı kurtulması sayesinde katliam ortaya çıkmıştı. Katliamdan 61 yıl sonra, Mayıs 2004’te, katliamın gerçekleştiği Van’ın Özalp ilçesindeki jandarma sınır taburunun adı Mustafa Muğlalı kışlası olarak değiştirildi. Yani bu devlet tetikçi canilerine sahip çıkmaktan hiçbir zaman utanmadı.
Tek parti dönemi sona erdikten sonra da Kürt düşmanlığı devam etti. TC’nin 4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmada sarf ettiği “Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm” sözleri, devletin Kürtlere ve Kürt kimliğine yaklaşımının özetiydi. Yasal alanda Kürt kimliğini savunmak üzere her girişim yasaklandı. Kürt aydınları ömürlerini hapishanelerde geçirdi. Türkiye İşçi Partisi’nin bile kapatılma bahanesi “Türkiye’de Kürtler vardır” demesiydi.
Devlet güdümlü ve devlet destekli gelişen Türkiye kapitalizmi, Kürt illerinin ekonomisini özellikle geri bıraktı. Kürtler ucuz işgücü olarak batıya göç etmeli ve asimile olmalıydı. Gerekli görüldüğünde sürgünler ile Kürt illerinde nüfusun artması engellenmeye çalışıldı. Kürt bölgelerinde devlet hâkimiyeti polis-asker zoruna ve bölgede satın alınan aşiret ağalarına dayandırıldı hep.
70’lerdeki Kürt siyasallaşması da hep devlet terörüne maruz kaldı. Kürtlere göz açtırılmadı. Yasal kurumlar oluşturma çabaları yasaklarla engellendi. 12 Eylül faşizmi dönüm noktası oldu. Seçilmiş Kürt belediye başkanları ve belediye meclisi üyelerine kadar on binlerce insan zulüm ve işkence gördü. Bütün ülke faşist darbenin postalları altında ezildi ama en ağır, en insanlık dışı işkencelerin merkezi Diyarbakır Cezaevi oldu. Diyarbakır işkenceleri onlarca kitabın konusu olacaktı. Kürt halkı öylesine öfkeyle doluydu ki, 1984’te PKK önderliğinde silahlı isyan başladığında on binlerce insan öleceklerini bilerek isyana katılmak için dağlara çıktı.
İsyanı bastırmak için 30 yıl boyunca devlet terörü uygulandı. Devlet 3500 köyü yaktı, 20 bine yakın silahsız sivil katledildi, on binlerce Kürt hapishanelerden geçti, dağlar bombalandı, ormanlar yakıldı, milyonlarca insan zorunlu göçle sürgün edildi… Devlet on binden fazla gerillayı öldürdü. Zorunlu olarak silah altına aldığı yüz binlerce yoksul emekçi çocuğunu bu haksız savaşta kullandı. Bu gençlerden binlercesi öldü, yaralandı, sakat kaldı. Milyonlarca insanı ırkçılıkla, Kürt düşmanlığıyla zehirledi. Halkları düşmanlaştırmaya çalışarak sorunu çözüme değil hep çıkmaza doğru sürükledi.
1999’da “Ben de Kürtçe şarkı söyleyeceğim, klip çekeceğim” dediği için Ahmet Kaya’ya karşı linç kampanyası başlatıldı ve Ahmet Kaya sürgünde öldü. Türkiye’nin batısındaki illere çalışmaya gelen inşaat işçilerinden onlarcası, sırf Ahmet Kaya baskılı tişört giydikleri ve Kürt oldukları için ırkçı saldırılara maruz kalmıştı. O zamanlar da it sürüsü gibi toplanıp, gurbetçi Kürt işçilere saldırarak “Türkün gücünü” gösterdiğini sanan ırkçıları salmıştı devlet ortalığa.
PKK 1993’ten bu yana defalarca tek taraflı ateşkes ilan etti. Masaya oturup müzakere ile sorunu çözmeyi önerdi. Devlet defalarca saldırarak, kan dökerek ateşkesleri boşa çıkardı. PKK öncülüğündeki Kürt siyasi hareketi 20 yıldır Kürtlerin ayrı bir devlet kurmak istemediklerini, tüm dünyada yüzlerce örnekte de görüldüğü gibi yerel özerkliğin tanınmasıyla, asimilasyonun sona erdirilmesiyle ve bunların anayasal güvenceye kavuşturulmasıyla sorunun biteceğini ilan ediyor. Devlet erkânı ise bütün topluma Kürt siyasi hareketinin “bölücü” olduğu propagandasını yapmaya devam ediyor. 20 yıldır gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar.
Ankara’da merkezileşmiş devlet iktidarını yerellerde şekillenecek hiçbir otorite ile paylaşmak istemeyen, bütçe ve iktidar olanaklarını kendi tekelinde tutmaktan vazgeçmeyen, siyaseten ihtiyaç duyduğunda Kürtlerle savaşı kızıştırıp bundan çıkar sağlamayı tercih eden Türk egemenler yüzünden halen kan dökülüyor bu ülkede. Kendi çıkarları için savaş çıkartanlar, kan dökülmesine sebep olanlar, bu ülkenin halklarına düşmanlık edenler büyük bir pişkinlikle “hainlik” edebiyatı yapıyorlar. Türk, Kürt ve diğer halkların asıl düşmanı, haksız bir savaş içinde ülkenin gençlerini birbirlerine kırdırtanlardır.
AKP döneminde Kürtler
AKP de kendi dönemsel siyasi ihtiyaçlarına göre kimi zaman Kürt ulusal hareketinin sivil siyaset kanalını açarak silahlı çatışma alanını daralttı, kimi zaman ise çatışmaları tırmandırarak sivil siyaset alanını daraltmayı tercih etti. Askeri bürokrasi ile iktidar paylaşımı için çekiştiği dönemde (2002-2010) generallerin siyasi etki alanını daraltmak istediklerinde Kürt sorununu çözmeye dönük mesajlar verirken; generaller ile geçici uzlaşmaları tercih ettiği dönemlerde çatışmaları tırmandırıcı politikalar izledi.
AKP’nin askeri bürokrasinin gücünü kırdığı, sivil bürokrasiyi AKP’lileştirdiği ya da tamamen kontrolü altına aldığı son 5 yıllık dönemde de AKP politikalarına yön veren anlayış, her daim oportünizm ve pragmatizm oldu. Kürt kitleleri kandırıp oylarını alabilmek ve ateşkes dönemlerinin siyasi rantını yiyebilmek için sarf ettikleri sözlerle, çatışmaları yükseltmekten çıkar sağladıkları dönemlerde sarf ettikleri sözler alt alta getirildiğinde salt çıkarcılığa dayalı omurgasız, ilkesiz, ikiyüzlü burjuva politikasının resmi ortaya çıkmaktadır.
Arınç Mayıs 2011’de Diyarbakır’da toplumsal barışa önem verdiklerini hatta ayrımcılığı ortadan kaldırdıklarını iddia ettiği konuşmasına şöyle devam etmişti: “Biz bu hakları cebimizden vermiyoruz, Allah bu hakkı vermiş, kanunlar, anayasalar, toplumsal sözleşmeler vereceksin demiş ama geçmişte vermemişler. Kürtçe konuşma yasaklanmış, cezaevinde bile anne oğlu ile konuşması yasaklanmış. Biz o dönemleri kötü dönemler olarak biliyoruz, rezil dönemler olarak biliyoruz. Türkiye’yi o dönemlerden kurtardık, inşallah daha iyi günlere getireceğiz.”
Bülent Arınç 2011 yılı sonunda, açılımda yeni döneme dair yaptığı Meclis konuşmasında da “Kürt kimliğinin tanınması çok önemli bir konudur. Bu bir insan hakları konusudur. Yani Türkiye’de yaşayan bir insan, ‘ben Kürdüm’ dediği zaman bizim buna saygı göstermemiz, bunu kabul etmemiz gerekir… Kimlik inkârı ve bununla yola çıkanlar bilsinler ki Kürtçe konuşmanın yasak olduğu günlerden cezaevlerinde işlenen işkencelere ve sonrasındaki faili meçhul cinayetlere, ölüm listeleri yapılmasına, bütün bunlar bir kimliğin inkâr edilmesiyle ortaya çıkmış kötü sonuçlardır. Hayır! İnkâr etmeyeceğiz. ‘Kürdüm’ diyen bir insanın bu ülkede eğitim hakkı, dil hakkı, kültür hakkı, kimlik hakkı, ne varsa vereceğiz. Bu bizim cebimizden verdiğimiz bir şey değil” diyordu.
2012 Aralık ortasında, katıldığı bir TV programında ise “Türkiye’de yaşayıp da idam sehpasına gidenlerin, Hüseyin İnanlar ile Yusuf Aslanlar ile pek çoğuyla tarihte yolu kesişmiş bir insan olarak söylüyorum, Kürtlüğü inkâr ederseniz, var diyenlere de cezaevi yolunu gösterirseniz bu işin çözümü olmaz. Bir BDP’li kadın vekile çok kızıyordum, çok beddua ediyordum. Halen milletvekili bu insan ama onunla ilgili bir hatırayı dinledim, artık kızmıyorum. Çünkü 17 yaşındaki bir genç kızken Diyarbakır Cezaevi’nde o kadar ahlâksızca işkenceye maruz kalmış ki, o kadar kendisini zorlamışlar ki, ben de aklıma gelse dağa çıkardım. Çünkü Diyarbakır’dan cezaevinden çıkanların yarısından fazlası dağa gitti” demişti.
Ateşkesin siyasi rantını yemek, muhalefetten gelen ırkçı eleştirilerin etkisini zayıflatmak için daha birkaç yıl önce böyle konuşmalar yapmış olan AKP sözcüsü Arınç, Erdoğan’ın başkanlık hesapları ve AKP’nin iktidarı kaybedip yolsuzluklardan yargılanmaması uğruna, provokasyonlar ve katliamlarla savaş başlatmaya giriştiği son dönemde bir anda ağız değiştirdi. Örneğin, Suruç katliamına ilişkin basın mensuplarına açıklamalarda bulunurken, Suruç’ta polisi eleştirenler olduğunu söyleyip şunu ekledi: “Ölenlerin arasında ne belediyeden bir yetkili var, ne de HDP il ve ilçe yöneticileri var. Bunların o topluluk içine özel olarak sokulmadığı, uzakta bırakıldıkları da ayrı bir istihbarat konusu.” Hem korkunç bir katliamın baş sorumluluğunu paylaşıp hem de bu katliamda ölenlerin yakınlarını, yoldaşlarını suçlamak için AKP sözcüsü olmayı hak edecek derecede pişkin bir burjuva politikacısı olmak gerekiyor. (Arınç’ın bu sözlerine Demirtaş, “Merak etme, hepimiz bir gün, eninde sonunda ölenler arasında olacağız. Üzme kendini” yanıtını verdi.)
Bir ara, “Kürt sorunu benim de sorunumdur” diyen Erdoğan’ın Kürtlerin sivil siyaset alanını daraltarak kirli emellerine ulaşmak için savaş başlatmaya karar verdikten sonra “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın bazı sorunları vardır” diye nasıl lafı çevirdiğini herhalde duymayan kalmamıştır.
Kuruluştan AKP’ye “ne yaptı bu devlet bize?”
Kavimler göçünün yolu üzerinde yer alan, binlerce yıldır onlarca halka ev sahipliği yapmış, farklı etnisitelerin ve inançların birlikte yaşadığı Anadolu coğrafyasındaki halkları tek dil, tek kimlik, tek inanç hedefiyle asimile etmeye kalkışan egemenler, “Türkçülük” ideolojisini bayrak edinerek bu coğrafyanın kültürel çeşitliliğine ve zenginliğine, bu coğrafyada birlikte kardeşçe yaşayabilecek halklara acımasızca saldırdılar. Türkçülük ideolojisi, sadece diğer kimlikler için değil Türk kimliğini sahiplenen emekçi kitleler için de zulüm ve eziyetten başka bir şey getirmedi bugüne kadar. Türkçülük ideolojisinin, bir avuç egemeni bir yana bırakacak olursak, Türklere de hayrı olmadı, bilakis hep zararı oldu.
Alevilere yapılanları, Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı, Gazi katliamını, 77 1 Mayıs’ını nasıl unutabiliriz. Bu ülkenin tarihi askeri darbelerle, muhtıralarla, faşist katliamlarla doludur. Yakın dönemde Roboski’den Suruç’a kadar onlarca insanlık suçunu işleyen egemen sınıf temsilcilerinin ve onların tetikçilerinin gurur duyabilecekleri bir şey var mıdır? Hrant’ı öldürmekle, Zirve Yayınevi katliamıyla Türklüğün yüceldiğine inanacak denli hasta ruhlu insanlar türetti bu devlet!
1988’den 2014’e kadar 489 çocuğu öldürdü bu devlet. 2015 yılı Temmuz sonuna kadar 7 çocuk daha öldürüldü. 7 Ağustosta Şırnak Silopi’de 17 yaşındaki Hıdır Tanboğa’yı öldüren devlet, 13 Ağustosta da hiçbir olaya karışmamış, 15 ve 16 yaşlarındaki 2 fırın işçisini çalıştıkları fırının odunluğunda infaz etti. Böylelikle 2015 yılında devletin öldürdüğü çocukların sayısı şimdiden 10’a ulaştı. Bu çocukların büyük çoğunluğu “yanlışlıkla” ya da “çatışma ortasında kalarak” öldürülmedi. Çocukları infaz etmek, devletin Kürt toplumunu terörle sindirme politikasının parçasıdır. İşte bu devletin çocuk katili tetikçileri soruyorlar “bu devlet ne yaptı size” diye.
Pozantı Cezaevinde işkence gören, tecavüze uğrayan ve Tolhidan (intikam) kod adıyla gerillaya katılan çocukların; ortada çatışma bile yokken askeri birlikten hedef gözetilerek atılan bombayla bedeni paramparça edilen 9 yaşındaki Ceylan Önkol’un ve evladının parçalarını eteğine toplamaya çalışan annesinin yaşadığı ülkedir burası. Bu ülkede devletin halklara ettiği zulmü anlatmaya ne sayfalar yeter ne yürek dayanır.
Tecavüzcülerinin cezasını indiren, tecavüzcüsünü öldüren kadına müebbet hapis veren, işçi katillerini serbest bırakan, yandaş mafyayı kollayan, faşistlerini hakkını arayan işçiye öğrenciye saldırtan bu devlet elbet bir gün tarihin karanlık sayfalarında, yıkılıp gitmiş rejimler arasındaki yerini alacaktır.
link: Zehra Aras, Ne Yapmadı ki Bu Devlet Bize!, 19 Ağustos 2015, https://marksist.net/node/4386
İşsizlik Artmaya Devam Ediyor
Japonya’da Atom Reaktörleri Yeniden İşlemeye Başlıyor