Bir buçuk yıldır kesintisiz sürdürdüğü OHAL’le birlikte KHK rejimini de kalıcı hale getiren siyasi iktidar, 24 Aralıkta iki KHK daha yayınladı. Yeni ihraçlar ve kurum kapatmalarının duyurulduğu 695 nolu KHK ile 2756 kamu çalışanı işten atıldı, 17 dernek ve vakıf kapatıldı. İçerdiği 135 maddeyle, çok sayıda yasada değişiklik yapan 696 nolu KHK ise tam anlamıyla çuvala dönüştürülmüş durumda. Mecliste kanun yapımını çoktandır “torba kanun” garabetine dönüştüren hükümetin, KHK’ları da aynı mantıkla çıkarmaya başladığı görülüyor. Üstelik anayasaya göre OHAL kararnameleri sadece OHAL ilanının gerekçesiyle ilgili konularda çıkarılabilirken, hükümet şimdiye dek çıkardığı 30 OHAL kararnamesinin 30’unda da anayasayı ihlal etmiştir. Sadece içerik açısından değil, işleyiş açısından da hukuka aykırılık söz konusudur, zira çıkarılan OHAL kararnamelerinden şu ana kadar sadece 5’i Meclisin onayına sunulmuştur.
Peki, hükümet Mecliste bariz bir sayısal üstünlüğe sahipken neden bu yola başvuruyor? Hele de MHP’yle iktidar ortaklığı kurmuşken istediği her yasayı kolayca geçirebilecekken niye KHK yoluna gidiyor? Bunun tercih edilmesinde iki etken öne çıkıyor. İlki ve en önemlisi OHAL kararnamelerinin Anayasa Mahkemesine götürülememesi, itirazda bulunulamamasıdır. İkincisi ise, Meclis gündemine getirilen yasa tasarılarının, görüşmeler sırasında tüm ayrıntılarının faş edilmesi, kamuoyunun gündemine girmesi ve iktidarı zor durumlarda bırakacak tartışmalara, suçlamalara, teşhirlere konu olması sakıncasından sıyrılma amacıdır. Hükümet her ne kadar Mecliste muhalefete ayrılan konuşma sürelerini alabildiğine sınırlasa da tartışmaları istediği gibi bastıramamaktadır. Dolayısıyla KHK yolu onun için her açıdan bulunmaz bir nimettir.
Bunun Meclisi ve muhalefeti bütünüyle devre dışı bırakıp, tüm gücü tek elde toplayan totaliter bir rejim anlamına geldiği açıktır. Siyasi iktidarın attığı tüm adımlar, bütün ipleri tek adamın elinde toplayan bu totaliter rejimi kurumsallaştırarak, iktidarını mutlaklaştırma yolundaki tüm engelleri temizlemeye yöneliktir. Ne var ki bunu hiç de istediği hız ve pürüzsüzlükle gerçekleştiremiyor. Toplumsal muhalefeti sindirmek için devreye sokulan baskılar, işten atmalar, hapis cezaları muktedirlerin arzuladığı ölçüde etkili olamıyor. Siyasi iktidarın yarattığı kamplaşma, karpuz gibi ikiye yarılan toplum gerçekliğiyle, dönüp onu da vuruyor. Bu durum aslında tüm gövde gösterilerine ve saldırganlığına rağmen rejimin sıkışmışlığını gösteriyor. İçteki ve dıştaki çelişkiler büyüdükçe sıkışmışlık da kırılganlık da artıyor.
Suriye’de hüsrana uğrayan, Rojava’ya yönelik Kürt politikasında yalnızlaşan ve eli giderek daha zora düşen, Zarrab davası üzerinden ABD tarafından sıkıştırılan siyasi iktidar, dış âlemde eskiden olduğu kadar “dünya gücüyüz” şişinmelerine başvuramıyor. İçerdeki geniş kitleler açısından ise, Kudüs gösterilerinin, ABD ve AB’ye efelenmelerin ömrünün uzun olmadığı görülüyor. Dolayısıyla her fırsatı değerlendirip yapılan bu tür çıkışların içerideki çelişkilerin üstünü örtme kabiliyeti giderek zayıflıyor.
Hızla artan enflasyon, düşük ücretler, katlanarak artan dolaylı ve dolaysız vergi yükü, işsizlik, hayatını borçla idame ettirme zorunluluğu ve biriken borçların altında ezilme gibi faktörler yüzünden emekçilerin ekonomik durumu her geçen gün daha kötüye gidiyor. Eğitim sisteminin çivilerinin çıkarılması, sağlık sistemindeki bariz kötüleşme gibi faktörlerle birleştiğinde emekçilerin huzursuzluğu ve hoşnutsuzluğu geçmişe göre çok daha belirgin bir biçimde artıyor. İktidarın yaptırdığı anketlerde bile bu olgu dikkat çekiyor. Bütün veriler, AKP’nin ve Erdoğan’ın Nisan referandumunda yaşadığı oy kaybının devam ettiğini gösteriyor. Bunu durdurup geri devşirecek mekanizmalarsa yıpranıyor.
İster parlamenter şal muhafaza edilmeye devam edilsin, isterse o da fırlatılıp atılsın, rejim, sürekliliğini sağlamak için her halükârda belirli bir toplumsal desteğe muhtaç durumdadır. Dolayısıyla bir taraftan muhalefet her türlü araçla bastırılırken, devlet içindeki kadrolar yoğun bir temizlik operasyonu eşliğinde tahkim edilirken, bir taraftan da tabanın kitlesel gücünün arttırılmasına ve bunun belli bir kesiminin vurucu güç olarak yetkinleştirilmesine ihtiyaç vardır. Siyasi iktidarın tüm icraatları, KHK’lar da dâhil olmak üzere işte bu amaca hizmet etmektedir.
Bu gözle baktığımızda, son KHK’larda öncelikle 3 bine yakın kamu çalışanının işten atılarak “temizlik” operasyonuna devam edildiğini görmekteyiz. Bunların büyük bölümünü, Fethullahçı olduğu iddia edilen çeşitli kademelerden memurlar, polisler, subaylar oluşturuyor. Ancak devlet memurluğundan atılanlar onlarla sınırlı değil. Aralarında “Barış Akademisyenleri”nin de bulunduğu 144 KESK üyesi de tıpkı daha önce olduğu gibi hukuksuz bir şekilde işten atılmıştır. Yani iktidar her türlü muhalefeti yok etme yönündeki saldırılarını çeşitli araçlarla devam ettirmektedir.
KHK’larla yapılan bir başka işlem Diyanet, Milli Eğitim, Sağlık, Milli Savunma, Yargı gibi pek çok bakanlık ve kuruma yandaş kadroların yerleştirilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılmasıdır.
Savunma Sanayii Müsteşarlığının Cumhurbaşkanının emrine verilmesi ve bu alanda yeni bir şirketin (Askeri Fabrika ve Tersane İşletme Anonim Şirketi – ASFAT) kurulması da, savaş bütçesindeki artışa paralel olarak militarizmin daha da tırmandırılacağının ve buradan sermayeye yeni nemalanma kapılarının açılacağının göstergeleridir.
Son KHK’da yer alan değişikliklerden birini de taşeron ve 4-C’li işçilere yönelik yeni düzenlemeler oluşturuyor. Ayrıntılarını başka bir yazıda ele almak üzere burada özetle ifade edecek olursak, bu düzenlemeyle, kamuda çalışan 900 bine yakın taşeron işçisinin önemli bir bölümü kadro hakkından yoksun bırakılmış, sınav şartıyla ayrımcılığın ve kayırmacılığın yolu açılmış, aynı işi yapan işçiler arasında eşitlik ilkesi ihlal edilerek işçilerin ekonomik ve sosyal hakları gasp edilmiş ve KHK ile yapıldığı için işçilere yargı yolu kapatılmıştır. Yüz binlerce işçinin talebini karşılamaktan uzak kalan bu düzenleme, çok sayıda sorunu ve karmaşayı da beraberinde getirmiş ve şimdiden yoğun tartışmalara yol açmıştır.
Son kararnamelerin en tartışmalı iki hususunu ise, paramiliter çetelere cezai sorumsuzluk getirdiği yorumlarına yol açan madde ile cezaevlerinde tek tip uygulamasına ilişkin madde oluşturmaktadır.
Çetelere cezai sorumsuzluk, siyasi mahpuslara tek tip dayatması
Sıkıştırıldığında kaçamak kapı bulmak için, büyük bir tepki doğuracağını bildiği tüm anti-demokratik maddelerde muğlak ifadeler kullanma yoluna giden hükümet, 696 sayılı kararnamenin 121. maddesinde de aynı taktiği izlemiş, ancak bunu gözlerden saklayamadığı için büyük bir tartışmayı da fitillemiştir. Bu maddede “15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden” sivillerin de tıpkı resmi görevliler gibi, hiçbir hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğunun olmayacağı belirtiliyor.
Bu maddeyle öncelikle, 15 ve 16 Temmuzda yaşanan çok sayıda linç ve saldırı olayının faillerinin yargılanmaktan muaf tutuldukları ve bunun başlı başına bir hukuksuzluk olduğu açıktır. Ancak maddede geçen “devamı niteliğindeki eylemler” ifadesindeki muğlaklık ve ucu açıklık, kastın salt bununla sınırlı olmadığını güçlü bir şekilde düşündürtmektedir. Tam da bu yüzdendir ki, bu maddenin hükümet karşıtı eylemlere saldıran paramiliter güçleri geleceğe dönük olarak da koruma zırhıyla donattığı, dahası saldırıya teşvik ettiği yönündeki yorumlar, toplumsal muhalefetin geniş kesimleri tarafından dile getirilmektedir. Buna karşı hükümet, bu tür yorumları “kötü niyet” olarak nitelendirmekte ve maddenin yalnızca 15-16 Temmuz günlerindeki eylemleri kapsadığını ileri sürmektedir. Oysa Burhan Kuzugillerin “15 Temmuz benzeri bir darbe veya terör saldırısı yeniden gerçekleşirse, bu ihanete müdahale edecek vatandaşlarımız kanuni olarak koruma altına alınacak” benzeri açıklamaları bunun tam aksini dile getirmekte ve gerçek niyeti gözler önüne sermektedir.
Bunun yanı sıra, AK troller üzerinden sosyal medyaya boca edilen tweetler, hedef kitlenin mesajı aldığını da gösteriyor. Osmanlı Ocaklarıyla, HÖH’üyle, palalısıyla paramiliter sokak çeteleri, iktidar sözcülerinin ağzından çıkan sayısız ifadeyle ve buna benzer maddelerle desteklenmekte ve kendilerine koruma garantisi verilmektedir. Resmen söylenemeyen ve yapılamayanlar, bu tür çetelere, mafyöz tiplere söyletilip yaptırılarak toplum korku yoluyla sindirilmeye çalışılmaktadır.
Tüm bunlar rejimin niteliğine ve yönelimine dair önemli veriler sunarken aslında onun sıkışmışlığına da işaret ediyor. Kurumsallaşma doğrultusundaki adımları istediği şiddet ve yoğunlukta atamayan rejim, tam da iç ve dış basınç artmışken gerçekleştirmiştir bu hamleyi. CHP’nin Man Adası belgelerini deşifre ettiği, Zarrab davasıyla yolsuzlukların bir kez daha ortaya serildiği, asgari ücretin açıklanacağı ve vergilerdeki artışların devreye gireceği, metal sözleşmelerinin bağıtlanacağı bu süreçte, siyasi iktidar, kendisine karşı yapılan her türlü eylemi ve yükselecek bir sokak hareketini nasıl bastıracağını ortaya koyarak, tüm muhalefete gözdağı vermektedir.
Paramiliter güçlere yasallık tanıyan bu son KHK, totaliter rejimin oluşum ve kurumsallaşma sürecinde attığı kritik adımlardan biridir ve dolayısıyla önümüzdeki günlerde ciddi sonuçları olacaktır. Daha önceki yazılarımızda da dile getirdiğimiz gibi, rejim, sıkışıklığını baskıları arttırarak aşmaya çalışmakta ve bu şekilde yol almaktadır. Siyasi mahpuslar üzerindeki baskıları arttırmak da bu stratejinin bir parçasıdır. Bu onun açısından aynı zamanda bir gövde gösterisi ve intikam biçimidir. Son KHK ile getirilen tek tip dayatmasını da böyle görmek gerekir.
Bilindiği gibi, geçtiğimiz Ağustos ayında, Erdoğan’ın “artık bunları mahkemeye çıkarırken Guantanamo’da olduğu gibi tek tip elbiseyle çıkaralım” demesinin ardından harekete geçen Adalet Bakanlığı, siyasi mahpuslara tek tip kıyafet uygulaması getirmek üzere çalışmalara başladığını duyurmuştu. Bu süreçte demokratik kesimlerden gelen eleştirilerin yanı sıra Kürt ve devrimci mahkûmlardan gelen direniş mesajları üzerine, hükümet bu çalışmaları sessiz sedasız yürütmeye girişmiş ve ilgili düzenlemenin KHK’yla yapılacağı söylentileri yayılmaya başlamıştı. Nihayetinde beklenen oldu ve insan haklarına doğrudan saldırı anlamına gelen bu adım, Meclis de toplumsal muhalefet de devre dışı bırakılarak KHK aracılığıyla çıkarıldı.
Böylece söz konusu yasal değişikliğe yargı yoluyla itiraz kanallarını da kapatmayı amaçlayan hükümet, 696 sayılı KHK’nın 103. maddesiyle, Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki suçlardan dolayı tutuklu ve hükümlü bulunanlara, duruşmaya sevk nedeniyle cezaevi dışına çıkarıldıklarında idare tarafından verilecek tulumları giymelerini dayatıyor. Söz konusu düzenlemede, TCK’nın 309-312. maddelerinden tutuklu ve hükümlü bulunanların badem rengi tulum, diğerlerinin ise gri renkli tulum giyecekleri söyleniyor. Kadınlara dayatılan tek tip kıyafetin ise tulum değil çift parça olabileceği belirtiliyor.
Bu kıyafetleri giymeyen ya da zarar verenlere ziyaretçi yasağı getirileceğini söyleyen bu KHK, mevcut durumda 60 bine yakın tutuklu ve hükümlüyü etkiliyor. Şu anda cezaevlerinde “FETÖ”yle bağlantılı olmakla suçlanan 50 bin kişi bulunuyor. Geri kalan 10 bin siyasi mahpusun büyük bir kısmını ise Kürt ve sosyalist tutsaklar oluşturuyor.
Toplumu kendi ideolojisi temelinde değiştirip dönüştürmek üzere her alanda tektipleşmeyi dayatan totaliter rejim, zindanlarda bunu tek tip kıyafetle doruğuna vardırmak istiyor. Dışarıda muhalefeti en ağır baskılarla yüz yüze bırakırken, zindanları da mutlak kontrolü altına almaya çalışıyor. Böylelikle siyasi mahpusları iradi olarak teslim almayı amaçlıyor. Tek tip kıyafet dayatması, daha önce de dile getirdiğimiz gibi, bunun sembolik bir ifadesi olarak gündeme getirilmiştir. Ne var ki bu konu ilk gündeme geldiğinden bu yana sosyalist ve Kürt tutsaklar, bu dayatmaya asla boyun eğmeyeceklerini kararlılıkla ifade etmektedirler. Egemenlerin atladığı şey, 12 Eylül rejiminin tek tip zulmüne karşı sergilenen onurlu direnişin bu toprakların devrimci hafızasına silinmemecesine kazınmış olduğu gerçeğidir.
link: İlkay Meriç, Rejim KHK’larla Yol Alıyor, 30 Aralık 2017, https://marksist.net/node/6135
Sinema ve İdeoloji, Hollywood ve Burjuvazi /2
Çürüyen Kapitalizmin Eşliğinde Ticarileşen Futbol