Eski çağlardan bu yana insan toplulukları yaşadıkları yerlerden başka yerlere göç etmişlerdir. Yiyecek bulmak, verimli topraklara yerleşmek, doğal afetlerden, savaşlardan, işgallerden ve yağmalardan kaçmak, güvenli bir hayat sürdürebilecekleri yerler aramak için binyıllar boyunca insanlar dünyanın dört bir yanına göç etmişlerdir. Bugün Amerika ve Avustralya kıtalarında yaşayan nüfusun büyük çoğunluğunun kökleri son birkaç yüzyıl içinde bu kıtalara yerleşen göçmenlere dayanır. İnsanların açlıktan, yoksulluktan, savaştan, baskıcı rejimlerden kaçarak dünyanın daha müreffeh ve güvenli bölgelerine yerleşmeye çalışması hem tarihsel bir olgudur hem de doğal bir insan hakkıdır. Ancak ulus-devlet temelinde örgütlenen kapitalist egemenlik, göç olgusunu kendi çıkarları temelinde sınırlandırmaya ve yönlendirmeye çalışmaktadır.
15. yüzyıl sonlarından 19. yüzyıla kadar Afrikalılar, Amerika’ya, tarım plantasyonlarında köle olarak çalıştırılmak üzere taşındı. Bugün orta ve üst sınıflara mensup olmayan Afrikalılar, ABD’ye turist olarak bile kabul edilmiyorlar. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı başlayana kadar Avrupa ülkelerine girmek için bıraktık vizeyi, pasaporta bile gerek yoktu. 1914’ten itibaren Avrupa ülkeleri teker teker pasaport zorunluluğu getirmeye başladılar. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında hızlı bir büyüme yaşayan Avrupa kapitalizmi, işgücüne ihtiyaç duyduğu için yoksul ülkelerden milyonlarca işçiyi göçmen olarak ithal etmeye çalışıyordu. Durgunluk ve kriz içerisinde debelenen Avrupa kapitalizmi, bugün göçmenleri ülke sınırlarına varmadan durdurmanın yollarını arıyor; üstelik yüzlercesini öldürmek pahasına…
Yerli işçi sınıfı kadar göçmen işçilerin de sırtında yükselmiş olan Avrupa kapitalizmi, bugün ekonomik krizin ve artan işsizliğin faturasını göçmen işçilere ve mültecilere çıkartmaktadır. Kriz derinleştikçe göçmenlere ve mültecilere karşı baskıcı ve dışlayıcı politikalar şiddetleniyor. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra “insanlık düşmanı” olarak mahkûm edilen ırkçı-faşist örgütlenmelerin önü açılıyor. Egemenler işçi sınıfını bölmek ve hedefini şaşırtmak amacıyla yerli işçileri göçmenlere karşı kışkırtıyor, milliyetçilik zehriyle akıllarını felç ediyor. Göçmen işçiler ücretlerin düşmesinin, işsizliğin, artan suç oranlarının sorumlusu olarak hedef tahtasına oturtuluyor. Küreselleşmeden dem vuran, sermayenin ve metaların serbest dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılmasını canhıraş savunan kapitalist egemenler, sıra işgücünün serbest dolaşımına geldiğinde koca duvarlar örüyorlar.
Gelişmiş kapitalist ülkeler göçü kendi kontrolleri altına alarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek istiyorlar. Küresel rekabet ucuz işgücü ihtiyacını arttırıyor. Gelişmiş ülkelerde nüfus artış hızı yavaşlıyor ve işçi sınıfının yaş ortalaması yükseliyor. Buna karşılık kapitalistler ülkelerine genç, dinamik ve nitelikli işgücünü kabul etmek, yani göçmenler arasından işlerine yarayanları seçmek istiyorlar. Kendi kontrolleri dışında gelen göçmenlerin önünü kesmek üzere sınır “güvenliği”ni arttırmaya çalışıyorlar.
Göçmenler ve mülteciler vatandaşlık haklarından mahrum bırakılıyor. Biraz daha yaşanabilir bir hayata kavuşmak için doğdukları topraklardan göç etmiş insanlar, güvenceden yoksun ve çaresiz bırakılıyor. Bu insanlar kayıt dışı bir şekilde karın tokluğuna çalışarak hayata tutunmaya çalışıyorlar. BM verilerine göre 2013 yılı itibarıyla dünyada 232 milyondan fazla insan doğdukları ülkelerin dışında göçmen olarak yaşıyor. Açlıktan, dayanılmaz yoksulluktan, işsizlikten, iç savaşlardan ve siyasi baskılardan kaçarak umut yolculuğuna çıkan insanların sayısı yıldan yıla artıyor. Yoksul emekçiler, azgelişmiş ülkelerden gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere göç etmeye çalışıyorlar.
Son yıllarda ekonomik ya da siyasi sebeplerle AB’ye giden göçmen ve sığınmacı sayısı arttı. Hem AB’ye üye devletler, hem de bu ülkelerdeki ırkçı-faşist çevreler bu olguyu abartarak, olduğundan çok daha büyük sorunlar yaşanıyormuş gibi bir hava yaratmaya çalıştılar. En düşük ücretlerle, en ağır işlerde kayıt dışı çalışmak zorunda bırakılan göçmenler AB’ye üye ülkelerin ekonomilerini krize sokmuş, kaynaklarını tüketmiş ya da sosyal yapıyı çökertmiş değiller. AB’deki özellikle sağcı örgütler kapitalizmin sistem krizinin etkilerini perdeleyebilmek ve işçi sınıfını bölmek üzere göçmenleri tüm sorunların kaynağı gibi göstermeye uğraşıyorlar. Oysa Avrupa tarihi iç ve dış göçlerin de tarihidir. Avrupa ülkelerindeki, özellikle de Balkanlar’daki etnik çeşitlilik bunun ispatıdır.
Frontex’den Eurosur’a sınır bekçiliğinin militarizasyonu
Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi olan Frontex, AB üyesi ülkelerin komşularıyla olan sınırlarının korunması amacıyla kurulmuş bir AB kurumudur. 2005 yılında faaliyete geçen kurumun merkezi Polonya’nın başkenti Varşova’dadır. Frontex, AB üyesi ülkelerin büyük bütçeler ayırarak sınırları aşılmaz hale getirme projesidir. Türkiye-Yunanistan sınırının bazı bölümlerine dikenli teller örülüyor. AB sınırlarına askeri ekipler yerleştiriliyor. Frontex, sınırlardan kaçak geçişleri önleyecek personeli yetiştiriyor.
AB, mültecilerin sığınma imkânlarını kısıtlıyor. İtalya, Bulgaristan, Yunanistan, İspanya ve Türkiye sınırları, özel kuvvetlerle ve yüksek teknolojiye dayalı güvenlik önlemleriyle donatılıyor. Göçmenler, yasaları ihlâl eden suçlular gibi muamele görüyor. 2005 yılında faaliyete geçen Frontex, AB sınırlarını kaçak göçmenlere tamamen kapamak için 1 Aralık 2013 tarihinde Eurosur adı verilen yeni bir güvenlik sistemini devreye soktu. Eurosur, tüm teknolojik olanakları seferber eden bir sınır gözetleme sistemi. Frontex’in Varşova’daki merkezine konumlandırılan dev ekrandan AB sınırlarındaki hareketler saniye saniye takip edilmeye başlandı. Uydular, insansız hava araçları ve helikopterler, verileri Eurosur’a aktaracak. Eurosur’un 2020 yılına kadar 144 milyar euroya malolacağı öngörülüyor.
Frontex’in en önemli rolü Akdeniz’den Avrupa kıyılarına ulaşmaya çalışan kaçak göçmen taşıyan tekneleri AB sınırlarından uzak tutmaktır. Frontex, kaçak göçmen taşıyan teknelerin yola çıkmasını engellememiş, göçmen taşıyan teknelerin yolculuğunu daha riskli hale getirmiştir. Sadece geçtiğimiz Ekim ayında, İtalya’nın Lampedusa adası açıklarında bir hafta arayla kaçak göçmenleri taşıyan iki tekne battı. İlk kazada 390 kişi hayatını kaybetti. İkinci kazada ise 40’tan fazla göçmen can verdi. Lampedusa faciasından bu yana en az 5 trajik kaza daha yaşandı. Bu yoksul ve çaresiz insanların umut yolculuğu, kapitalistlerin kendi çıkarlarına yontmaya çalıştıkları acımasız göçmen politikaları yüzünden Akdeniz’in sularında son buldu.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, Frontex’i ve Eurosur’u, amacı kaçak göçmenleri kurtarmak ya da ölümden korumak değil sadece sınırdan uzak tutmak olduğu için eleştiriyor. Sınıra yaklaştırılmayıp ülkesine geri gönderilen bazı kişilerin söz konusu ülkelerin rejimleri tarafından zulüm görebilecekleri hatta öldürülebilecekleri hatırlatılıyor. AB sözcüleri ise Eurosur’u kaçak göçmenlerin toplu ölümlerini engelleyebilecek bir sistem gibi kamuoyuna pazarlamaya çalışıyor. AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmstörm, uygulamanın “göçmenlerin hayatını kurtaracak gerçek bir çözüm” olduğunu iddia ediyor. Oysa amacın mültecileri kurtarmak olmadığı ve yeni sistemin mültecileri daha tehlikeli yollara iteceği çok açık. Yeni sistem, kaçak yolculuk riskini, dolayısıyla toplu ölümler yaşanacak kazaları daha da arttıracaktır.
Yeni sistem mültecilik hakkını da büyük ölçüde ortadan kaldırıyor. Bilindiği üzere mülteci, düşünceleri veya kimliği yüzünden zulüm gören ya da zulüm görme tehlikesi yaşayan, bu sebeple ülkesini terk ederek başka bir ülkeye iltica eden ve iltica sebebi haklı bulunan kişidir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre herkesin zulüm karşısında başka ülkelere sığınma hakkı vardır. Siyasi sebeplerle kişisel sığınma olabileceği gibi savaş, çatışma, doğal afet gibi sebeplerle toplu sığınmalar da olabilmektedir. İltica hakkını kullanmak zorunda kalanların sayısı hiç de az değildir. Bugün dünyada mülteci sayısı 50 milyonu bulmaktadır. İç savaş yüzünden her şeyini geride bırakarak ülkesini terk etmek zorunda kalan 2 milyondan fazla Suriyeli mülteci, son dönemdeki en büyük toplu sığınma vakasıdır.
Bir insanın iltica etme hakkını kullanabilmesi ve mültecilik statüsünden yararlanabilmesi için çoğu durumda, yaşadığı ülkeyi kaçak olarak terk etmesi ve iltica edeceği ülkeye veya Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne başvurabileceği üçüncü bir ülkeye kaçak olarak girmenin yolunu bulması gerekiyor. İltica edecek insanları sınırlarına dahi yaklaştırmayan bir politika, temel bir insan hakkı olan iltica hakkının ve hukuki bir statü olan mülteciliğin fiilen yok edilmesidir.
TC devletinin, temel insan hakkı sayılan iltica hakkı ve mültecilik konusundaki pozisyonunu da hatırlamadan geçmeyelim:
“Cenevre Sözleşmesi mültecilik tanımını Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerde yaşayan insanlarla sınırlıyordu. 1967 yılında kabul edilen bir protokol ile bu sınır kaldırıldı ve mültecilik statüsü tüm dünya için tanımlandı. Türkiye bu protokolü coğrafi sınır şartı koyarak imzaladı. Türkiye sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mültecilik hakkı tanıyor. Diğer ülkelerden gelenlere ise üçüncü bir ülke tarafından kabul edilene kadar «geçici sığınma» imkânı tanıyor. Türkiye mültecilere Avrupalı olan ve olmayan diye ayrımcılık uygulayan tek ülke durumunda. (…) Sığınmacıların barınmaları için yol gösterici herhangi bir mekanizma yok. Kendi imkânlarıyla bir yerde yaşamak zorundalar. Çünkü bu kişilere sadece yaşayacakları kent gösteriliyor ve o kentin dışına çıkmalarına izin verilmiyor. Dolayısıyla ya para kazanmak için çalışmaları ya da devlet tarafından temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar finanse edilmeleri gerekiyor. Fakat devlet çalışma izni vermiyor ve sosyal yardımda bulunmuyor.” (Zehra Aras, Mültecilerin ve Göçmen İşçilerin Türkiye’de Yaşam Savaşı, MT, Temmuz 2012)
Eurosur ve Türkiye
Avrupa Birliği üyesi ülkelere kaçak yollardan girmek isteyenlerin yaklaşık yarısı Türkiye’yi transit ülke olarak kullanıyor. Türkiye’nin Ege kıyılarından kaçak göçmen taşıyan tekneler Yunanistan’a ulaşıyor. Ayrıca Türkiye’nin kara sınırlarından da Yunanistan’a ve Bulgaristan’a kaçak göçmen akışı var.
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye AB ile iki anlaşma imzaladı. Anlaşmalardan biri AB’ye vizesiz giriş için hazırlık sürecini başlatıyor. Diğer anlaşma ise “Geri Kabul Anlaşması”. Bu anlaşma, AB’ye Türkiye üzerinden giren göçmenlerin Türkiye’ye iade edilebilmesini öngörüyor.
AB’nin on yıldan uzun süredir sertleşen sınır denetim yöntemleri kaçak göçmenleri ve mültecileri caydırmakta başarılı olamadı. Geri Kabul Anlaşması, AB’nin mülteci sorununu AB’ye komşu ülkelere havale etme çabasının yansımasıdır. Bu amaçla AB’ye komşu ülkelere çeşitli “vaatler” ve “rüşvetler” sunulmaktadır. Geri Kabul Anlaşması karşılığında Türkiye’ye, Avrupa’ya vizesiz seyahat edebilme hakkı vadediliyor.
Türkiye’nin ve AB’nin kabul ettiği “Geri Kabul Anlaşması”, iltica hakkını hiçe sayan, temel insan haklarına aykırı, göçmen düşmanı, gerici ve kirli bir anlaşmadır. Irak ve Afganistan’ın işgalini onaylayan, Suriye’de iç savaşı harlayan, Sudan’da, Somali’de emperyalist hegemonya kavgasının uzantısı durumuna getirilen iç savaşların tarafı olup pay kapmaya çalışan, işlerine geldikçe diktatörlük rejimlerini destekleyen Batılı devletler, milyonlarca insanın bu ülkelerden kaçmaya çalışmasında hiçbir payları yokmuş gibi, “kendi” sınırlarını bu yoksul ve çaresiz durumdaki insanlara kapatma hakkını kendilerinde görüyorlar. Avrupa burjuvazisinin yaptığı, insanların evlerini ateşe verip kapıyı da üstlerine kilitlemekten farksızdır. Uçsuz bucaksız çıkarcılık, sınırsız bir yüzsüzlük, bu derece zalimlik, ancak kapitalistlere yakışır. Türkiye de, Avrupa’ya vizenin kaldırılması gibi, ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği belirsiz, sınırlı bazı uygulamalar dışında muhtemelen hayata geçirilmeyecek bir vaat uğruna AB’nin bu kirli göçmen politikasına ortak olmuştur.
Ne dünyamız ne de insanoğlu kapitalist devletlerin kendi egemenlik alanlarını belirlemek üzere çizdikleri sınırlarla var olmadı. Sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte devletler var oldu, sınırlar çizildi. Son yüzyıl içerisinde de insanların seyahat ve göç etme özgürlükleri önce pasaportla, daha sonraları da vize ile sınırlandı. Üretici güçlerin gelişimi, sınıfların ve sınırların olmadığı sosyalist bir dünyanın kurulmasını zorunlu kılıyor. İnsanoğlu eninde sonunda ulus-devletin deli gömleğini parçalayacak, kapitalizmi tüm rezillikleriyle beraber geride bırakacaktır.
link: Zehra Aras, Eurosur: Göçmenlere Yeni Sur, Ocak 2014, https://marksist.net/node/3387
Dershanelerden Özel Okullara Eğitim Sistemi
“Yeni” Toplumsal Sorunları Kim, Nasıl Çözecek?