Kapitalizm, yarattığı her türlü felâketin yanı sıra, kronik hastalıkları ve virütik hastalıkları da arttırıp yaygınlaştırıyor. Ne var ki kapitalist sağlık sistemi, bu hastalıkları tespit, takip ve tedavi etmek için zorunlu olan hastane koşullarını bile sağlayamıyor. Nitekim Covid-19 salgını sırasında yaşananlar, sağlık sisteminin çöküşünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğu gibi, kapitalizmin insanlık için nasıl bir karabasana dönüştüğünü ve çürümenin doruklarında gezindiğini de çok çeşitli yönlerden sergiliyor.
Yıllardır tüm dünyada kesintisiz bir şekilde uygulanan kapitalist saldırı politikalarının yarattığı sonuçlar, toplumsal hayatın her alanında büyük bir yıkımla kendini ortaya koyuyor. İnsan hayatının söz konusu olduğu sağlık alanında ise bu yıkım çok daha çarpıcı biçimde görülüyor. Kamusal hizmetlerde kesintinin ve özelleştirmelerin merkezi bir yer tuttuğu bu politikalar, sağlık sistemini en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile çökertmiş durumdadır. Bu politikalar sonucunda, nüfusa göre hastane ve sağlık personeli sayısı azaltılmış, acil servislerde saatlerce sıra beklenir hale gelmiş, klinik hizmeti alabilmek için beklenen süreler aylar boyutuna yükselmiş, gerekli tedaviyi göremeyen hasta sayısı sıçramalı bir şekilde artmıştır. Öte yandan, sağlık çalışanlarının sayısının azaltılıp iş yüklerinin arttırılması, kesintisiz 24 saate varan akıldışı bir çalışma sistemine maruz bırakılmaları, insan hayatına mal olan hataların alabildiğine çoğalmasına yol açmıştır. Bu noktada en temel sorunlardan biri de sağlık çalışanlarının sendikasızlaştırılıp örgütsüzleştirilmesidir. Kâra dayalı bu sistemin yarattığı sorunlara karşı bilinçlenmenin ve örgütlü bir karşı duruş sergilemenin zeminini alabildiğine daraltan bu olgu, sağlık alanında yaşanan sorunları iyice içinden çıkılmaz hale getirmiştir.
Bugün tüm dünyaya egemen olan neoliberal sağlık politikaları, 80’lerin başlarından itibaren IMF ve Dünya Bankası gibi küresel sermaye kurumlarının “sağlıkta yeniden yapılanma” adı altında dayattığı paketlerle yaygınlaştı. Kamusal sağlık hizmetlerinin payı düşürülürken özel sektörün payının yükseltilmesi, katılım payı uygulamasının norm haline getirilmesi, kamusal sağlık hizmetini “en temel hizmetlerle” sınırlayarak bunun ötesindeki hizmetleri emekçilerin kendi ceplerinden karşılamasının dayatılması, bunun organik bir parçası olarak özel sigortaların zorunlu hale getirilmesi bu paketlerin vazgeçilmez maddeleri arasında yer aldı.
Emperyalist sistemin temel kurumlarından olan Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) politikaları da bu süreçle uyumlu bir değişim göstermişti. SSCB’nin varlığı koşullarında, işçi sınıfına verdiği kırıntıları arttırmak zorunda kalan kapitalizm, “sosyal devlet” söylemiyle kamusal hizmetlere ayrılan payı şimdikiyle kıyaslanmayacak derecede yüksek tutmak zorunda kalmıştı. Sosyalist hareketlerin yanı sıra sosyal demokrasinin de güçlü bir etkiye sahip olduğu bu dönemde, Avrupa’da sosyal güvenlik sistemleri oldukça gelişkindi ve sağlığın temel bir insan hakkı olduğu anlayışı genel kabul görüyordu. Bu anlayış Dünya Sağlık Örgütünün politikalarında da doğal olarak yansımasını buluyordu. Ne var ki 1980’lerle birlikte güç kazanan neoliberal politikalar bu alanı da “reforma” tâbi tuttu, SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle birlikte saldırılar iyice hız kazandı. Burjuvazi IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla hükümetlerin sağlık politikalarını tepeden belirlemeye girişirken, DSÖ de bütçesi dondurularak Dünya Bankası ve özel sektörle çok daha derin bir ortaklığa sokuldu. Dünya Bankasından “sağlık ekonomistleri” istihdam etmeye başlayan DSÖ, emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda belirlenen küresel politikaların temel uygulayıcılarından biri haline geldi.
Sağlık hizmetinin başta özel hastaneler ve ilaç tekelleri olmak üzere şirketlerin ticari faaliyetine indirgenerek metalaştırıldığı bu dönemde, hastalara da doğal olarak müşteri gözüyle bakılır oldu. Amaç müşteri devamlılığını sağlamak, ona en pahalı ürünü satmak ve sosyal güvenlik fonlarını da bu dolayımla soymak olunca, hastalıkların önlenmesi gibi bir hedef de ortadan kalktı. Nitekim neoliberal sağlık politikalarının en temel sonuçlarından biri, kapitalist kâr anlayışıyla bağdaşmayan halk sağlığı yaklaşımının yerini tedavi odaklı yaklaşımın almış olmasıdır. Burada, 30 milyona yakın insanın sağlık güvencesinden yoksun olduğu ABD’de izlenen azgın neoliberal sağlık politikalarına Trump’ın başkan olur olmaz yaptığı iki katkıdan bahsedelim: Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezinin bütçesini kesmek ve Ulusal Güvenlik Konseyindeki pandemi çalışma grubunu dağıtmak!
İnsan sağlığının korunması, hastalık riskinin en aza indirilmesi ve hastalıkların etkin tedavisine dayanan halk sağlığı anlayışı, doğal olarak tıbbi alanın ötesine geçip, çok daha geniş bir perspektifle toplumsal alana, bu alandaki iyileştirmelere odaklanmayı gerektirmektedir. Zira bir toplumun sağlıklı olması ve sağlıklı kalması için her şeyden önce sağlıklı ürünlerle beslenmeye, temiz hava solumaya, sağlıklı koşullarda barınmaya, çalışmaya, dinlenmeye ve sağlıklı sosyal ilişkilere ihtiyacı vardır. Öte yandan aşılama yoluyla salgın hastalıklara karşı bağışıklığın sağlanması da halk sağlığı anlayışının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Oysa kapitalizm, sağlıklı bireyler ve sağlıklı bir toplum için gereken tüm bu koşulların altını dinamitleyen bir sömürü sistemidir.
Türkiye’de de neoliberal sağlık politikaları 1980’li yıllardan itibaren hızla devreye sokulmuştur. Bu politikaların bir uzantısı olarak, Sağlık Bakanlığının ve SSK’nın aşı ve ilaç üretimi durdurulmuş, bu alan tümüyle ilaç tekellerinin sömürüsüne açılmıştır. Sağlık Bakanlığına bağlı aşı üretim birimleri 1990’larda kapatıldı. SSK ilaç fabrikasını “zarar ettiği” gerekçesiyle 2005 yılında kapatansa, bizzat bugün yerli ilaç üretiminin gereğinden dem vuran AKP hükümeti oldu. Oysa bu adım alenen ilaç tekellerinin bu kurumu soymasının önünün düzlenmesi için atılmıştı. En azgın şekilde uygulanmasına AKP hükümeti döneminde tanık olduğumuz neoliberal programların temel parçası olan özelleştirme politikası Türkiye’de sağlık alanında iki koldan ilerlemektedir: Bir yandan yüzlerce özel hastane açılıp bunlar kamusal fonlarla beslenirken, bir yandan da mevcut kamu hastaneleri birim birim özelleştirilmektedir ki, şehir hastanesi denen garabette bu doruk noktasına vardırılmıştır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında Sağlık Bakanlığına bağlı hastane sayısı 774 iken, on beş yıl sonra bu sayı 879’a çıkmıştır.[1] Aynı dönemde özel hastane sayısı ise 271’den 571’e çıkmıştır.[2] Nitekim “devleti şirket gibi yönetmek”le övünen rejim şefinin Sağlık Bakanı da ülkenin en büyük özel hastane zincirlerinden birinin sahiplerindendir!
Devasa “şehir hastaneleri” kurmakla ve Türkiye’yi “sağlık turizminin merkezi” yapmakla övünen AKP hükümetinin Sağlık Bakanlığı, örneğin yaşanan Covid-19 salgınında bıraktık hastalığın tespit ve tedavisini gerçekleştirmeyi, sağlık personelini korumak üzere gereken en basit malzemeleri bile sağlamaktan aciz olduğunu göstermiştir. Sağlık çalışanları maske, eldiven ve dezenfektana ulaşmak için hastane yönetimleriyle ya da bağlı oldukları taşeron şirketlerle boğuşmak zorunda kalmaktadır. Evet taşeron şirketler diyoruz, zira sağlıkta özelleştirmenin önemli bir ayağını da taşeronlaştırma oluşturmaktadır. Hastanelerin pek çok biriminde sadece temizlik ve yemek hizmetlerinde çalışan işçiler değil, bizzat doktor, hemşire, radyolog, hastabakıcı, tıbbi sekreter gibi doğrudan sağlık hizmeti veren işçiler de taşeron şirketlere bağlı çalışmaktadırlar.
Kapitalist sistemde insan sağlığı açısından ölümcül olarak nitelendirdiğimiz her şey, kapitalistler için yaşam kaynağıdır. Temel güdüsü kâr olan bu sistem, hayatın ve üretimin her alanında aynı anlayışa sahiptir. Bu sistemin hüküm sürdüğü dünyada işçi sınıfının büyük bir bölümü gününün yarısını sağlıksız koşullarda çalışarak geçirmekte, bunun karşılığında aldığı ücretle karnını bile doyuramamaktadır. Öte yandan milyonlarca insanın balık istifi bir arada yaşadığı ve çalıştığı kent modeli, kapitalizmle birlikte dünyanın her tarafına yayılmıştır. Bu durum doğanın da yağmalanması anlamına gelmektedir. Yediğimiz yiyecekler, içtiğimiz su, soluduğumuz hava her geçen gün daha fazla zehirlenmektedir. Yeni yerleşimler, madencilik ve endüstriyel tarım uğruna doğanın yağmalanması, bitkilerin ve çiftlik hayvanlarının genleriyle oynanarak ucubeye dönüştürülmesi, yüz binlerce hayvanın daracık alanlara hapsedildiği devasa ölçekli üretimin yaydığı hastalıklar ve diğer sorunlar insanların bağışıklık sisteminde de büyük bir yıkıma yol açmaktadır. Çocukların daha doğar doğmaz alerjiyle, astımla ve hatta kanserle tanışmaları, kapitalizmin bütün bu alanlarda yarattığı ağır tahribatın sonucudur. Hâlihazırda pek çok alanda felâket boyutuna ulaşan bu tahribatın, önümüzdeki süreçte kronik hastalıklarda daha büyük bir patlamanın yanı sıra virütik hastalıkların çok daha sık bir şekilde salgın boyutunda yaşanmasına da sebep olması kaçınılmazdır.
Bu noktada hava kirliliği gibi bir faktörün bile ne kadar yıkıcı olabildiğini biliyoruz. Çeşitli araştırmalar, hava kirliliğinin kanser vakalarında, akciğer hastalıklarında, alerjilerde vb. artışa neden olmanın yanı sıra virütik hastalıkları da daha ölümcül hale getirdiğini gösteriyor. Örneğin Covid-19 ölümleri ve hava kirliliği arasındaki bağlantı konusunda henüz çalışma yapılmamış olsa da, bu koronavirüsün akrabalarından olan SARS’ın hava kirliliğinin yüksek olduğu bölgelerde daha yüksek oranda ölüme neden olduğu saptanmıştır. Bu konuda yapılan bir çalışma, 2003’te Çin’in beş farklı bölgesindeki verilere dayanarak, ölüm sayısının hava kirliliğinin az olduğu bölgelerde %4, hava kirliliğinin yüksek olduğu bölgelerde %7,5, çok yüksek olduğu yerlerde ise %9 arttığını ortaya koymaktadır.[3] Covid-19 açısından da durumun buna benzer olduğu aşikârdır. Öte yandan Covid-19 salgını esnasında Çin’de ve İtalya’da sınai üretimin önemli ölçüde durması ve fosil yakıt tüketiminin belirgin bir şekilde azalması neticesinde hava kalitesinin çok kısa bir süre içinde çarpıcı bir şekilde iyileştiği görülmüştür. Öyle ki, fabrika bacalarından çıkan zehirli atıkların ve enerji üretiminde kullanılan kömürün yol açtığı hava kirliliğinin ölümcül düzeylerde seyrettiği Çin’de bu salgın nedeniyle endüstriyel üretim ve fosil yakıt kullanımının düşmesi, Şubat ayında karbon emisyonunu %25 düşürerek hava kalitesinin ciddi ölçülerde iyileşmesini sağlamıştır. Bilimciler sadece bu nedenle 50 ilâ 75 bin arasında insanın erken ölümden kurtulmuş olabileceğini belirtmektedirler. Bu çelişkili durum, kapitalizmin insanlığı nasıl bir cendereye soktuğunun çok çarpıcı bir örneğidir.
Kapitalizm ölümde de hastalıkta da eşitsizdir!
Kapitalist toplumda zenginlerle yoksullar arasındaki eşitsizlik, yaşarken olduğu gibi ölürken de kendini gösteriyor. Bu bağlamda İngiltere için yapılan bir araştırma çarpıcı sonuçlar içeriyor. Bu araştırmanın sonuçlarını derleyen Marmot 2020[4] Raporu, son on yılda ortalama yaşam süresinin yükselme hızının düşmesinin yanı sıra ölüm oranlarının yükseldiğine dikkat çekiyor. İngiltere’de 20. yüzyılın başlarından bu yana yaşam beklentisinde sürekli yükseliş gözlenirken, 2011’den itibaren bu durumun değişmeye başladığı, söz konusu artışın çarpıcı bir şekilde yavaşladığı görülüyor. Yoksullar içinse yavaşlamanın ötesinde, durma, hatta dönem dönem düşme söz konusu. Burjuva tıp âlemindeki yaygın anlayış, bu kötüleşmeyi kışların daha soğuk geçmesine ve ağır grip salgınlarına bağlıyor. Oysa İngiliz sağlık sisteminin verilerini inceleyen söz konusu rapor, yaşanan durumun sorumlusunun doğrudan yoksullaşma ve neoliberal kesinti politikaları olduğunu ortaya koyarak şu sonuca çıkıyor: Eşitsizlik sadece hastalıklara daha kolay yakalanmamıza değil daha çabuk ölmemize de yol açıyor!
2008 krizinin yıkıcı etkilerinin yaşandığı son on yıllık dönemde kapitalist devletlerin emekçilerden kıstıklarını sermayeye aktardığı ve eşitsizliği daha da arttırdığı biliniyor. Tüm veriler, bu eşitsizliğin sağlığa ve ömre doğrudan yansıdığını da gösteriyor. Marmot 2020 Raporu, sosyal hizmetlere yönelik kamu harcamalarının milli gelire oranının son on yılda %42’den %35’e, sağlık harcamalarının oranının ise %21’den %17’ye indiğine dikkat çekiyor. Çocuk yoksulluğundaki artış, çocuk merkezlerinin kapatılması, eğitime ayrılan bütçenin kısılması, güvencesiz işlerin artması, konut sorununun ve evsiz sayısının artması, yoksulların ve engellilerin ihmal edilmesi gibi pek çok sonucu olan kesinti politikaları, aynı zamanda işçilerin ömrünü kısaltırken sağlık sorunlarının da artmasına yol açıyor.
Araştırmalar, İngiltere’de en yoksul mahallelerde yaşayanların (ki bunların büyük bir bölümünü göçmenler oluşturuyor) en zengin mahallelerde yaşayanlardan 7 ilâ 10 yıl daha erken öldüklerini göstermektedir. 100 bin kişi başına ölüm sayısına bakıldığında da, zenginlerle yoksullar arasında, bölgelere göre 2 ilâ 3,5 kat arasında bir fark görülmektedir. Sağlıklı yaşam söz konusu olduğunda ise zenginlerle yoksullar arasındaki fark uçurum boyutlarına varmaktadır. En varlıklı kesimler ömürlerinin son 17 yılında sağlık sorunları yaşamaya başlarken, en yoksul kesimlerde bu 32 yıla çıkmaktadır. Üstelik zenginler sağlık sorunlarını 70’li yaşlardan itibaren yaşarken, yoksullarda bu 50’li yaşlara inmektedir.
Sağlıklı beslenen, yıpratıcı çalışma ve yaşam koşullarından uzak olan, önleyici bakım ve sağlık hizmetlerine kolayca ulaşabilen zenginler, tüm dünyada yoksullarla kıyaslandığında kronik sağlık sorunlarıyla çok daha az ve çok daha ileri yaşlarda karşılaşıyorlar. Bu durum, virütik hastalıklardan etkilenme düzeylerinde de belirleyici oluyor. Bu olgu, Covid-19 üzerine yapılan bazı araştırmalar ve Çin kaynaklı istatistiklerce de doğrulanıyor.[5] Söz konusu veriler, kronik hastalık ve yoksulluk koşullarının bu hastalığı ölümcül hale getirebileceğini gösteriyor. Bunun yanı sıra, normalde 70 yaş üstünde risk faktörü artarken, yoksullarda bunun 55 yaşa kadar düşebileceği belirtiliyor.
Zenginlerin aleni bir salgın durumunda riskli ortamlardan uzaklaşma şanslarının işçilerle kıyaslanmayacak denli yüksek oluşunun yol açtığı düşük risk durumu da cabasıdır. Nitekim Covid-19 salgın boyutuna gelir gelmez zenginler doktorlarıyla birlikte güvenli yerlerdeki konforlu sığınaklarına kaçarken, yüz milyonlarca işçi en sağlıksız ortamlarda kalabalıklarla iç içe çalışmaya, toplu taşıma araçlarını kullanmaya vb. devam etmek zorunda kalmıştır. Yani neresinden bakılırsa bakılsın, “virüs çok demokratik; zengine de bulaşıyor yoksula da” iddiasının hiçbir gerçekliği yoktur.
Çalışanlarının Covid-19 gibi ağır grip salgınlarına maruz kalmaları kapitalistleri sadece işgünü kaybına uğramaları bağlamında ilgilendirmektedir. Pek “vicdanlı”, sorumluluk sahibi ve duyarlı şahsiyetlerin, medyadaki köşelerinden ya da sosyal medyadan, sokağa çıkanları “sorumsuz, vurdumduymaz, vicdansız” ilan etmekte birbirleriyle yarıştığı bugünlerde, fabrikalarda milyonlarca işçinin çalıştırılmaya, servislerde tıklım tıkış taşınmaya devam ettirilmesi, durdurulan işyerlerinde ise ücretsiz izinlerle açlığa mahkûm edilmesi kimsenin umurunda değildir. Ölüm oranlarının oldukça yüksek olduğu İtalya’da, Fiat ve diğer pek çok fabrikanın işçileri ancak greve giderek fabrikalarda çalışmaya zorlanmaktan kurtulabilmişlerdir. Bu isyanın yayılmaya başlamasının ve aynı günlere denk gelen borsa çöküşlerinin ardından Mercedes, Fiat, Ford, Toyota gibi otomobil tekelleri İtalya, İspanya ve hatta Türkiye’de üretime ara verme kararı almışlardır. İşçilerin çalışmadıkları süre boyunca ücretlerini alıp alamayacakları ise belli değildir. Yani kapitalizm altında işçiler nihayetinde aç kalmakla hastalanmak arasında son derece “demokratik” bir tercihle yüz yüze kalırken, patronlar her türlü krizi fırsata çevirme olanağını tepe tepe kullanmaktadırlar!
Burjuvazinin ikiyüzlülüğü ve sahtekârlığı, “yaşlıların hayatını kurtarma” argümanıyla meşrulaştırılmaya çalışılan “salgın önlemleri”nde de kendisini göstermektedir. Diğer pek çok salgın hastalık gibi Covid-19’un da en çok yaşlıları ve kronik hastalıklara sahip olanları risk altına soktuğu bilinirken, burjuva devletlerin buna karşı aldıkları tek önlem onları eve kapanmaya zorlamaktır. Oysa salt bu karar bile yalnız yaşayan milyonlarca yaşlıyı ölüm, yaralanma, hastalık gibi ciddi risklerle baş başa bırakmak anlamına gelmektedir. Öte yandan, sosyal koruma programlarını neredeyse ortadan kaldıran, emekli maaşlarını düşüren, yaşlı bakım merkezilerinin sayısını ve hizmet kalitesinin azaltan, sağlık hizmetlerini gün be gün sınırlayan ve emekliler için bile paralı hale getiren kapitalist politikalar düşünüldüğünde, yaşlıların kitlesel bir şekilde hayatlarını kaybetmeleri için ekstradan bir virüsün var olmasının gerekmediği de açıktır.
Covid-19’un gösterdikleri
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, burjuvazi tam da çöküşe doğru hızla ilerleyen bir ekonomik kriz sürecine “denk gelen” bu hastalığı, krizin üstünü örtmek, bu vesileyle izlenecek politikaları meşrulaştırmak ve kitleleri felçleştirip pasifize etmek için küresel ölçekte bir kâbus senaryosuna dönüştürmüştür. Bu virüsün doğal süreçlerin sonucu olarak mı insana bulaşıp salgına dönüştüğü, yoksa emperyalist hegemonya mücadelesinin bir aracı olarak kullanılırken mi kontrolden çıkıp yayıldığı ayrı bir tartışmanın konusudur. Neticede egemenler, dünya kapitalizminin şiddetle sarsılmasını sistemin doğasından kaynaklanan krizle değil virüsle açıklamaktadırlar. Dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir manzara söz konusudur. Burjuva medya kitleleri neredeyse 24 saat koronaya kilitlemiş ve sokağa çıkma yasağına varan baskıcı uygulamalarla korku ve panik daha da körüklenmiştir. Aylardır sokakta olan işçilerin ve emeklilerin koronavirüs bahanesiyle evlerine kapanmak zorunda bırakıldığı Fransa’da Macron “savaştayız” derken, Almanya’da Merkel İkinci Dünya Savaşından bu yana görülen en büyük krizle karşı karşıya olunduğunu söylemektedir. İtalya başbakanı Conte de ona katılmaktadır. Peki iddia edildiği ölçüde ölümcül bir virüs tehdidinin bulunması durumunda yapılması gerekenler yapılmış mıdır? Hayır! Bu salgın sırasında burjuva hükümetlerin ilk tepkisi, testleri yaygınlaştırarak hastalığın gerçek yayılımını tespit etmekten uzak durmak, böylelikle vakaların bilinirliğinin önüne geçmek olmuştur. Neoliberal politikalarla çökertilen sağlık sisteminin kitlesel bir hasta yükünü kaldıramayacağı bilindiğinden, tedavisiyle ilgilenilecek hasta kitlesini mümkün olduğunca sınırlama yoluna gidilip milyonlarca emekçi bilinmezlik ve panikle baş başa bırakılmıştır. Küresel bir salgın durumu, mantıken, sağlık sektörünün teşhisten tedaviye, bakımdan önleyici tedbirlere her alanda ve dünya çapında kolektif bir çabayla hareket etmesini gerektirir. Oysa kapitalizmin ruhunun bunun gereği olan planlamaya da, kâr güdüsünün bir tarafa bırakılıp insan sağlığına odaklanılmasına da aykırı oluşu, böylesi bir çabanın önüne daha baştan set çekmiştir. Aksine özel mülkiyet ve kâr düzeninin aygıtlarının bu durumu her açıdan fırsata çevirmeye odaklandığı bu süreçte, emperyalist ilaç tekelleri de ihtiyaç duyulan aşı ve ilacı önce kendileri üreterek buradan aşırı kârlar elde etmeye girişmişlerdir. Çok sayıda ülkede ayrı ayrı yürütülen ve her biri ilaç tekelleri tarafından gizli tutulan bu çalışmaların, hem maddi açıdan hem de insan gücü açısından çok büyük bir kaynak israfına yol açmasının yanı sıra en işe yarar tedavinin ve aşının bulunmasını geciktirdiği açık değil midir? Açıktır ama kapitalist kâr mantığı açısından bunun hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, nihayetinde elde edilecek tatlı kârlardır.
Kâr odaklı bu anlayışın vardığı insanlık dışı noktaya dair pek çok örnek verilebilir. Meselâ binlerce insanın yoğun bakım desteğine ihtiyaç duyduğu bir durum yaşanırken, mevcut cihazların, aparatların vb. yetersiz gelmesi durumunda bile şirketlerin patent haklarını vb. devreye sokarak kendileri dışında üretimin yapılmasını engellemeye çalışmaları akıl alır gibi değildir ama gerçektir. Bu konuda her gün bir yenisini duyabildiğimiz çarpıcı haberlerden biri şöyledir: “Korona virüsünün hızla yayıldığı İtalya’da yoğun bakım tedavisinde kullanılan solunum cihazı vanası yokluğuna üç boyutlu (3D) yazıcıyla çare bulan gönüllüleri, vana üreticisi şirket dava açmakla tehdit etti. Bir grup gönüllü vanaları, 1 dolar maliyetle ve üç boyutlu (3D) yazıcıyla üretti. Vanaları 11 bin dolara satan imalatçı firma ise gönüllülere üretimi derhal durdurmalarını bildirerek dava açma tehdidinde bulundu.”[6] Hastanelerin yana yakıla bu vanalardan aradığı, bir firmadaki gönüllülerin harekete geçerek önce acil ihtiyaç için üretici firmadan vana kalıplarını istediği, patent haklarıyla ilgili davayla tehdit edilmeleri üzene 3D yazıcılarla kendilerinin sınırlı bir üretim gerçekleştirdiği bir durumda, sermaye sahneye işte bu vahşi yüzüyle çıkmaktadır!
Bu salgın sürecinde burjuva devletlerin milliyetçi tutumları da insanlık için ayrı bir ibret kaynağıdır. Hastalık ortaya çıktığında bütün devletler bunu önce Çin’in meselesi olarak görmüş, büyük emperyalist güçler rakip bir gücün zayıflamasını fırsata dönüştürmeye kalkışmışlardır. Virüsün diğer ülkelerde de olduğu açıklandıktan sonra ise bu kez aşırı doz izolasyonizm ve nasyonalizm devreye sokulmuştur. Küresel bir salgından söz edilmesine rağmen, ABD başkanı Trump bir Alman şirketinin üzerinde çalıştığı aşının patentini almak için şirkete teklifte bulunurken, hiç utanmadan bu aşının sadece ABD’de kullanılacağını söyleyebilmiştir. AKP hükümetinin “salgın küresel, mücadele ulusal” sloganıyla doruğuna vardırdığı milliyetçi bönlük de bir diğer örnektir. Ne var ki ulus-devletlerin yapay sınırlarını aşarak yayılan bu virütik hastalık, milliyetçiliğin de, kapitalizmin de insanlık için nasıl deli gömleğine dönüştüğünü ayan beyan ortaya koymaktadır.
Öte yandan burjuvazi işçi sınıfının inisiyatifi ele geçirmesine hiçbir şekilde izin vermemek için her türlü yasağı devreye sokmakta, sadece bununla da kalmayıp emekçilerin psikolojisini çökerterek onları etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Egemenlerin, milyonların gözünün içine baka baka her türlü yalanı söylediklerini, her türlü manipülasyonu gerçekleştirebildiklerini, ellerinin altındaki medya sayesinde bunu en gerçekçi formlara bürüyebildiklerini işçi ve emekçiler asla unutmamalıdırlar. Burjuvazinin kendi çıkarları için her türlü abartmaya başvurabildiğini ya da gerçek tehditler ve riskler karşısında sınırsız bir umursamazlık içinde olabildiğini sayısız örnekten biliyoruz. Bu gerçeklik ortadayken, burjuvazinin, onun medyasının ya da bilimcilerinin açıklamalarına inanıp sağlıklı bilgilere ulaşmayı beklemek mümkün değildir. Bu noktada başta sağlık çalışanları olmak üzere işçi sınıfının örgütlülüğü kritik bir önem taşımaktadır. Burjuvazinin yalanla, milliyetçilikle, kâr güdüsüyle yarattığı yıkımın önüne ancak işçi sınıfının enternasyonalist birlik, dayanışma ve mücadelesiyle geçilebilir. Gerçek riski saptamak, tüm önlemleri almak ve hastalıklarla savaşmak için gerekli kaynakları hiçbir kâr kaygısı olmadan harekete geçirmenin yanı sıra, yiyecekten hijyenik malzemelere kadar tüm ihtiyaç malzemelerinin teminini garanti ederek, bu alanda her türlü spekülasyonun, vurgunun, karaborsanın önüne geçerek ve kitleleri doğru temellerde bilgilendirerek paniği engellemek de ancak böyle mümkün olabilir.
[1] Oysa bu süreçte 10 milyona yakın bir nüfus artışı yaşanmış, bunun da ötesinde kentsel nüfus oranı %60’tan %88’e yükselmiştir.
[2] Yatak sayısı açısından durum çok daha çarpıcıdır. 2002’de Sağlık Bakanlığına bağlı hastaneler 107 bin, özel hastaneler 12 bin civarında yatağa sahipti. 2017’de bu sayılar 135 bine 49 bin idi. Yani Sağlık Bakanlığının yatak sayısı 1,2 katına çıkarken, özel hastanelerde 4 katına çıkmıştır. Yoğun bakım yatak sayısı ise, hastane sayıları arasındaki farka rağmen aşağı yukarı eşittir.
[4] College London Üniversitesine bağlı Sağlıkta Eşitlik Enstitüsünün (IHE) yayınladığı bu rapor, salgın hastalıklar ve kamu sağlığı uzmanı Prof. Michael Marmot’un başkanlığındaki ekip tarafından hazırlanmıştır. 2010 tarihli bir önceki raporla karşılaştırmalar yaparak bugünkü durumu analiz etmektedir.
link: İlkay Meriç, Sağlıkta Kapitalizm Virüsü, 27 Mart 2020, https://marksist.net/node/6869
Çöküşün Bahanesi: Pandemi
Egemenlerin Gör Dediğine Gözlerini Kapat!