Kapitalizm bir kez daha derin bir krizle sarsılmaktadır. Milenyum dönemecinden itibaren tarihsel bir sistem kriziyle boğuşan kapitalizmin periyodik krizler silsilesine yeni bir tanesi daha eklenmiştir. 2008 krizi 2001’dekinden çok daha derin, yaygın, küresel ve eşzamanlıydı; 2020 krizi onu da aşıp geçmeye adaydır.
2020 Mart ayının ikinci ve üçüncü haftası, kapitalizm tarihindeki en büyük çöküşler listesine en üstten girmeye aday haftalar olarak kapandı. Dünya finans sisteminin kalbi durumundaki Wall Street bu süreçte defalarca ve üstelik bir gün içerisinde bile birden çok kez, aşırı satış dalgası nedeniyle işlemlere kapatıldı. 9 Mart Pazartesi günü yaşanan satış dalgası tüm dünyayı peşinden sürükleyerek finans dünyasına korku saldı. Pazartesi günkü düşüş oranları neredeyse 2008 krizindeki oranlara varmıştı. 12 Mart Perşembe günü yaşananlarsa adeta “o da bir şey miydi” dedirterek ve “finans dahilerine” ecel terleri döktürerek, yaşanmakta olanın, kapitalizm tarihindeki en büyük çöküşlerden birinin başlangıcı olduğunu ortaya koydu. “Kırmızı Pazartesi”, “Kara Perşembe” derken, bu süreçte her yeni gün bir önceki düşüş rekorlarının kırıldığı bir gün haline geldi. Merkez Bankalarının olağanüstü toplantılarla büyük faiz indirimlerine gitmesi ve hükümetlerin açıkladığı destek paketleri bile işe yaramadı ve düşüş devam etti.
Zira yaşananlar, alışıldık “düşüş dönemleri”nden çok daha fazlasıydı. Normalde böyle dönemlerde borsalardaki hisse senedi fiyatları hızla düşer ve para, altın ve devlet tahvilleri gibi “güvenli liman” olarak adlandırılan alanlara kayardı. Ancak bu kez panik o kadar büyük ve derindi ki, yalnızca hisse senetleri değil, altın, tahvil, hammadde kontratları vb. ne varsa her şey elden çıkartılmaya çalışıldı ve hepsinin de fiyatları çakıldı. ABD’nin en geniş tabanlı borsa endeksi S&P 500, 12 Martta yüzde 9,5 oranıyla, 1987’den beri yaşanan en büyük günlük düşüşü gerçekleştirdi. Ama bu bile takip eden günlerdeki düşüşün yanında sönük kaldı; 16 Martta sanayi endeksi Dow Jones bir günde yüzde 13 düştü![1] Avrupa borsalarında çöküş daha da derin oldu. 12 Mart Perşembe günü, Avrupa borsalarının bileşik gösterge endeksi olan Stoxx Europe yaklaşık yüzde 11,5 düşerek tarihinin en sert düşüşünü yaşadı. Avrupa’nın en büyük ekonomilerinden Almanya ve Fransa’da borsalar yüzde 12’nin üzerinde düşerken, İtalya’da düşüş yüzde 17’ye vardı. Düşüşlere haftalık bazda bakıldığında, yaşananın tarihin en hızlı düşüşü olduğu görülüyor. Son bir ay içindeki düşüşlerle Avrupa borsalarında işlem gören şirketlerin piyasa değerindeki kayıp 5 trilyon doları geçti! Amerikan borsalarının iki haftalık kaybı ise 15 trilyon dolara ulaştı.
Dolayısıyla yaşanan şey bir “gerileme”, “düşüş” vb. değil, ilk olarak finansal alandaki çöküşle kendini dışa vuran son derece sarsıcı bir krizdir. Ve şunu söylemek kesinlikle mümkün: Bu daha başlangıç! Bugün yaşanmakta olan çöküşün yalnızca finans alanıyla sınırlı kalmayacağı açıktır. Zira olgunlaşıp açığa çıkmaya başlayan kriz, arızi nedenlerle patlak veren bir finans krizi ya da mali kriz değildir. Esas kriz üretim alanında zaten nicedir (bir kez daha) olgunlaşmaktaydı. Daha şimdiden fabrika ve işyerleri kapanmaya başlamış, işten çıkarmaların önü açılmıştır.
Perşembenin gelişi Çarşambadan belliydi!
Başta ABD borsaları olmak üzere dünya borsalarında 2009 yılından bu yana (aradaki nispeten önemsiz düşüşler bir yana) neredeyse kesintisiz bir yükseliş söz konusuydu. 120 aylık bu rekor yükseliş süreci aslında bağıra bağıra ciddi bir çöküşün yaklaşmakta olduğuna işaret etmekteydi. Ama büyük finans ağaları, hem kendilerini hem de “küçük yatırımcıları” kandırmaya devam ettiler. Her gerileme sinyali, gündelik gelişmelere bağlandı ve gelip geçici sayıldı. Suçlu kimi zaman ABD-Çin arasındaki ticaret savaşıydı, kimi zaman Kuzey Kore’nin füze denemeleri, kimi zaman da ABD’nin İran’a dönük emperyalist saldırganlık girişimleri. Onlara göre bu “jeopolitik gelişmeler” olmasa aslında işler gayet de yolundaydı ve 2020’de her şey çok daha güzel olacaktı.
Finansal piyasalarda balon şişmeye devam ettiği sürece bu havadaydılar, bunun bir balon olduğunu bile kabul etmiyorlardı. Oysa bu yükselişin temelinde emperyalist metropollerdeki Merkez Bankalarının yaptıkları faiz indirimleri ve piyasaya para saçmaları yatmaktaydı. Ucuz hatta sıfır faizli krediler ve finansal piyasalara enjekte edilmek üzere karşılıksız basılan nakit paralar, talebin artacağına dair beklentinin olmayışı ve düşük kâr oranlarından ötürü yeni yatırımlara değil, borsalara aktı. Bir yandan düşen faizler nedeniyle küçük birikimlerini korumak isteyenler için borsaların tek cazip yatırım alanı haline gelmesi, bir yandan da büyük şirketlerin bu “bedava” kredilerle kendi hisse senetlerini toplamaya girişmesiyle borsalar şiştikçe şişmeye devam etti.
Ama finansal alan üretim alanından ne kadar uzaklaşır görünürse görünsün, son tahlilde ondan kopup kendi başına hareket edemez. Uzun zamandır reel ekonomiye dair göstergeler durumun hiç de iyi olmadığını söylemekteydi. 2008 krizinden bu yana Avrupa ekonomileri zaten belini doğrultabilmiş değildi. En iyi durumdaki Almanya bir yandan yüzlerce milyar avroluk bütçe fazlası verirken diğer yandan sıfır büyümenin sancılarından kurtulamıyordu. 2019 yılının son çeyreğinde yüzde 0,1 büyüyebildiği için zil takıp oynar hale gelmişti, zira yine negatif rakamlar gelseydi artık resmen krize (onlar buna resesyon diyor) girmiş olacaktı. Bir diğer dünya devi durumundaki Japonya, geçen yılın son çeyreğinde yüzde 7,1 gibi çok ciddi bir küçülme yaşadı. Çin ekonomisi son birkaç yıldır zaten giderek yavaşlıyordu; geçmişteki çift haneli büyüme oranları artık tatlı bir düş olmuştu Çin kapitalizmi için. Burjuva iktisatçılar, dünya devleri içerisinde bir tek Amerikan ekonomisinin hafif de olsa toparlanma belirtileri göstermesiyle kendilerini avutuyorlardı ama orada bile büyüme oranları yüzde 2’yi geçemiyordu. 2019’un son çeyreğinde, gerek Dünya Bankası, gerek IMF gerekse de büyük finans şirketleri, 2020 yılına dair tüm büyüme tahminlerini düşürmek zorunda kalmışlar ve zor bir yıl olacağını açıklamışlardı. Talep giderek düşmekteydi, perakende satışlar azalmaktaydı, tüketici güven endeksleri ya yerinde sayıyordu ya da düşüşteydi, petrol ve bakır gibi sınaî üretim için önemli ve gösterge niteliğindeki hammadde fiyatları hem arz fazlası hem de talep yetersizliği nedeniyle geriliyordu, stoklar artarken yeni siparişler azalıyordu. Reel ücretler ya yerinde sayıyor ya da geriliyordu, işsizlik dalgalı bir seyir izlerken göreli daha yüksek büyüme oranına ulaşabilen ekonomilerde bile istihdamda ciddi bir artış yaşanmıyordu. Bu arada gerek tek tek kişilerin gerek şirketlerin gerekse de devletlerin borç yükü her gün yeni rekorlar kırmaktaydı.
Nesnel zemin zaten olgunlaşmışken, güven duygusunun giderek azalması ve tedirginliğin giderek artması, olgunlaşan krizin açığa çıkması için tüm koşulların da olgunlaştığı anlamına gelir. Geriye paniği başlatacak küçük bir olayın patlak vermesi kalır, ardından her şey çorap söküğü gibi gelir. Bıçak sırtındaki piyasalar küçücük bir dokunuşla tepetaklak aşağı yuvarlanıverirler. Bu kez de farklı olmamıştır.
Sebep virüs mü?
Marksizm kapitalizmin krizlerden kurtulamayacağını ortaya koymuştur. Krizler kapitalizmin çelişkilerini ortaya sererken aynı zamanda onun birikmiş sorunlarının da geçici çözüm yoludur. Bir başka deyişle krizler, hem hastalıklı bir toplumsal iktisadi yapının kanıtıdırlar, hem de bu hastalığın geçici çözümüdürler. Kapitalizm, krizlerle birlikte yaşar ve onlardan geçerek ilerler. Ne var ki, burjuva iktisadı bu gerçeğin reddi üzerine kuruludur. Ona göre krizler, kapitalizmin içsel işleyişinin sonucu değil, dışsal faktörlerin yarattığı tesadüfî ve istisnai şoklardır. Sözde bu tesadüfî dışsal etkenler sistemi krize sokar, bir süre sonra da sistem kendisini toparlar. Bu dışsal faktörler, “jeopolitik gelişmeler”, savaşlar, doğal afetler, hükümetlerin ciddi yanlış kararları, hatta göktaşı çarpması bile olabilir. Onlara kalırsa, virüs salgını da bu tip bir tesadüfî (hesapta olmayan) dışsal faktördür ve kapitalizmi krize sürüklemiştir.
Oysa yukarıda aktardığımız veri ve olgular, kriz işaretlerinin salgından çok daha önce yeterince belirgin bir şekilde ortaya çıktığını göstermektedir. Dünya ekonomisindeki büyüme yıllardır hayat vaat etmeyen, cansız ve sürüngen bir karakter almıştı. Şimdi sanki böyle bir durum yokmuş gibi, yaşanan çöküşün salgına bağlanmasının amacı bellidir: kapitalizmi aklamak. 2008 krizini yönetmek için uygulamaya soktukları araçlar, tam bir çöküşü engellediyse de fatura emekçilere kesildiği için kitlelerin artan yoksullaşmasını ve kaçınılmaz olarak yükselen toplumsal hoşnutsuzluk ve tepkileri de beraberinde getirmişti. Şimdi bir kez daha kriz patlak vermişken aynı yöntemleri hayata geçirmenin kitleler tarafından kolayca kabullenilmeyeceğinin farkındadırlar. Bu tedbirleri meşrulaştırmak, “bu kez çok farklı” havasını yaratarak aldıkları tedbirlerin halkın sağlığı ve ekmeği için olduğunu kitlelere yutturabilmek için alabildiğine abartılı bir salgın tablosu çiziyor ve bunu bir bahane olarak kullanıyorlar. Burjuvazi böylelikle yalnızca kapitalist sistemi temize çıkartmaya çalışmakla kalmıyor, bizzat kendisinin körüklediği panik havasıyla, büyük finans kuruluşlarına bir kez daha on trilyonlarca dolar aktarılmasının yanı sıra doğabilecek toplumsal tepkiyi bastırmak için polisiye tedbirlerin alınmasını da meşrulaştırmak istiyor.
Burjuva hükümetler salgının belli bir aşamasında devreye soktukları toplu karantinalar vb. ile bizzat kendilerinin körükledikleri bir panik havası yaratmışlar ve bunu kendi çıkarlarına kullanmaya girişmişlerdir. Panik bir kez başlayınca bir girdap gibi her şeyi içine çekmiş, hesaplananların yanı sıra hesaplanmayan ters sonuçlar da doğurmuştur. Salgını yavaşlatmak adına alınan idari önlemler birçok ülkede gündelik yaşamı felç etmiş, hizmet sektöründeki faaliyetler durma noktasına gelmiş, kimi üretim dallarında da faaliyetler kesintiye uğramıştır. Çin gibi dünyanın hem imalathanesi hem de ara malı üreticisi olan bir ülkenin ekonomisinin alabildiğine yavaşlatılması ve dış ticaretinin sınırlandırılması, diğer ülkelerdeki kimi üretim dallarında da isteseler bile üretim yapamadıkları bir durumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ancak burjuva zirvelerin, çöküşten bu kez kaçınamayacaklarını gördüklerinden bu tür sonuçlara katlanmayı göze almış olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Son haftalardaki borsa çöküşünün nedenini, koronavirüsün yanı sıra petrol fiyatı savaşında arayan yorumların yapıldığını ve bu yorumların kimi “solcu iktisatçılar” cenahında da rağbet gördüğünü biliyoruz. Oysa petrol fiyatlarındaki düşüş yeni bir olgu değildir, 2018 yazından bu yana düşüş devam etmektedir.[2] Bu düşüş eğilimi, doğrudan doğruya, Çin ve Hindistan gibi yükselişteki ülkelerin ekonomilerinde o tarihlerden itibaren başlayan yavaşlamayla ve bundan kaynaklı talep düşüşüyle bağlantılıdır. Avrupa ekonomilerinin, en başta da Almanya’nın 2008 krizinden beri zaten yerlerde sürünen büyüme oranlarının yine aynı dönemde hepten sıfırlanması ve daralmaların görülmesini de buna eklemek gerekir. Dolayısıyla petrol fiyatlarındaki düşüş krizin nedeni değil aslında sonucudur. Petrol fiyatları üzerinden yürütülen savaş enerji sektöründe faaliyet gösteren dev şirketlerin bazılarını sıkıntıya sokup iflas noktasına getirerek krizin derinleşmesinde rol oynuyor. Yeri gelmişken bu fiyat savaşının uluslararası rekabeti kızıştırdığını, yeni çatışma dinamikleri yarattığını ve zaten yürümekte olan emperyalist paylaşım savaşına yeni boyutlar katmaya aday olduğunu da belirtelim.
Salgın bahane, teşvikler ve OHAL şahane!
Artık daha fazla ertelenemeyeceğini burjuva zirveler de görmüş olsa gerek ki, çöküşü kontrol altında tutmak için bir yandan “panik yapmayın” diyerek paniği beslerken, bir yandan da bu dev yangından neleri kurtarmaları gerektiğine karar verip, bu kurtarma için gerekli fonları ayarlama gayretindeler. Tüm ülkelerde burjuva hükümetler ve Merkez Bankaları “salgının ekonomik yıkıma yol açmaması” bahanesiyle yeni paketler açıklıyorlar. Faizler düşürülüyor, sıfıra indiriliyor ya da negatif faize geçiliyor. Piyasada nakit para sıkıntısının doğmaması için gereken paranın basılıp piyasaya sürüleceği garantileri veriliyor. Bunları vergi indirimlerinin, şirketlerin birikmiş vergi ve prim ödemelerinin ya da borçlarının ertelenmesinin, kısa çalışma ve esnek çalıştırma uygulamalarının yaygınlaştırılmasının izleyeceği kesindir. Türkiye’de bu önlemlerin maliyetinin her şeyden önce İşsizlik Fonundan karşılanmasına çabalanacağından da şüphe yoktur. Bir yandan büyük bir panik yaratıyorlar, üç-beş kişiden fazlası bir araya gelmesin diyorlar ama öte yandan yüzlerce ve binlerce işçinin en sağlıksız şartlarda fabrikalarda çalışmaya devam etmesini istiyorlar. Üstelik de “biz işçileri çalıştıralım ama para vermeyelim” diyerek, hiç utanıp sıkılmadan “ücret yükünü (!) devlet karşılasın” talebini dillendiriyorlar. Tüm ülkelerde burjuvaziye aktarılacak kaynakların emekçilere “siz işinizi kaybetmeyin diye” şeklinde yutturulmaya çalışılacağını biliyoruz. Buna inanmayıp tepki göstereceklere ise ilan edilen OHAL’in sopasının gösterileceği açıktır.
Devlet terörü boyutlarına varan toplu karantina uygulamaları, OHAL ilanları, sokağa çıkma yasakları daha şimdiden birçok ülkede hayata geçirilmiş durumdadır. Çin’de, İtalya, İspanya, Fransa, Almanya, İngiltere, Hindistan, Şili, Arjantin, İsrail’de durum budur, ABD’de de “acil durum” ilan edilerek hükümete ek yetkiler bahşedilmiştir. Bu listeye her geçen gün yeni ülkeler eklenmektedir. Yarattıkları panik havası o denli işlevseldir ki, salgının henüz ciddi bir boyut kazanmadığı ülkelerde bile hükümetler, “salgın büyümeden önüne geçme” gerekçesiyle fırsattan istifade OHAL ilan ediyorlar. Sanki halk sağlığı çok da umurlarındaymış gibi. Tüm bu kapitalist ülkelerde onyıllardır uygulanan neoliberal politikalarla parasız sağlık hizmetleri, devlet hastaneleri ya tasfiye edilmiş ya da büyük ölçüde işlevsiz hale getirilmişti. Berbat hale gelen kamu sağlık hizmetlerinden sıdkı sıyrılan emekçi kitleler özel hastanelere yönlendiriliyor, bu yönlendirmeyi teşvik etmek için özel hastanelerdeki harcamaların önemli bir bölümü de yine devlet tarafından (yani aslında emekçilerin vergileriyle) karşılanıyordu. Yine neoliberal amentü gereği halk sağlığı merkezleri ve bunların çalışmaları ya sonlandırılmış ya da asgariye indirilmişken, önleyici tıp uygulamaları hepten sonlandırılmıştı. Hastalıklarla daha ortaya çıkmadan savaşmak yerine, hastalıkların tedavisi yaklaşımı öne çıkarılmış, böylelikle özel sağlık sektörüne müşteri yaratılması öncelik haline getirilmişti.
İşte tüm bunların sorumlusu olan burjuvazi ve onun hükümetleri bugün karşımıza çıkmış, hiç utanmadan “halk sağlığını korumak” üzere atmak zorunda kaldıkları adımları sıralayarak, bunlara titizlikle uymamız çağrısında bulunuyorlar. Oysa gerçek çırılçıplak ortadadır: Halk sağlığını tehlikeye atan, kapitalizm ve onu koruyan burjuva hükümetlerdir. Yapılması gereken bellidir: Tüm emekçilere parasız ve nitelikli sağlık hizmeti sunmak, salgının boyutlarını saptamak için yaygın ve genel bir tarama yapmak, salgından ağır etkilenen ve hastane bakımına ihtiyaç duyan tüm emekçilerin gerekli tedavilerini ücretsiz sağlamak, tüm bunlar için hızla yeni hastaneler inşa etmek, bakım ve destek ünitelerini üreterek kullanıma sunmak. Bunlar için gerekli kaynaklar fazlasıyla vardır! Ama burjuvazi, bu işler için en zengin ülkelerde bile topu topu birkaç on milyar dolar kaynak ayırırken, büyük şirketlerin zor duruma düşmemesi için trilyonlarca dolarlık destek paketlerinin hazır olduğunu gururla ilan ediyor. Örneğin ABD’yi ele alalım; salgınla mücadele için 50 milyar dolar; şirketler için tam 1,5 trilyon dolar. Avrupa’nın en büyük ekonomisi olan Almanya’da da durum farklı değil; hükümet, “koronavirüsün firmalar üzerindeki etkisini gidermek için sınırsız likidite verileceği taahhüdünde” bulunup “eldeki paranın sınırsız olduğu”nu ilan ederken, umursamaz bir havada, salgının Alman nüfusunun yüzde 70’inden fazlasını etkilemesini beklediklerini açıklıyor. Avrupa Birliği, “mali teşvike izin veren kriz maddesini çalıştırmaya hazırız” deyip, hükümetlerin harcama kısıtlamalarını ve bütçe dengesini gözeten sınırlamaları kaldırdığını ilan ediyor. Avrupa Merkez Bankası, ilk planda 120 milyar avroluk varlık alımı yapacağını (yani bono çıkartabilecek kadar büyük şirketlere borç vereceğini) açıkladı. Çin hükümeti de faiz indirip, para saçma şölenine 1,6 trilyon yuanla (yaklaşık 250 milyar dolar) katılacağını duyurdu. Yeni açıklanan “paket”lerle bu sayılar giderek artıyor.
Kapitalizm çıkmazdadır
Kapitalizm nicedir devlet müdahaleleriyle krizleri mümkün olduğunca yumuşatmak, çöküşleri mümkün olduğunca ertelemek için çırpınıyor. 2008 krizinin büyük bir çöküşe yol açmaması için büyük finans kuruluşlarına, dev fonlara, hatta kimi ülkelerde stratejik olarak görülen sınaî kuruluşlara toplamda on trilyonlarca dolar akıtılmıştı. Tüm bu önlemlerin faturası işçi-emekçi yığınlara çıkartıldı. Ne var ki, çöküşlerin ilânihaye ertelenemeyeceği, ertelenen her çöküşün bir sonraki krizi daha da ağırlaştıracağı ve olası bir çöküşü daha da derinleştireceği Marksistlerin sürekli vurguladıkları bir gerçekti. Neoliberal paradigma doğrultusunda faiz ve para politikalarıyla oynayarak ve Merkez Bankaları eliyle finans-kapitale trilyonlar aktararak çöküşü erteleme girişimlerinin de bir sınırı vardır. Nicedir bu sınıra dayanılmıştı. Artık faiz oranlarında oynayacak yer kalmamıştır, faizler en büyük ekonomilerde sıfıra dayandı, hatta birçoğunda negatife düştü. Bu kapitalist sistemin işleyişi açısından dahi saçmalıktır. Bugün, görünen o ki, finans-kapitalin zirvesi çöküşün artık daha fazla ertelenemeyeceğini görmüştür. Bir yandan bir kez daha trilyonlar akıtarak seçtikleri büyük kurumları kurtarmayı bir yandan da artık ertelenemez çöküşün mümkün olduğunca kontrollü bir şekilde gerçekleşmesini hedefledikleri anlaşılıyor.
Kapitalizmin zirvelerinde ne zamandır onun akıbetine dair tartışmaların yürütüldüğünü ve kapitalizmin nasıl olup da ayakta tutulabileceğine dair kafa patlatıldığını biliyoruz. “Sürdürülebilir kapitalizm” tartışmaları içerisinde ileri sürülecek yeni öneriler bir yana, çare dedikleri pek çok uygulamanın eskimiş yöntemlerin ısıtılıp tekrar önümüze koyulmasından başka bir şey olmadığını görüyoruz: Mali politika araçlarını kullanmak yani vergi oranlarıyla oynamak ve bütçe kısıtlamalarından vazgeçerek kamu harcamalarını arttırmak. Bir başka deyişle Keynes’in reçetesine geri dönmek! Giderek artan sayıda burjuva ideolog, artık para politikalarının, sıkı bütçe uygulamalarının vb. yeterli olmadığını söylüyor; yani neoliberal paradigmanın iflas ettiğini ima ediyor. Oysa burjuvazinin zirvelerinden, onyıllardır neoliberalizmden “başka bir alternatif yok” sözlerini duyuyorduk.
Başlayan çöküşün burjuva arayışları daha da körükleyeceğine şüphe yok. Ama açık ki, Keynes’in reçeteleri dertlerine derman olamayacaktır. Koşullar nicedir kökten değişmiştir; kapitalizm yaklaşık yirmi yıldır uzun süreli bir gerileme dönemindedir, krizleri atlatmanın bir aracı olarak kredi mekanizması işlevselliğini büyük ölçüde kaybetmiş, sistemi devasa ve altından kalkılamaz bir borç sorunuyla yüz yüze getirmiştir. Kapitalizmin bir tıkanmışlık ve çıkmaz içine girdiği bu döneme biz tarihsel sistem krizi diyoruz. Kapitalist küreselleşme dünyanın kaderini de tümüyle ortaklaştırırken aslında kapitalizmin krizini olgunlaştırarak genelleştirmiştir. Bugün iktisadi alandan ekolojik alana, sağlık sorunundan göçmen sorununa kadar tüm sorunlar, çözüm için uluslararası işbirliğini, koordineli hareket etmeyi, ortak küresel kararları ve bu kararları hayata geçirme gücündeki uluslararası mekanizmaları gerektiriyor. Ama kapitalizmde böyle bağlayıcı uluslararası mekanizmalar yaratılamaz. Zira kapitalizm, her biri diğeriyle rekabet halindeki ulus-devletlerle parçalanmış bir dünya demektir ve bu durumu aşamaz. Koronavirüs salgınıyla insanların gündelik yaşamını felç ettiler, bilinçlerini dumura uğrattılar ve salgın korkusunu tek gündem maddesi haline getirdiler. Ama her şey karşıtıyla birlikte vardır. Böylelikle insanlığın kaderinin ortak olduğunun çok daha rahat anlaşılmasının da önünü açmaktadırlar. Bu anlamda ulus-devletlerin, kapitalist kurumların ve kapitalist işleyişin daha derinden sorgulanacağı bir döneme gireceğimizi söylemek mümkündür.
Kitleler zaten uzun süredir dünyanın dört bir yanında isyan dalgasını güçlendirip yükseltiyorlardı. Bugün yaşanan krizin emekçi kitlelerin tepkisini daha da harlamayacağı düşünülemez. Burjuvazi körüklediği salgın paniği ile kitleleri korkutup iyice atomize etmeyi planlıyor dedik. Peki nereye kadar? Burjuvazinin koronavirüs salgını ve kriz karşısında izlediği politikalar sistemin nasıl çürüdüğünün geniş kitlelerin bilincine çıkmasının koşullarını daha da olgunlaştırıyor. Emekçilerin başta halk sağlığına ilişkin olanlar olmak üzere taleplerine yeni talepler ekleyerek mücadeleye girişmelerinden başka çıkış yolunun olmadığı çok açık.
[1] Sınai borsa endeksi Dow Jones, 1929’da %14, 1987’de %24 oranında günlük düşüş kaydetmişti.
[2] Petrol fiyatları adeta 2008 güzünde patlak veren krizi önceden haber vermek istercesine, 2008 yazında düşmeye başlamıştı. 2009 başına kadar devam eden düşüş sonucunda, fiyatlar 145 dolardan 50 dolara kadar inmişti. 2016’da 30 dolar civarından başlayan yükseliş 2018 sonbaharında 80 dolarla zirve yapmış ve o andan itibaren de kesintisiz bir düşüş eğilimi baş göstermişti. Tam da bu yüzden nice zamandır Suudi Arabistan düşen petrol fiyatlarından dolayı petrol arzını daha da kısmak istiyor, Rusya ise buna yanaşmıyordu. Mart ayının ilk haftasında yapılan OPEC toplantılarından bu doğrultuda bir karar çıkmayınca, o hafta sonu Suudiler “madem öyle buyurun bakalım” diyerek, hem üretimi daha da arttıracaklarını hem de fiyatları daha da düşüreceklerini açıklayarak bir petrol fiyatı savaşını başlatmış oldular. Ertesi gün petrol fiyatları yüzde 20 civarında düşüverdi.
link: Oktay Baran, Çöküşün Bahanesi: Pandemi, 24 Mart 2020, https://marksist.net/node/6868
Ana
Sağlıkta Kapitalizm Virüsü