Konut Sorunu
Marx’ın ve Engels’in küçük-burjuva sosyalist akımlara karşı mücadeleleri, bu görüşlerin işçi sınıfı hareketine sızıp onu felç ettiği her noktada, bilimsel temellerdeki analizler eşliğinde yürümeye devam etmiştir. Engels’in bu bağlamdaki eserlerinden biri de 1872-73 döneminde yazdığı makalelerden oluşan Konut Sorunu adlı kitabıdır. Prudoncu görüşlerin Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisinin yayın organına kadar sızması üzerine kaleme alınan ilk bölüm “Proudhon Konut Sorununu Nasıl Çözüyor” başlığını taşımaktadır.
O dönemde, hızla gelişen sanayiyle birlikte kırdan kente göçte sıçramalı artışlar yaşanmış, bunun yanı sıra kentlerin merkezi konumlu bölgelerinde yaşayan işçiler, buraların daha yüksek rant sahaları haline gelmesiyle birlikte varoşlara sürülmüşlerdi. Tüm bunlar emekçilerin barınma koşullarını çok daha yoğun bir şekilde kötüleştirmiş, kiralar artmış, pek çok emekçi başını sokacak bir ev bulamama noktasına gelmişti. İşte Engels, söz konusu makalelerinde bu sorunun nedenlerini ve çözümünü Marksist perspektifle ele alırken, meseleyi “ev sahiplerinin kiracıları sömürmesi” olarak koyan ve çözümü de her işçinin kendi evine sahip olmasında gören Prudoncu görüşün kökten yanlışlığını, ekonomik ve sosyal temelleriyle sergilemekteydi. Üstelik bu görüşler Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisinin yayın organında savunulmaktaydı. Engels’in eleştirdiği bu makalelerde, işçi sınıfının mülksüzleşmesi karşısında “mağara adamının mağarası, Avustralyalının kilden kulübesi, Amerikan yerlisinin kendi ocağı varken, modern proletarya pratikte havada asılı durmaktadır” deniliyor ve bu “yabanıllardan çok daha geri bir durum” olarak nitelendiriliyordu. Oysa Engels toplumsal kurtuluşun anahtarının tam da bu olguda yattığını dile getirmekteydi:
“Modern devrimci proletarya sınıfını yaratmak için, geçmişin işçisini hâlâ toprağa bağlayan göbek bağının kesilmesi mutlak olarak gerekliydi. Dokuma tezgâhının yanında küçük evi, küçük bahçesi ve küçük tarlası bulunan el dokumacısı, her tür sefalete ve siyasal baskıya rağmen, «olanca dindarlığıyla ve dürüstlüğüyle» sessiz, hoşnut bir adamdı; zenginlerin, din adamlarının ve devlet memurlarının karşısında saygıyla eğiliyordu ve özünde tam bir köleydi. Tam da modern büyük sanayi, toprağa zincirlenmiş olan işçiyi tümüyle mülksüz, her tür geleneksel zincirden kurtulmuş, kuş gibi özgür proletere dönüştürmüştür ve tam da bu iktisadi devrim öyle koşullar yaratmıştır ki, çalışan sınıfın sömürülmesinin son biçimi, yani kapitalist üretimdeki biçimi, ancak bu koşullar altında yıkılabilir. Ve şimdi bu sulu gözlü Prudoncu geliyor ve işçinin evden ve aile ocağından uzaklaştırılmasından, sanki büyük bir gerilemeymiş gibi yakınıyor; oysa bu, tam da onun düşünsel kurtuluşunun ilk koşuluydu.” [1]
Küçük-burjuva bakış açısı ile Marksist bakış açısı arasındaki farkı Engels’in şu cümleleri çok yalın biçimde özetliyordu: “1872’nin İngiliz proleterinin düzeyi, 1772’nin «ev ve aile ocağı» sahibi kırsal dokumacısının düzeyinin sonsuz derecede üzerindedir. Ve mağarasıyla mağara adamı, kerpiç kulübesiyle Avustralyalı, kendi aile ocağıyla Amerika yerlisi, herhangi bir zamanda, bir Haziran Ayaklanmasına ya da bir Paris Komünü’ne imza atacak mı?”
Kapitalizm altında işçilerin durumunun maddi olarak giderek kötüleştiği ortadaydı. Ama yalnızca modern büyük sanayi tarafından yaratılan ve onu toprağa zincirleyenler de dâhil olmak üzere tüm kısıtlamalardan kurtarılıp büyük kentlerde kümelenen proletarya, bütün sınıf sömürüsüne ve sınıf egemenliğine son verecek olan büyük toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilirdi.
Bu makalelerde Engels, Prudoncu küçük-burjuva anlayışın daha pek çok yanlışını ortaya serip çürütürken, burjuva görüşlerle de hesaplaşmıştır. “Burjuvazi Konut Sorununu Nasıl Çözüyor” başlıklı bölümde, bu sorunun çözümünün nereden geçtiğini şöyle ortaya koymuştur:
“Konut sorunu, ancak, toplum, günümüzün kapitalist toplumunun zirveye taşıdığı kent-kır karşıtlığını ortadan kaldırma işine girişmeye yetecek kadar dönüştürüldüğünde çözülebilir. Bu karşıtlığı ortadan kaldırabilir olmanın çok uzağında bulunan kapitalist toplum, tam tersine onu her gün daha fazla keskinleştirmek zorundadır. (…) Konut sorununun çözümü aynı zamanda toplumsal sorunu çözmez; önce toplumsal sorunun çözülmesi, yani kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılması yoluyla, konut sorununun çözülmesi de mümkün kılınır. Hem konut sorununu çözmeyi hem de modern büyük kentlerin varlığını korumayı istemek bir saçmalıktır. Modern büyük kentlerin yok edilmesiyse ancak kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılması yoluyla gerçekleşebilir ve bu işe bir kez girişildiğinde, her işçiye ona ait olan küçük bir ev sağlamakla değil, bambaşka konularla ilgilenilecektir.
“Ne var ki, her toplumsal devrim, ilk olarak, önünde bulduklarından hareket etmek ve en göze batan kötülüklere eldeki araçlarla çare bulmak zorunda kalacaktır. Ve görmüş olduğumuz gibi, mülk sahibi sınıflara ait olan lüks konutların bir bölümünün kamulaştırılması ve geri kalan bölümüne yerleştirme yapılması yoluyla konut kıtlığına hemen çare bulunabilir.” [2]
Kitabın “Proudhon ve Konut Sorunu Üzerine Ek” başlıklı üçüncü bölümü ise, ilk bölümde eleştirilen görüşlerin yazarı olduğu ortaya çıkan Dr. Mülberger’in kendisinin Prudoncu olmadığını söyleyerek Engels’e yanıt veren bir makale daha kaleme almasının ardından, ona yanıt olarak yazılmıştır.
Otorite Üzerine
Engels’in aynı dönemde kaleme aldığı önemli makalelerinden birisi de “Otorite Üzerine” başlığını taşımaktadır. [3] Anti-otoriterlik adı altındaki anarşist tezi ele alan Engels, karşı çıkılan “otorite” ve “boyun eğme”nin, “her türlü toplumsal örgütlenmeden bağımsız olarak, içinde üretim yaptığımız ve ürünleri dolaşıma soktuğumuz maddi koşullarla birlikte bize dayatılan şeyler” olduğunu söylüyordu. Üretimin ve dolaşımın maddi koşulları büyük sanayi ve büyük tarımla kaçınılmaz olarak gelişirken, bunların bu otoritenin alanını da gittikçe genişletme eğiliminde olduğunu ifade ediyordu. Demek ki, diyordu Engels, otorite ilkesinden mutlak olarak kötü, özerklik ilkesinden de mutlak olarak iyi bir şey diye söz etmek saçmadır:
“Otorite ve özerklik, kapsamları toplum gelişmesinin çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir. Eğer özerklikçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin, otoriteyi, olsa olsa üretim koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içersine hapsedeceğini söylemekle yetinselerdi, birbirimizi anlayabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu kılan bütün olgulara gözlerini kapamışlar, hırsla sözcüğün kendisine saldırıyorlar.”
Anti-otoritercilerin, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istediklerini belirten Engels, bunun gerçeklikten kopukluğunu şöyle dile getiriyordu:
“Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?”
Gotha’da Lasalcılarla ilkesiz birliğe karşı Engels
Komünün yenilgisini takip eden yıllarda Marx ve Engels’in başını ağrıtan temel sorunlardan birisi de Ferdinand Lassalle’ın kurduğu Alman İşçileri Genel Derneği ile Bebel ve Liebknecht’in liderliğindeki Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisinin birleşme doğrultusunda attıkları adımdı. Bir dönem Marx’a fikirsel bir yakınlık içindeymiş gibi görünen Lassalle, Almanya’da işçi sınıfı içinde ciddi bir etki yaratmış, fakat işçilerin burjuvaziye karşı mücadelede monarşist güçlere destek vermeleri gerektiğini ileri sürüp Bismarck’la işbirliğine gitmeye varan milliyetçi ve devletçi bir pozisyona savrulmuştu. Lasalle’ın 1864’te bir düelloda ölümünden sonra Alman İşçileri Genel Derneğinin giderek güç kaybetmesi üzerine ardılları birleşme talebiyle Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisine yanaşmaya başlamışlardı.
Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, Marx da, Engels de “hareketi ilerletebilecek bir birliğin ancak bilimsel komünizmin ilkelerinin kabulü temelinde sağlanabileceğini ısrarla savundular. Birleşik bir parti oluşumuna ilerleyen süreçte, iki farklı kanat arasında ilkelerden taviz vererek gerçekleştirilecek bir birleşmenin partideki oportünist unsurları güçlendireceğini, ideolojik seviyeyi düşüreceğini, neticede yarardan çok zarar getireceğini biliyorlardı ve buna karşı çıktılar. Bebel’lerin başında bulunduğu ve Eisenachcı diye adlandırılan kanat bir süre Marx’ın uyarılarına bağlı kaldı. Ne var ki, sonunda Liebknecht Lassalcılara uzlaşma elini uzattı ve ilkesel bir birlik sağlanmadan birlik görüşmeleri başlatıldı. 1875 Şubatında her iki kanat yeni bir program taslağı üzerinde uzlaşmaya karar verdi. Bu yeni program taslağı oportünist akıma teslim olmaktan ve yürürlükteki Eisenach programına kıyasla geri adım atmaktan başka bir anlam taşımıyordu”. [4]
Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi 1869 yılında Eisenach kentinde kurulmuştu ve bu kongrede kabul edilen programı bu yüzden Eisenach Programı olarak anılmaktaydı. Adını birlik görüşmelerinin yapıldığı Alman kasabasından alan Gotha Programı ise yine o kasabada 1875 Mayısında yapılan birlik kongresinde onaylanarak, Alman Sosyalist İşçi Partisi adını alan yeni partinin programı haline gelecekti. [5] Fakat bunun çok öncesinde Engels de Marx da Lasalcılarla birlik meselesine yönelik tutumlarını ortaya koydukları gibi, daha yakın dönemde Gotha Program Taslağına da çok ciddi eleştiriler yöneltmişlerdi.
Engels 1873 Haziranında Bebel’e yazdığı bir mektupta, günümüz için de son derece önemli olan hususlara işaret ediyordu:
“Partinin Lasalcılığa karşı tutumu konusunda, özellikle belli olaylarda, nasıl bir taktik uygulanması gerektiğini kuşkusuz siz bizden daha iyi bilebilirsiniz. (…) Uzun bir pratiğin doğruladığını gördüğümüz bizim görüşümüz şu ki, propagandada doğru taktik, şurada ya da burada, insanın rakibinden birkaç kişiyi ya da yerel grubu uzaklaştırıp kendi yanına çekmesi değildir, henüz harekette yer almamış büyük kitleler üzerinde çalışmaktır. İnsanın bizzat kendi elleriyle yetiştirip yoğurduğu tek bir birey, yanlış eğilimlerinin mikrobunu, kendileriyle birlikte her zaman partiye getirecek olan Lasalcı on dönekten çok daha değerlidir.” [6]
Yine bu mektupta, “birlik” zorlamalarının daha ziyade darkafalılardan ve sekterlerden geldiğini belirterek, buna prim vermenin insanı yanlış yollara saptırma riski karşısında önemli uyarılarda bulunuyordu Engels:
“(…) en büyük sekterler ve en büyük gürültücüler ya da külhanbeyleri, belli zamanlarda en üst perdeden birlik diye bağırırlar. Yaşamımız boyunca hiç kimse bize, bu birlik çığırtkanları kadar sorun yaratmadı, bu kadar tartışmaya neden olmadı.(…) Dahası, ihtiyar Hegel bile diyor ki: Bir parti bölünerek ve bölünmeyi göğüsleyerek utkusunu kanıtlar. Proletarya hareketi gelişmenin çeşitli evrelerini geçmek zorundadır; her evrede, bir bölük insan takılır kalır ve bir ileriki evreye katılmaz.”
Fakat bütün bu uyarılar sonuçsuz kalmış ve iki yıl bile geçmeden Lasalcılar ile Eisenachcılar herhangi bir ilkesel ortaklaşma olmaksızın birlik masasına oturmuşlardı. Bu noktada ortaya çıkan Program Taslağına yönelik eleştirilerini Bebel’e yazdığı 18-28 Mart 1875 tarihli mektupta ilk olarak Engels dile getirecekti. [7]
Program taslağının tarihsel, sosyal, siyasal ve ekonomik yanlışlarına dikkat çeken Engels’in üstünde durduğu önemli hususlardan biri, bu programda enternasyonalizm ilkesinin terk edilmesiydi. Ancak programa sızan Lasalcılığın tek ürünü bu değildi. İşçi sınıfının devrimci müttefiklerinin reddine varan ifadeleri, “ücretlerin tunç yasası” denilen sözde yasayı, “devlet yardımı”yla üretim kooperatiflerinin kurulmasını vb. içeren maddeler bunların başında geliyordu. Engels’in programın temel eksiklerinden biri olarak nitelendirdiği hususlardan biriyse sendikalar konusuna yer verilmemiş olmasıydı:
“…bu çok temel bir nokta, çünkü sendikalar aracılığıyla örgütlenme, işçi sınıfının sermayeyle gündelik mücadelelerini yürütmesini, kendisini eğitmesini sağlayan ve günümüzde en ağır gericilik koşulları altında (örneğin şu anda Paris’te) bile parçalanması artık kesinlikle mümkün olmayan, proletaryanın gerçek sınıf örgütlenmesidir. Bu örgütlenmenin Almanya’da da kazanmış olduğu önem göz önünde bulundurulduğunda, bize göre, kesinlikle onu programda anmak ve belki de parti örgütlenmesinde ona bir yer ayırmak gerekirdi.”
Programdaki önemli bir yanlış da “özgür devlet” maddesiydi. Eisenach Programında geçen “özgür halk devleti”nin “özgür devlet” olarak değiştirildiğini belirten Engels şöyle devam ediyordu sözlerine:
“Dilbilgisel açıdan bakıldığında, özgür bir devlet, yurttaşları karşısında özgür olan, yani despotik bir iktidara sahip olan bir devlettir. Özellikle de gerçek anlamıyla devlet olmaktan çıkmış olan Komün’den sonra, devlet hakkındaki tüm gevezelikler bir kenara atılmalıydı. Halk devleti anarşistler tarafından bıktırıncaya kadar başımıza kakıldı; oysa daha Marx’ın Proudhon’a karşı yazdığı eserde (Felsefenin Sefaleti) ve sonrasında Komünist Manifesto’da, sosyalist toplum düzeninin kurulmasıyla birlikte devletin kendiliğinden çözüleceği ve yok olacağı açıkça söyleniyor. Devlet, mücadelede, devrimde, hasmı zorla bastırmak için kullanılan geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığından, özgür halk devletinden söz etmek katıksız saçmalıktır: proletarya, devleti kullanmaya devam ettiği sürece, onu özgürlük adına değil, hasmını bastırmak için kullanır ve özgürlükten söz edilebilecek duruma gelinir gelinmez, bu anlamıyla devletin varlığı son bulur. Bu nedenle, devlet sözcüğünün, her yerde, Fransızcadaki «komün» sözcüğünün yerini çok iyi bir şekilde tutabilecek eski ve güzel bir Almanca sözcük olan «Gemeinwesen» (topluluk) sözcüğüyle değiştirilmesini önerirdik.”
Yıllar sonra Lenin, Marx ve Engels’in Gotha Programına ilişkin değerlendirmelerini incelerken, bu mektubun “devlet meselesi bakımından son derece önemli” olduğunun altını çizmekte ve yukarıdaki pasajı mektubun en önemli pasajı olarak nitelendirerek şöyle demekteydi: “Hiç şüphe yok ki bu pasaj Marx ve Engels’te, devlete karşı diyebileceğimiz en mükemmel ve en alaylı pasajdır.” Biz de Lenin’in bu mektubu çok detaylı bir şekilde ele aldığı notlarının [8] en az bu mektup kadar önemli olduğunu belirtelim.
Engels söz konusu program taslağını ayrıntılı bir şekilde incelemişti. Fakat neredeyse her sözcüğü “yavan ve gevşek bir biçimde yazılan” bu metnin sözcük sözcük eleştirilebilir olduğunu belirterek bir noktada durmuştu. Ama şu kaydı düşerek: “Öyle ki, benimsenmesi durumunda, Marx ve ben, bu temel üzerinde kurulan yeni partiyi hiçbir zaman kabul edemeyiz ve ona karşı (aynı zamanda kamuoyu önünde) hangi tutumu almamız gerektiğini çok ciddi şekilde düşünmek zorunda kalırız.” Engels bunu söyleme ihtiyacını hissetmişti, çünkü bu partinin her eyleminden yurtdışında Marx ve o sorumlu tutuluyordu.
Genel olarak bir partinin resmi programı onun yaptıkları kadar önemli değildir diyen Engels, bununla birlikte yeni bir programın her şeyden önce kamuoyu önünde açılan bir bayrak olduğunu ve dış dünyanın partiyi o programa bakarak değerlendireceğini belirtiyordu. Bir mücadele kılavuzu olması gereken programın her açıdan son derece net ve tutarlı olması gerekirken bu noktaya savrulması Marx’ı da bu konudaki görüşlerini açık ve ayrıntılı bir şekilde dile getirmeye itmişti. Nitekim onun 1875 Mayısında kaleme aldığı ve Wilhelm Bracke eliyle Bebel ve Liebknecht’e de iletilmesini istediği “Alman İşçi Partisi Programının Kenar Notları”, geniş içeriğiyle, Marksist literatürün son derece önemli belgelerinden birini oluşturmaktadır. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, Marx’ın bu açılımları, işçi devleti, sosyalizm ve komünizm konularında doğru bir kavrayışa sahip olmak isteyenlere parlak ışığıyla yol göstermeyi sürdürmektedir. [9]
Marx ve Engels’in Gotha Programı konusundaki eleştirileri birlik kongresine yansıtılmamış ve söz konusu program kongrede kabul edilmiştir. Fakat dönemin gericiliğine paralel olarak burjuva basının bu programı komünist bir program olarak topa tutması ve işçilerin programın oportünist formülasyonlarını dikkate almadan devrimci tutumlarını sürdürmeleri, Marx’ın da Engels’in de bu partiyle bağlarını koparmalarının önüne geçmiştir. Nitekim programın bütününü aşırı derecede düzensiz, karışık, bağlantısız, mantıksız ve utanç verici olarak nitelendiren Engels, burjuva basında eleştirel kafalı bir kişi bile olsa onun tüm çelişkilerini, saçmalıklarını, yanlışlarını ortaya koyar ve partimizi inanılmaz ölçüde gülünç duruma düşürürdü dedikten sonra şunları dile getirmektedir:
“Burjuva yayınlarındaki aptallar, bunun yerine, bu programı fazlasıyla ciddiye aldı, içinde bulunmayan şeyleri ona atfetti ve ona komünist bir anlam yükledi. Göründüğü kadarıyla işçiler de aynı şeyi yapıyor. Marx ve ben, sadece bu nedenle, böylesi bir programla aramıza kamuoyu önünde mesafe koymayabildik. Hem hasımlarımız hem de işçiler bu programa bizim görüşlerimizi atfettikleri sürece, onun hakkındaki suskunluğumuzu koruyabiliriz.” [10]
Üç yıl sonra Bismarck rejiminin çıkardığı anti-sosyalist yasanın ardından parti yasadışı konuma düşünce program konusu da gündem dışı kalmıştır. Ta ki, yasakların 1890’da kalkmasının ardından parti yeniden açık faaliyete geçene kadar. O zaman Engels, Marx’ın “Kenar Notları”nı basma kararı almış ve başta Wilhelm Liebknecht olmak üzere buna karşı gösterilen tüm dirence rağmen bu notları yayınlayarak yeni partinin programının şekillendirilmesine de büyük bir katkıda bulunmuştur.
Rusya’daki Toplumsal İlişkiler Üzerine
Engels ve Marx işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğünü geliştirmek ve sosyalist hareketi ilerletebilmek için sadece İngiltere ve Almanya’daki değil tüm ülkelerdeki politik gelişmeleri yakından takip ediyorlardı. Bu ülkelerden biri de Rusya’ydı. Engels’in 1875 Nisanında kaleme aldığı “Rusya’daki Toplumsal İlişkiler Üzerine” adlı makalesi, proleter devrimin ve proletaryanın devrimci iktidarının nesnel temelleri bakımından büyük önem taşıyan hususlara değinmesi açısından özellikle dikkat çekicidir. Bu makaleye yazılan 1894 tarihli “Sonsöz” de aynı öneme sahiptir. [11]
Engels bu makaleyi, kendisini “Rusya hakkında en ufak bir şey bilmemekle” eleştirip, Rusya’da bir toplumsal devrimin Batı Avrupa’daki bir devrimden çok daha kolaylıkla gerçekleşebileceğini savunan Pyotr Tkaçov’a yanıt olarak kaleme almıştır. Rus Narodnizminin ideologlarından biri olan Tkaçov, Rus devletini, “halkın iktisadi yaşamında hiçbir köke sahip olmayan”, “herhangi bir zümrenin çıkarlarını temsil etmeyen”, “havada asılı duran” bir aygıt olarak nitelendirmekteydi. Rusya’da kentsel proletaryanın gelişmemiş olduğu gerçeğini görmekle birlikte, bunun karşılığında burjuvazinin de gelişmemiş olmasının ve Rusya’nın bir özgünlüğü olarak ele aldığı “ortak köylü mülkiyeti”nin devrimci bir avantaj olduğunu iddia etmekteydi. Engels ise, asıl havada asılı duranın, toplumsal gelişmenin maddi temelini kavramaktan uzak bu idealist ve iradeci yaklaşım olduğunu ortaya koymaktaydı.
Modern sosyalizmin başarmaya çalıştığı devrimin sınıfsız bir toplumun kurulmasını hedeflediğini dile getiren Engels, bunun sadece bu devrimi gerçekleştirecek bir proletaryayı değil, toplumun üretici güçlerini sınıf ayrımlarının kesin olarak yok edilmelerine olanak verecek kadar geliştirmiş olan bir burjuvaziyi de gerektirdiğini belirterek şöyle diyordu:
“Ancak toplumun üretici güçlerinin belirli bir gelişkinlik düzeyinde, bizim modern koşullarımız için bile çok yüksek olan bir düzeyindedir ki, üretimi, sınıf ayrımlarının kaldırılmasının gerçek bir ilerleme olacağı, toplumsal üretim tarzında durağanlık, hatta düşme yaratmaksızın kalıcı olacağı bir düzeye çıkarmak olanaklı hale gelir. Ama üretici güçler bu gelişkinlik düzeyine ancak burjuvazinin ellerinde ulaşmıştır. Dolayısıyla burjuvazi, bu bakımdan da, sosyalist devrimin proletaryanın kendisi kadar zorunlu bir önkoşuludur. Şu halde, proletaryası olmasa bile, burjuvazi de olmadığı için, böyle bir ülkede bu devrimin daha kolay yapılabileceğini söyleyen kimse, olsa olsa, sosyalizmin alfabesini hâlâ öğrenmesi gerektiğini tanıtlar.”
Rusya’da köylülerin ve büyük toprak sahibi soyluların durumunu ve devletin bunlar karşısındaki pozisyonunu somut veriler üzerinden ayrıntılı bir şekilde sergileyen Engels, bu devletin hiç de havada asılı olmadığını ortaya koyuyordu. Öte yandan, serfliğin yasaklanmasının ardından Rus köylülerin içinde bulundukları durumun düzelmek bir yana dayanılmaz bir hal almasının devrimi yakınlaştırdığı açıktı. Peki bu devrimin niteliği ne olabilirdi? “Mir” adı verilen ortak toprak mülkiyetine ve bir tür kooperatif dernek olan “artel”lere dayanarak, Rus halkının “ortak mülkiyet ilkeleriyle dolu” olduğunu, “içgüdüsel olarak, geleneksel olarak komünist” olduğunu iddia eden Tçakov, bu devrimin sosyalist bir devrim olacağını ve Batı Avrupa proletaryası gerçekleştirmeden önce Rusya’da gerçekleşeceğini söylüyordu. Oysa onun sosyalist dinamikler keşfettiği “mir”, Doğu despotizminin doğal temellerinden biriydi ve kapitalizmin gelişmesine paralel olarak hızla çözülme eğilimi içerisindeydi. Engels bu olguya açıklık getirirken, Tçakov’da tümüyle tersinden koyulan Rus devrimi-Batı devrimi ilişkisini de düzeltiyordu:
“Görülüyor ki, ortak mülkiyet, Rusya’da, serpilme dönemini çoktan geçmiştir ve her bakımdan dağılmaya doğru gitmektedir. Bununla birlikte, eğer bunun için koşullar olgunlaşıncaya kadar yaşayacak olursa, ve eğer köylülerin toprağı artık tek tek değil, kolektif olarak işleyebilecekleri bir biçimde gelişebilme yeteneğinde olduğunu gösterecek olursa, bu toplum biçimini daha üst bir biçime ulaştırma, Rus köylüsünün burjuva küçük mülkiyeti ara aşamasından geçmesine gerek kalmaksızın onu bu daha üst biçime ulaştırma olasılığı kuşkusuz vardır. Ama bu, ancak, ortak mülkiyet tamamıyla parçalanmazdan önce, Batı Avrupa’da, Rus köylüsüne böyle bir geçiş için gerekli önkoşulları, özellikle tüm tarımsal sistemine zorunlu olarak bağlı bulunan devrimi yapması için gerekli olan maddi koşulları yaratacak bir proleter devrimi başarıyla yapılırsa olanaklıdır. Dolayısıyla Bay Tkaçov’un Rus köylüsünün, «mülk sahibi» olsa bile, «sosyalizme» Batı Avrupa’nın mülksüz işçilerinden «daha yakın» olduğunu söylemesi, koskoca bir palavradır. Tam tersine, Rus ortak mülkiyetini hâlâ kurtarabilecek ve ona yeni, gerçekten geçerli bir biçim alma olanağını tanıyacak bir şey varsa, o da Batı Avrupa’daki bir proleter devrimidir.”
Engels’in bu makalelerde dikkat çektiği hususlar, Rusya gibi geri bir ülkede sosyalist devrimin yalıtık kalsa bile tamamlanabileceğini, hatta daha da ötesi sosyalizme geçilebileceğini savunan, gelişmiş ülkelerde proleter devrimi bin bir aşamayla belirsiz bir geleceğe ötelerken, kapitalizmin gelişmediği en geri ülkeleri “kapitalist olmayan yol” adı altında sözde sosyalist cumhuriyetler ilan eden Stalinizmin işçi sınıfının tarihinde yarattığı bir asırlık tahribata ve Marksizmin bağrında yarattığı tahrifata da ışık tutmaktadır.
Öte yandan, 1875 Ekiminde Bebel’e yazdığı bir mektupta dile getirdiği gözlemler, onun öngörülerinin gücünü yine çarpıcı bir şekilde ortaya koyar niteliktedir:
“Almanya ve Avusturya’dan başka, dikkatimizi odaklaştırmamız gereken ülke Rusya’dır. (…) Dizginleri sağlamca ellerine alan Rus sarayının partisi 1861’de ülkeye buyur edilen «yeni dönem» yıllarında verilen ödünleri, gerçek Rus yöntemleriyle bir bir geri almaya çalışmaktadır. Şimdi yeniden yalnızca «üst sınıfların erkek çocukları»nın eğitim görmesine izin verilecektir, ve bu politikanın gereğini yerine getirebilmek için de başkaları okulu bitirme sınavlarında başarısız gösterilmektedir. Yalnızca 1873’te, 24.000 genç insanı bekleyen yazgı bu olmuştur; ilkokul öğretmeni olmalarına bile açıktan açığa izin verilmeyen bu insanların bütün meslek gelecekleri önlenmiştir. Bir de insanlar, Rusya’da «nihilizm»in neden yayıldığına şaşıyorlar. (…) Gelecek dans Rusya’da başlayacakmış gibi görünüyor. Ve Alman-Prusya imparatorluğuyla Rusya arasındaki kaçınılmaz savaşın –ki çok olası– hazırlıkları sürerken başlarsa, Almanya’daki yansımaları da kaçınılmaz olacak.” [12]
Bu satırlardan görüldüğü gibi Engels, Rusya’da biriken çelişkilerin sadece orada yol açacağı büyük fırtınayı değil onun Avrupa’daki yansımalarını da onyıllar öncesinden büyük bir isabetle tespit etmiştir.
(devam edecek)
[1] Engels, Konut Sorunu, Yordam Yay., s.36
[2] Engels, age, s.72
[3] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Yay., s.448
[4] Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi/4, marksist.com
[5] Bu parti 1878’de çıkarılan anti-sosyalist yasayla birlikte resmen yasadışı hale geldi. 1890 yılında yasaklamanın kalkmasıyla birlikte ise Alman Sosyal Demokrat Partisi adıyla yeniden yasal politik faaliyetini sürdürmeye başladı.
[6] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.2, Sol Yay., s.71-72
[7] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programları Üzerine, Yordam Yay., 2017, s.47
[8] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, Sol Yay., 1969, s.137
[9] bkz. Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi/4
[10] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programları Üzerine içinde (Bebel’e 12 Ekim 1875 tarihli mektup), s.61
[11] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.2, s.462 ve 475
[12] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar (15 Ekim 1875 tarihli mektup), c.2, s.92-93
link: İlkay Meriç, Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı /7, 9 Nisan 2021, https://marksist.net/node/7337