Fiyatlar uçuyor
Değindiğimiz kartel dayatmalarından kaynaklı enerji, hammadde ve taşımacılık fiyatlarındaki artışlar genel bir fiyat artışını beslese de tek neden bu değildir. Yaşanan fiyat artışları ve patlayan enflasyonun arkasında başka faktörler de bulunuyor. Farklı ürünler için farklı faktörler öne çıkabilecek olsa da sebeplerin en başına emperyalist metropollerin Merkez Bankalarının karşılıksız bastıkları onlarca trilyon dolar/euro nedeniyle paranın değer kaybetmesini koymak gerekir. Enflasyonun patlamasının ana nedeni budur.
Buna bağlı olarak bir diğer nedeni de spekülasyon oluşturuyor. Piyasaya sürülen trilyonların önemli bir bölümüyle dev yatırım bankaları ve finans kuruluşlarının emtia borsalarında giriştiği spekülatif operasyonlar inanılmaz boyutlardadır. Faizlerin alabildiğine düştüğü ve kimi yerlerde sıfıra çekildiği, ortalama kârlardaki düşüş nedeniyle imalat sektörüne yatırım yapmanın da pek cazip gözükmediği bir ortamda, sıcak para çılgınca kâr kapısı aramakta ve gerek hisse senedi borsaları gerekse de emtia borsaları spekülasyonla şiştikçe şişmektedir. Yalnızca madenler, hammaddeler vb. değil, kahveden buğdaya, etten süte, pirinçten yağa kadar her ürün dünya pazarında speküle edilmektedir. Finans baronlarından biri, içinden geçilen dönemde bazı piyasaların aşırı değerlendiğini (yani bir balon oluştuğunu) ve mevcut ortamın 1990’ların sonunda büyük bir çöküşle sonuçlanan dotcom balonundan bile daha riskli olduğunu itiraf ediyor: “Bu dönemi dotcom döneminden bile daha çılgın bir dönem olarak görüyorum.”[1] Avrupa Merkez Bankası başkan yardımcısı Luis de Guindos da, “çarpıcı bir yükseliş” yaşandığını vurgulayarak, bu durumun borsaları “düzeltmelere karşı daha hassas hale getirdiğini” itiraf ediyor. Yeri gelmişken belirtelim ki, son dönemde emekçileri soymanın yeni bir yolu olarak sivrilen kripto paralardaki inanılmaz manipülasyon ve şişmenin de temeli budur.
Fiyat artışlarının bir diğer nedeni de, küresel tedarik zincirlerindeki bozulma ve aksamalardır. İster iktisadi nedenlerden kaynaklanıyor olsun ister hükümetlerin aldığı pandemi karşıtı önlemlerden, bu alandaki aksamalar hem pazara mal çıkmasını engellemekte hem de bu yüzden fiyatların daha da artmasına yol açmaktadır.
Büyük güçler arasındaki hegemonya savaşını ve bunun yansımalarını da enflasyonist bir faktör olarak sayabiliriz. Bu kavga kızıştıkça, karşılıklı uygulanan yaptırımlar, kısıtlamalar vb. tedarik sorunlarını arttırabilmekte ve bu da dönüp fiyatları arttırmaktadır. Bu tür gerilimlerin milenyum dönemecinden beri arttığını ve sistem krizinin bir parçasını teşkil eden hegemonya krizini beslediğini biliyoruz. ABD’nin başını çektiği Batı blokunun, Rusya-Çin ittifakına karşı giderek daha saldırgan bir tavır izlemesi onları da daha agresif olmaya itmekte ve bunun ekonomik sonuçları da olmaktadır. Örnek olarak Avrupa’yı kışın doğalgazsız bırakmakla tehdit ederek hem siyasi tavizler koparmaya hem de fiyatları arttırmaya çalışan Rusya’nın adımlarını sayabiliriz. Bir diğer örnek de Çin’in gerek tarımsal ürünler gerekse de sınai hammaddeler alanında bir süredir devasa stoklar yapmaya yönelmesi ve bunun da hem navlun fiyatlarını hem de ürün fiyatlarını arttırmasıdır. Doğu Asya’da Çin ile ABD arasındaki jeopolitik gerilimler arttıkça (ki süreç tümüyle bu yöndedir) bu eğilimin devam etmesi beklenebilir. Ekonomik gidişat ile uluslararası politika ve jeopolitik sorunlar arasında ne denli yakın bir bağ olduğuna bir başka örnek de Doğu Akdeniz hidrokarbonlarıdır. Daha önce petrol ve doğalgaz fiyatları düşükken Doğu Akdeniz konusunun büyük emperyalist güçler açısından aciliyet taşımadığını ve bu nedenle buradaki hidrokarbonların paylaşım kavgasının ağır çekim yürüdüğünü söylemiştik. Ancak son dönemde petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki artışın yanı sıra yaşanan tedarik sorunları bu bölgenin kaynaklarının kullanıma açılmasını daha acil bir sorun haline getiriyor ve paylaşım kavgasını ivmelendirecekmiş gibi gözüküyor.
En son olarak da, son yıllarda etkileri iyice belirginleşen iklim krizini bir faktör olarak sayabiliriz. Kapitalizmin yarattığı doğa tahribatı ve iklim krizi, hem gıda üretimi koşullarını bozmasından ötürü hem de enerji tüketimini daha da arttırmasından (kışın daha çok ısınma, yazın daha çok soğutma gereksiniminin doğması) ötürü fiyatlarda artış yönünde bir etki yapmaktadır. Yeri gelmişken bu bağlamda ortaya çıkan Avrupa’ya özgü bir nedene daha değinelim. Avrupa’da yürürlüğe sokulan karbondioksit vergisinin[2] de fiyat artışlarına bir katkısı olmuştur; büyük şirketler, bu vergilerini ürünlerinin fiyatlarına yansıtarak yükü tüketicilerin yani emekçilerin sırtına yıkmaktan geri durmuyorlar. İklim krizine bağlı olarak Avrupa solu ve Yeşiller tarafından bu vergi bir çözüm gibi sunulduğunda tam da bu noktaya işaret etmiştik.[3]
Bütün bu faktörler birleşerek tüm dünyada bir kez daha yüksek enflasyonun hortlamasına yol açmaktadır.
Enflasyon
Enflasyon işçiler açısından her zaman alım güçlerini kemiren bir olgu iken, burjuvazi açısından düşük olduğu ve kontrol altında tutulabildiği sürece yararlı bir olgudur. Bu yüzden burjuva iktisatçılar, enflasyon için “azı yarar çoğu zarar” diyorlar. Bir bütün olarak bakıldığında, enflasyon sayesinde ekonomide biraz canlanma sağlamak, ayrıca yapay ya da tekelci fiyat artışlarını mazur göstermek mümkündür. Ama kontrolden çıkmış, hele de öngörülemeyen bir enflasyon olgusu burjuvaziyi de tedirgin eder. Yıllardır “enflasyon üretememekten” şikâyetçi emperyalist metropollerde geçen yıldan beri yüksek enflasyon korkusu başat korkulardan biri haline gelmiştir.
Yakın zamana kadar gerek IMF, gerek ABD ve AB Merkez Bankaları, emperyalist metropollerde yükselişte olan enflasyonun ciddi bir tehdit oluşturmadığını, bu olgunun geçici olduğunu ve 2022’de istenilen düzeylere gerileyeceğini söyleyip duruyorlardı. Onlara kalırsa, enflasyondaki artışın nedeni “pandemiyle ilişkili bozukluklar”dı. AB Merkez Bankası (AMB) hâlâ geçicilik söylemini sürdürse de ABD tarafında “kalıcılık riski”, “kalıcılık tehlikesi” vb. ifadelerle adım adım kalıcı bir enflasyonun varlığı kabul edildi. Aslında tüm veriler enflasyonunun kalıcı şekilde tırmandığını göstermesine rağmen, neden bu kadar ısrarcı bir şekilde geçicilik vurgusu yaptılar? Bunun tek makul açıklaması var: “Varlık alım programını” yani büyük burjuvaziye fon sağlamayı bitirip, faizleri arttırmaya girişmeden önce bir süre daha karşılıksız para basıp dağıtmayı haklı göstermek için!
Gerçekten de gerek enflasyon olgusunun geçici olduğuna dair açıklamalar gerekse de bazı iktisatçıların sebep olarak “güçlü ekonomik toparlanma ve talepteki patlama”yı göstermeleri palavradan başka bir şey değildir. Zira patlayan enflasyonun ve emekçilerin bir de bu yolla soyulmalarının en başta gelen nedeni, onlarca trilyon dolar değerindeki karşılıksız para basımıdır. Pandemi başlangıcından beri 30 trilyon dolar piyasaya saçılmış durumda. Yalnızca FED’in bilançosu 9 trilyon dolara ulaşmış durumdadır. Trilyonları basıp finans tekellerine dağıttılar, bu bol para nedeniyle paranın değeri düştü ve enflasyon tırmanışa geçti. Üstelik bu dolaşan trilyonlar oradan oraya giderek çeşitli alanlarda balonlara yol açıyor. Daha önceki dönemlerde, bu dağıtılan paranın önemli bir bölümü, tahviller, bonolar ya da mevduatlar şekline bürünüp dolaşımdan çekilir, bankalara ya da şirketlerin kasalarına geri dönerdi. Ancak bu kez, alabildiğine düşürülen ve hatta negatife çekilen faizlerden ötürü bu bol para inanılmaz bir spekülasyon çılgınlığının yakıtı haline geldi. Bu spekülatif çılgınlığın çarpıcı görünümlerinden biri, hiçbir anlamı olmayan sayısız kripto para ve coin çeşidinin gündelik hayatta emekçilerin gündemine bile fazlasıyla girmesi olmuştur. Büyük çaplı spekülasyon ise hisse senedi ve emtia borsalarında yoğunlaşıyor. Tarımsal ürünlerden sınai hammaddelere varıncaya dek sayısız emtiada inanılmaz bir spekülasyon çılgınlığı ve stokçuluk yaşanmaktadır. Son aylardaki fiyat artışlarının temel nedenlerinden bir diğeri de işte budur. “Enflasyon geçici” vurguları bu sahtekârlığın, emekçileri dolandırmanın ve devasa kaynakları finans tekellerine aktarma operasyonunun üstünü örten, tepkileri yatıştırma amaçlı bir söylemdir.
Gerçekten de açıklanan enflasyon oranları hedefledikleri %2 oranının çok üstünde olmasına rağmen, emperyalist merkezler para basıp dağıtmaya devam ettiler ve aslında halen de devam ediyorlar. AMB hem varlık alım programına hem de faizleri arttırmama politikasına bağlı kalacağını açıklarken, FED varlık alımına devam edeceğini ama miktarını azaltacağını açıkladı. FED her ay 120 milyar dolar karşılıksız para basıp dağıtıyordu son iki yıldır. Şimdi bu meblağı aylık 15 milyar dolar kadar azaltmaya karar verdi. Bu kesintinin önümüzdeki dönemde daha da artması bekleniyor ama FED para basıp dağıtma yolundan kolayca vazgeçmeyeceğini ortaya koymuş durumdadır. Faizleri arttırmayı ise mümkün olduğunca ertelemeye çalışıyorlar. Yaşanan enflasyon patlaması onları sıkıştırıyor ve para musluklarını kısmak zorunda kalıyorlar. Diğer taraftan her yeni koronavirüs varyantı üzerinden, işlerin kötü gideceği beklentisini körükleyerek süreci uzatmaya, para basıp dağıtma hususunda ellerini rahatlatmaya çabalıyorlar.
Bugün küresel ortalama enflasyon %4’e ulaşmış durumdadır. Dünya ekonomisinin lokomotiflerinden Almanya’da enflasyon 28 yıl sonra ilk kez %4’ün üzerine çıkmış durumda. Euro bölgesinde de TÜFE Aralık ayı için %5 olarak açıklandı ki, bu oran Euro bölgesi oluşturulduğundan beri görülen en yüksek seviyedir. ABD’de de durum hiç de parlak değil, her ay yeni bir rekor geliyor. Son rakam %7![4] Her ay enflasyonda yeni zirveler yaşanırken, rekor kırılan dönemin başlangıcı daha da geriye doğru gidiyor! Bu arada tüketici fiyatlarındaki artıştan çok daha fazlası üretici fiyatlarında sözkonusu. Bu durum dünyada da Türkiye’de böyle. Türkiye’den sağlıklı veri vermek mümkün değil, bu olsa olsa TÜİK’in tümüyle sahte verilerini meşrulaştırmak olur. ABD’den daha sağlıklı veriler sunmak mümkün. ABD’de Aralık ayında ÜFE, yıllık olarak %10 değerine dayanmıştır, bu son on iki yılın en yüksek oranıdır.
ÜFE ile TÜFE arasında bu denli fark olması, artan maliyetlerin henüz tam olarak perakende ürün fiyatlarına yansımamış olduğu anlamına geliyor. Aslında “yansımamış”tan ziyade “yansıtılamamış” denmesi daha doğru olur. Zira hüküm süren iktisadi kriz, kitlelerin tüketim gücünün zaten alabildiğine düştüğünü gösteriyor. Halen bir işi olup da çalışanların enflasyondan arındırılmış reel gelirleri artış göstermediği gibi düşüyor, işsiz kalanlarınsa alım güçleri ya sıfırlanıyor ya da büyük darbe yiyor. İşte bu koşullarda firmalar ürettikleri ürünlerin maliyet fiyatları artsa bile zaten düşmüş olan satışların daha da gerilememesi için fiyat artışlarını erteliyorlar. Nereye kadar? Kimse bilmiyor. Ama eninde sonunda ya bu maliyet artışları ürünlere yansıtılacak ve kitlelerin alım gücü daha da düşecektir (ve dolayısıyla aşırı üretim sorunu daha da azmış olacaktır), ya da firmalar çok daha düşük kâr oranlarıyla ve bazen de (bir dönem boyunca) zararına satış yapmak zorunda kalacaklardır, ki bu da kârlılık bunalımının derinleşmesi demek olacaktır. Bu tam bir çıkışsızlık durumunu yansıtıyor. Her iki durumda da iktisadi krizi doğuran temel faktörlerden biri ya da birkaçı daha da güçlenmiş olmaktadır ki, bunun anlamı krizin daha da derinleşecek oluşudur.
Merkez Bankaları ve hükümetler enflasyonu kontrol altına almak için faiz artışına gitmek gerektiğini savunuyorlar, ancak bu artışı mümkün olduğunca ertelemeye çalışıyorlar. Bu noktada kapitalistler birçok açmazla karşı karşıya kalıyorlar. Bazılarını sıralayalım.
Faiz artışları kredi faizlerini de arttıracağı için, hem tüketimi kısıtlayıcı hem de yeni yatırımları yavaşlatıcı bir etki yaratıyor. Bu ekonomik büyümenin yavaşlaması ve işsizliğin artması demektir. Zaten sürünen büyüme oranlarıyla ve yüksek işsizlikle boğuşan kapitalizm için hiç de arzu edilir bir sonuç değil! Faiz artışına rağmen enflasyon geriletilemezse (ki çok muhtemeldir), bu durum burjuvazinin en çok ürktüğü konjonktürü doğurur: stagflasyon, yani ekonomik daralmayla enflasyonun birlikte görülmesi durumu.
Para yüksek faiz ortamında tahviller ve mevduatlarda istiflendiğinden başta hisse senetleri olmak üzere riskli varlıklar değer kaybederler. Faiz artışları hisse senedi borsalarında ciddi bir sarsıntı yaratırsa (ki bu neredeyse kesindir) 2008’den beri şişirdikleri tarihin en büyük balonunun patlaması riski ortaya çıkacaktır.
Onlarca trilyon dolar basılıp bunun önemli bir bölümü borç olarak kapitalistlere aktarılmışken, yalnızca faiz oranlarını yükselterek enflasyon geriletilemez. Faiz artışı, borç dağlarını daha da şişireceği gibi mevcut borçların ödenmesini hepten imkânsız hale getirebilir. Dananın kuyruğunu kopartmaya aday noktalardan biri de budur. Bu hususa daha sonra döneceğiz.
Bir diğer açmaz, faizlerin arttırılmasının, basıldıkları ABD ve AB sınırlarını aşıp dünyaya yayılan onlarca trilyon değerindeki dolar ve euronun bir kısmının anavatanlarına geri dönmesi ve bunun da yeni bir enflasyon dalgası yaratması tehlikesidir. Üstelik paraların AB ve ABD’ye geri dönmesi, o paraların aktıkları daha geri ülkelerde büyük yıkımlar anlamına gelecektir. Bu ülkelerin çoğu yabancı sermaye girişlerine muhtaç ve borca bağımlı durumdalar. Bu ülkelere sıcak para şeklindeki sermaye girişleri azalacak, faizlerle birlikte borçlanma maliyetleri daha da artacak, ülkelerin yerel para birimleri de değer kaybedecektir. En başta Arjantin, Türkiye, Güney Afrika, Mısır ve Brezilya olmak üzere birçok ülke ciddi sarsıntılarla baş başa kalacaktır.
Tüm bunlar, Merkez Bankalarının ve kapitalist hükümetlerin elini kolunu bağlayarak adım atmalarını zorlaştırıyor. Bahane üstüne bahane bulup mevcut durumu sürdürmeye çalışıyorlar. Mesela, FED, para politikasını değiştirmek için istihdamda “kalıcı bir iyileşmeyi” ve “tam istihdam oluşmasını” bekleyeceğini söyleyip duruyor. Durum buysa çok bekleyecektir!
İşsizlik ve istihdamda durum
Ekonomik gidişat değerlendirilirken işçi sınıfı açısından en önemli iki veri işsizlik ve istihdama ilişkin veriler ile reel ücretlerdeki değişime dair verilerdir. Bugün gelinen noktada her iki ana başlıkta da işçi sınıfı açısından durumun hiç de iyi olmadığı, sözü edilen ekonomik toparlanmanın emek cephesinde anlamlı bir yansımasının ortaya çıkmadığını söyleyebiliriz. Gerek ABD’de gerekse diğer ileri kapitalist ülkelerde resmi işsizlik iki yıl önceye göre gerilemiş olsa bile krizle birlikte sokağa atılan milyonlarca insanın önemli bir bölümü henüz işe geri dönebilmiş değildir. ABD’de her hafta açıklanan işsizlik oranları, iş başvuru sayıları ve işsizlik maaşından yararlanma başvuru sayıları arasında sık sık bariz bir tutarsızlık göze çarpmaktadır. Örneğin işsizlik maaşı için başvurular artarken (yani o dönem zarfında işten atılmalar artmışken), işsizlik oranlarında düşüş olduğu ilan edilebilmektedir. Bunun arkasında yatan sebep, tıpkı Türkiye’de TÜİK’in “hesaplama yöntemi değişikliği” dediği üçkâğıtta görüldüğü gibi, resmen işsiz sayılanların kapsamının giderek daraltılmasıdır.
Mart 2020’deki pandemi ilanıyla birlikte milyonlarca insan işten atılmış ve işsizlik maaşı için başvurular görülmedik seviyelere ulaşmıştı. Geçen yılın ortalarından itibaren işsizlik maaşı başvurularının pandeminin ilk dönemine göre gerilemesi, işten atma dalgasının zayıfladığı anlamına geliyor. Peki dalganın emek cephesini ilk vurduğu haftalarda işlerini kaybedenler işe geri dönebildiler mi ya da yeni bir iş bulabildiler mi? İşte bu kritik sorunun yanıtı, çoğunlukla hayırdır. İşsizlik başvurularında düşme yaşansa bile, tarım dışı istihdama dair veriler bu alanda hiç de beklendiği kadar bir artış olmadığını gösteriyor. ABD’de işsiz sayısı halen pandemi öncesine göre 4 milyon kişi daha yüksek, yani bu kadar insan işe geri dönebilmiş değildir. Öte yandan, uygun koşullarda iş bulmak zorlaştıkça, geniş işsizler kitlesinin bir bölümü daha iş aramaktan vazgeçiyor. Sonuç, kronik işsizlerin sayısı ve oranı aslında artarken, bu insanların yok sayılması ve bu nedenle de resmi işsizlik oranlarının düşmesi oluyor.
Krizin pek çok ekonomide özellikle de istihdam alanında kalıcı hasar bıraktığını söylemiştik. İleri ülkelerde ekonominin önemli bir payını oluşturan hizmet sektörü çok büyük darbe yemiştir, birçok küçük ve orta işletme bir kez daha açılmamak üzere kapanmıştır. Bu alanlarda işler adeta buharlaşmıştır; aynı alanlarda yeni açılacak işyerlerindeki istihdam, ne sayıca eskisi kadar olabilir ne de yeni işçilere eski ücretler ödenebilir. Verimlilik adına daha az sayıda işçiye daha çok iş yaptırılacak ve daha düşük ücretler ödenecektir.
Üretimde yaşanan hızlı teknolojik dönüşüm de istihdamı azaltıcı yönde çalışıyor. Burjuvazinin pandemiyi robotlaşma, otomasyon ve dijitalleşmedeki sıçramalı atılım için fırsat olarak kullandığı görülüyor. 10 bin çalışan başına düşen robot sayısıyla Çin geçen yıl dünya çapında 9. sıraya yükselmiştir.[5] Çin’in yalnızca ABD’yle değil, Güney Kore ve Japonya’yla giriştiği teknolojik rekabet robotlaşmayı hızlandıran faktörlerin başında geliyor. Ne var ki, kapitalizm tarihsel bir kriz içerisinde debelenip dururken, artan robotlaşma, onu krizden çıkarmaya yaramayacak, tersine kapitalizmin kâr oranlarının düşmesi ve işsizliğin devasa artması gibi uzun dönemli yapısal sorunlarını daha da kangrenleştirecektir. Üretim alanındaki robotlaşma, tüm alanlardaki dijitalleşmeyle el ele ilerliyor. JP Morgan “teknolojilerin benimsenmesini teşvik eden pandemi şokuyla üretkenliğin artmasını” beklediklerini söylerken, bir başka analist de “salgın, ekonomiler normalleşmeye devam etse bile dijitalleşmeye kalıcı bir yükseliş kazandırdı” diyor. Bu adımlar teknoloji ürünlerine dönük talebi arttırarak teknoloji şirketlerinin kârlılık patlaması yaşamasını sağlasa bile birçok sektörde dijitalleşme ve internet bazlı çözümler daha şimdiden sayısız vasıfsız ve vasıflı işi ortadan kaldırmıştır.
Bu açılardan bakıldığında, gerek hizmet sektöründe gerekse de imalat alanında belli işlerin ve hatta işkollarının tümüyle tasfiye olması mümkündür. Bazı alanlarda krizi fırsata çeviren kapitalistler, daha önce sendikal örgütlülük nedeniyle hayata geçiremedikleri birçok uygulamayı, pandemi önlemleri adı altında çoktan hayata geçirmiştir. Evden ve uzaktan çalışma yaygınlaştırılmıştır. Bu durum emeğin daha da esnek biçimler altında daha yüksek sömürüsü anlamına geldiği gibi birçok işin ortadan kalkması ve işsizliğin daha da kalıcılaşması sonucunu doğurmuştur.
Bu gelişmelerle çelişik gibi gözüken bir başka olguya da değinmek gerekiyor. Gerek ABD’de gerekse diğer bazı ileri ülkelerde kimi sektörlerde işgücü açığından bahsediliyor. Patron örgütleri işçilerin iş beğenmediklerinden yakınıyor, insanların tembel olduğunu, çalışarak daha fazla para kazanmaktansa daha düşük olan devlet yardımlarına razı olduklarını iddia ediyorlar. Gerçekten de kimi sektörlerde işgücü eksikliğinin yaşandığı görünüyor. Ama bu durum hiç de iddia edildiği gibi tam istihdam koşullarına yaklaşıldığı ya da işgücü kıtlığı yaşandığı anlamına gelmiyor. Tam tersine, gördüğümüz gibi iş sayısı azalmıştır. Üstelik bu azalan işlerdeki koşullar daha da kötüleşmiştir; çalışma koşulları ağırlaşmış, reel saatlik ücretler düşmüştür. Bu o kadar çarpıcı hale gelmiştir ki, birçok işsiz bu ağır koşullarda ve bu denli düşük ücretlerle çalışmaktansa çalışmamayı ve sosyal yardımlarla geçinmeyi tercih etmektedir. “İşçi kıtlığı” koşullarında “işverenlerin işçileri çekmek ve elde tutmak için daha fazla ödeme yapma isteği”nden bahseden burjuva yorumcular, ABD’de geçen yıl ortalama saatlik ücretlerin %4,7 oranında arttığını köpürterek dillendirmekten zevk alıyorlar, ama bunun gerçekte işçilerin reel ücretlerinin düşmesi ve yoksulluğun artması anlamına geldiğini söylemiyorlar. Çünkü ABD’de bile resmi enflasyon geçen yıl %7’ye ulaşmıştır.
Borç dağları yükselmeye devam ediyor
Enflasyonu geriletmek amacıyla faizleri yükseltmenin önündeki engellerden birinin arşa ulaşan borç dağları olduğunu söylemiştik. Birikmiş borçlar, mevcut düşük faizlere rağmen yeniden borçlanmayı zorlaştırmaktadır, ki bu da yeni yatırımların önünde ciddi bir engeldir. Durum buyken bir de faizler arttırılırsa yalnızca yeni borç almak daha da zorlaşmış olmayacak, aynı zamanda mevcut borçların ödenmesi de güçleşecek, borç toplamı daha da artacaktır. Zaten boğazına kadar borca batmış bir sistemden bahsediyoruz ve aşırı doymuş kredi sisteminin tıkanmışlığı sistemin tarihsel bir kriz yaşamasının en temel nedenlerinden biridir.
Pandemi boyunca her çeşit borçlanma muazzam miktarda artmıştır. Üstelik gerek küresel bazda gerekse de tek tek ülkeler bazında toplam borcun hasılaya oranı genellikle artış göstermiştir. Eylül ayında yayınlanan bir rapora göre, tüm dünyadaki toplam borç miktarı 300 trilyon dolara ulaşmış durumdaydı. Bu inanılmaz büyüklüğü kavrayabilmek için, onun, tüm dünyada bir yıl boyunca üretilen tüm zenginliğin (küresel gayrisafi hasılanın) 3,6 katından biraz daha fazla olduğunu söyleyelim. Bu toplamın içinde hane halkına ait olarak gözüken borç miktarı da inanılmaz boyuttadır: 55 trilyon dolar! 300 trilyonluk borcun geri kalanını ise devlet borçları ve şirketlerin borcu oluşturuyor. Çin ekonomisinin istisnai ölçüde yüksek büyüme rakamlarıyla anılmasında, borçluluk artışı önemli bir faktördür.
Şirket borçları da inanılmaz boyutlardadır. Pandemi bahanesiyle tüm dünyada, kuşkusuz en başta emperyalist metropollerde, aslında batık durumunda olan sayısız şirket, çıkarılan destek ve teşvik paketleri sayesinde ayakta tutuldu. Bu şirketlerin düşük faizlerle borç almaları da teşvik edildi. Habire su almakta olan, bırakılsa derhal batacak sayısız şirket devlet desteği ve ucuz krediler sayesinde yüzdürüldü. Faizler tekrar arttırılırsa, büyük miktarda borçlanan şirketler epey zor duruma düşeceklerdir. Son aylarda bu alanda yaşanan sıkıntılar giderek artmaktadır. Bir örnek olarak Çinli emlak devi Evergrande’yi anabiliriz. Evergrande’nin toplam borcunun 300 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor. Yani bir şirket düşünün ki, borçları, Türkiye gibi kocaman bir ülkenin bir yılda ürettiği toplam zenginliğin yarısına yakın bir düzeydedir! Şirketin 800’e yakın inşaat projesi devam ediyor. Bu projelerde henüz daha inşaatlar bitmeden paraları ödenmiş 1,2 milyon konuttan bahsediliyor. İşte böylesi dev bir şirket vadesi gelen borçlarını ödeyememe riskiyle karşı karşıya. Geçtiğimiz aylarda Evergrande’nin temerrüde düşebileceği korkusu Çin borsalarından başlayarak tüm dünya borsalarına yayılan bir gerileme dalgasını tetiklemişti. Ardından borç taksitlerinden birini ödeyerek şirketin zaman kazanması piyasaların sakinleşmesiyle sonuçlansa da sorun çözülmüş olmaktan çok uzaktır, aslında ani bir çöküş korkusu bir sonraki borç ödeme dönemine ertelenmiştir, hepsi bu. Ama zorda olanın yalnız Çinli Evergrande olmadığı da biliniyor. Yine bir başka emlak devi olan Çinli Fantasia şirketinin de borçlarını ödeyemeyecek durumda olduğu anlaşılınca şirketin borç tahvillerinin piyasa işlemleri durduruldu ve borsalarda küçük bir düşüş şoku da o yarattı.
Yüz milyarlarca dolar borca batmış ve aslında fiilen iflas etmiş sayısız zombi şirketin eninde sonunda cenazesi kaldırılacaktır. Ve bu yalnızca yeni finansal şok anlamına değil, büyük istihdam kayıpları ve ona bağlı olarak talebin daralması anlamına gelecektir. Dahası bu şirketlerin bir kısmı zombi statüsünde olsalar bile uluslararası tedarik zincirlerinin bir parçasıdırlar ve onların resmen iflası bu zincirin yeni halkalardan tekrar kırılması demektir ki, bu yeni arz yönlü şokların kaçınılmazlığı demek oluyor.
Borçlanma sorunları geleceğe ötelemektir, gelecekte elde edileceği varsayılan gelirin bugün kullanılmasıdır. Varsayımlar boşa çıktığı anda da domino taşları gibi koca bir borç zinciri yıkılıp kırılmaya başlar, sonuç finansal çöküşler ve kaostur. 20. yüzyılın ikinci yarısı bu tarz çöküşlerle dolu. Gerçek ücretleri ve alım güçleri düşen geniş emekçi yığınlar tüketici kredileriyle bankalara borçlanıyorlar. Şirketler yeni yatırımlar için ve hatta işletme giderleri için bankalardan kredi çekiyorlar, devletler çeşitli türde açıklarını kapatmak için bankalardan ve birbirlerinden borç alıyorlar. Sonuçta borç dağları büyüdükçe büyüyor ve artık öyle bir noktaya gelinmiş durumda ki bu borçların ödenmesi kâğıt üzerinde bile mümkün gözükmüyor. Ama bunun anlamı çağımız kapitalizmini ayakta tutan kredi mekanizmasının tıkanmasıdır. Kapitalizm bir zamanlar ürettiği çarenin esiri ve artık kurbanı haline gelmiştir. Bu borç dağlarındaki niceliksel artışın artık niteliksel bir dönüşümü zorunlu kıldığı tarihsel bir eşikteyiz. Sosyalizm kendini her geçen gün daha fazla dayatıyor.
[2] Şirketler, yakılan dizel, benzin, kalorifer yakıtı ve doğalgaz sonucu oluşan karbondioksit salımı için ton başına 25 euro ödüyor.
[3] “Oysa çok açık ki böylesi ek vergiler, kapitalistler bu maliyetleri fiyatlara yansıtacaklarından ötürü yine emekçilerin sırtına binecek, petrol bazlı sayısız ürünün fiyatının yanı sıra akaryakıt ve ısınma giderleri de artacaktır. Bu vergilerden sağlanacak milyarlarca euroluk fonlar ise, sözümona yeni ve çevre dostu teknoloji ve ürünler geliştirme çabasında olan şirketlere teşvikler, sübvansiyonlar ve ucuz krediler olarak aktarılacaktır.” Oktay Baran, İklim Krizi ve Kapitalizm (4 Ekim 2019), marksist.com
[4] Eylülde enflasyon %5,8 idiydi ki bu 2008 yılından sonraki en yüksek orana işaret ediyordu. Ekim ayında %6,2 ile 1990 Aralığından sonraki en yüksek seviye görüldü. Kasım ayında da %6,8 oranıyla 1982 Haziranından sonraki en yüksek değere ulaştı. Ve 2021 yılı Aralık ayındaki %7 oranıyla kapatıldı.
[5] Uluslararası Robot Teknolojisi Federasyonunun verilerine göre, Çin’in geçen yılki robot yoğunluğu 10 bin çalışan başına 246 imiş. Birinci sıradaki Güney Kore’de bu sayı 932. ABD’de ise 255. Aynı yoğunluğun küresel ortalaması ise 146 imiş.
link: Oktay Baran, Krizin İki Yılı, Pandemi ve Dünya Ekonomisi /2, 20 Ocak 2022, https://marksist.net/node/7570