Rejimin ekonomik darboğazı ve emekçi kitlelere saldırısı şiddetlenerek sürüyor. İşsizlik, yoksulluk, borçluluk, hayat pahalılığı gibi yakıcı sorunlar hızla büyüyüp emekçi kitlelerin sırtına olanca ağırlığıyla çökerken, tüm ülke, gözü dönmüş faşist bir iktidarın haris kıskaçları arasında sancı içinde kıvranıyor. Emekçi kitleler açısından sefalet derinleşiyor, yıkım tablosu ağırlaşıyor. Mahalle pazarlarının bile tenhalaştığı, tezgâhların çoğunun açılmadığı bir kasvet havası yaşanıyor. Böylesi bir tabloyu yaşamamış son birkaç emekçi kuşağı kelimenin gerçek anlamında bir şok yaşıyor. Hoşnutsuzluk ve öfke birikiyor, ülkenin farklı yerlerinde farklı sektörlerden işçilerin iş bırakma ve protesto eylemleri dalga dalga yayılırken, elektrik faturalarındaki fahiş zamlar da emekçi halk tarafından yürüyüşlerle protesto ediliyor.
Burjuva iktisadının yetersiz verileri bile ekonomik durumdaki kötüleşmenin emekçiler açısından sıra dışı boyutlara ulaştığını ortaya koyuyor. Türkiye’de sivil faşist rejimin kuruluş süreciyle neredeyse bire bir örtüşme içinde kişi başına milli gelir istikrarlı biçimde azalıyor. 2020 yılının sonu itibariyle (2021’in kapanış verileri henüz ortaya çıkmış değil) kişi başı milli gelir Cumhuriyet tarihinde ilk kez 7 yıl üst üste azalma göstermiş oldu. Buna göre, 2014’te 12 bin doların üzerinde olan kişi başı milli gelir her yıl kesintisiz azalarak 2021’de 8600 dolar seviyesine inmiş bulunuyor. Veriler daha önce sadece II. Dünya Savaşı bitimi döneminde (1944-1947) 4 yıl üst üste bir azalma olduğunu ortaya koyuyor. Erdoğan liderliğindeki Türk-İslamcı faşist rejim böylece önemli bir rekora imza atmış oluyor. Gelinen noktada halkın yüzde 58’i borçlu durumuna düşmüş, Türkiye işsizlik oranlarında, gelir eşitsizliğinde Avrupa birinciliğine yükselmiştir. Bunun yanı sıra enflasyon ve faiz oranları da Avrupa’da ilk sırayı işgal ediyor.
Meta fiyatlarındaki yükseliş dur durak tanımıyor ve iktidarın yaymaya çalıştığı sahte umutlar bir bir fos çıkıyor. Emekçiler bir yandan çarşı pazarda şok yaşarken, bir yandan da gelen enerji faturalarındaki rakamlar karşısında şok yaşıyorlar. Elektrik, doğalgaz ve akaryakıt fiyatlarındaki astronomik yükselişler, beraberinde tüm metaların fiyatlarını patlatarak emekçileri adeta bir silindir gibi altlarına yuvarlıyor. Bu can yakan gerçekler karşısında asgari ücrete sözde yüksek zam yalanıyla yapılan propagandanın ve yine “dövizi düşürdük” yaygarasının fazla hükmü olamadı. Meta fiyatları ne sözde indirilen dövizi ve faizi ne de şov amaçlı sahte fiyat denetimlerini tanıyor. Zaten ne kapitalist ekonominin fiili işleyişi içindeki gerçek faizler inmiş durumda ne de yükseliş sürecinin başlangıcı itibarıyla alındığında döviz inmiş durumda. Dövizde yaşanan şeyin tam bir mizansen olduğu çabucak ortaya çıkmıştır. Bir tiyatro kurgusuyla ve vurgun amaçlı olarak doların bir hafta içinde (13-20 Aralık) 18 TL’ler düzeyine yükseltilip sonra da rejimin şefinin sözde müdahalesiyle 13 TL’ler düzeyine indirilmesi ne doların birkaç ay içinde 8 TL’lerden 13’lere çıkmış olduğu ve oradan geriye gitmediği gerçeğini ortadan kaldırır, ne de 18’lerden 13’lere inişin sözde yeni tedbirlerle değil arka kapılardan yapılan 19 milyar dolarlık gizli döviz satışlarıyla kotarıldığı gerçeğini.
Hal buyken, iktidardaki sermaye fraksiyonu 2015’ten itibaren kurmuş olduğu faşist iktidar tekelini muhafaza etmek için yıkımı daha da arttıran ekonomi politikalarını vites yükselterek sürdürüyor. Ekonomik planda yıkım bu tarzda sürdürülürken, çuvala sığması imkânsızlaşan mızrak bin bir türlü yalan ve hamasetle gizlenmeye, emekçi kitlelerin gözü boyanmaya çalışılıyor.
Faiz yalanları ve fiyaskolar
Faşist rejimin uzunca süredir izlemeye çalıştığı ekonomi politikasının hem kilit unsurunu hem de alâmetifarikasını faiz düşürme stratejisi oluşturuyor. Bunun şampiyonluğunu da aleni biçimde Erdoğan yapıyor. Yaptığı konuşmalarda kitlelerin beynine kazımaya çalıştığı mucizevî formüle göre “faiz sebep enflasyon netice”dir. Yeni Ekonomik Model diye pazarlamaya çalıştıkları bu “modele” göre faiz düşürülerek başlangıçta yüksek döviz kuru nedeniyle içeride ihracata yönelik üretime itilim verilecek ve ayrıca düşen konut kredileriyle de geniş bir ekonomik faaliyeti sürükleyen inşaat sektörü canlandırılacaktır! Tüm bunlar, uzak olmayan bir tarihte artan döviz gelirleri nedeniyle cari açığın düşmesine yol açarak döviz kurunun da düşmesini sağlayacak ve böylelikle enflasyon da düşecek, ekonomi toparlanmış olacaktır!
Kapitalist ekonominin karmaşık gerçekliği ve dengeleriyle pek bağdaşmayan bu basit denkleme onu pazarlayanların ne ölçüde inandıkları şüphelidir. Zira önemli değişiklikler anlamına gelen böylesi bir Yeni Ekonomik Model’e geçmenin bir planlamasının, programının olması beklenir. Oysa bunun büyük oranda irticalen kotarıldığı, rejimin içine düştüğü sıkışıklığı savuşturmak için devreye tam bir sallapatilikle sokulduğu açıkça görülüyor. Aslında 2018’den beri ekonomi alanında sıkışıklığı artmaya başlayan rejim o yıl bakanlığa getirilen damat aracılığıyla bu politikanın benzerini uygulamaya çalışmadı değil. Dövizin patlamasına yol açmadan kredi faizlerini düşük tutup, piyasaya ucuz kredi pompalama maksadıyla milyarlarca doların piyasaya satılması yoluna gidildi. Bununla ekonomi canlanacak ve zaman içinde döviz de yavaş yavaş yeniden geri toplanacaktı. Ancak Hazine ve Merkez Bankası kasaları tamtakır hale getirilene kadar milyarlarca dolarlık döviz kullanıldığı halde sonuç tam bir fiyaskoydu ve Erdoğan çok güvendiği damadın bile kellesini almak zorunda kaldı. Yeni getirilen Bakan ve Merkez Bankası Başkanı üzerinden faizler yükseltilmeye başlandı. Bununla maksat, AKP ile doğrudan bağlantılı sermaye fraksiyonunu geçici olarak sıkıntıya sokma pahasına, genel durumu bir nebze düzeltmek, uluslararası planda yeniden itibar tesis etmekti kuşkusuz. Böylece uluslararası para muslukları eski saadet dönemlerindeki gibi yeniden açılacak, ucuz yurtdışı kaynaklar akmaya başlayacaktı!
Ancak çok geçmeden iktidarla doğrudan bağlantılı sermaye çevrelerinin feryatları yükselmeye başladı. Ardından onların bindirdiği basınç sonucu yeni Merkez Bankası Başkanı da görevden alındı. Yeni Bakan bir süre daha görevde tutunsa da o da aylar sonra “görevden af” şerbetini içti. Yeni getirilen Merkez Bankası Başkanıyla birlikte yeniden faiz düşürme döngüsüne girildi. Tüm bu sürece bakıldığında baştan aşağıya yalpalamalarla gidildiğini görmek zor değildir. Bu yalpalı seyir de yeni ekonomi modeli gibi süslü laflarla pazarlanan şeyin sadece sıkışma ve çaresizlik içindeki rejimin ciddiyetten yoksun bir “deney” yapması anlamına geldiğine işaret ediyor. O nedenle zaman zaman “Çin modeli” diye de dile getirilen modelin enine boyuna düşünülerek planlanmış bir ekonomik programmış gibi ciddiye alınmaması gerektiği açık olmalıdır. Ancak bu ciddiyetsizliğin bir sınıf mantığı var ve bu mantık her şeyden önce işçi sınıfı ve diğer emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarına ağır bir saldırı, onlara ağır bir bedel ödetilmesi anlamına geliyor.
Yukarıda kısaca özetlediğimiz yalpalı seyir sonunda, 2021 yılının Eylül ayından başlayarak Merkez Bankası yüzde 19 olan politika faizini indirmeye başladı. Gerçek enflasyon oranlarıyla alay etme anlamına gelen bu faiz politikası karşısında kaçınılmaz olarak dövize hücum yaşandı ve döviz kurları patladı. Döviz kurları faiz indirilirken inmeleri gerektiğini anlayamamışa benziyorlardı. Aralık ayının ortalarına gelindiğinde politika faizi oranı yüzde 15’e inmişken dolar 8 TL düzeylerinden 13 TL düzeylerine yükselmişti. Önceki dönemde uygulanan “deney” sonucu Merkez Bankası ve Hazine’nin döviz rezervleri eritilmiş olduğu için bu ikinci “deney” böylesi bir enstrümandan da yoksun bir şekilde uygulanmıştı. Özetle faiz düşerse enflasyon ve döviz kurları düşer politikası kısa sürede bir iflas tablosu sergiledi. Emekçi halk kitlelerinde hoşnutsuzluğun hızla yükselmeye başlaması karşında rejimin tepelerinde yukarıda bahsettiğimiz vurgunlu mizansen sahneye kondu. Bir hafta içinde dövize sert bir pik yaptırılıp sonrasında gizli kapaklı tutulan arka kapı yöntemleriyle piyasaya döviz sürülerek pik öncesi seviyeye geri dönüldü ve bu büyük bir başarı öyküsü gibi pazarlandı.
Bu sözde başarı öyküsünü desteklemek için aynı günlerde yine bir propagandif algı oyunuyla yüksek gösterilen bir asgari ücret zammı açıklandı. Böylece bir-iki haftalığına ekonomik gidişat konusunda emekçi kitlelerde büyüyen hoşnutsuzluk havasını kırdıkları zehabına kapıldılar. Ancak yığınlar enflasyonun ve hayat pahalılığının gerçek düzeyini etlerinde kemiklerinde gitgide daha acıtıcı biçimde hissettiklerinden bu etki büyük ölçüde geçici ve yüzeysel kaldı.
Erdoğan’ın Aralık ayı ortalarında yürütülen döviz operasyonu sırasında ilan ettiği “kur garantili TL mevduat hesabı” formülünün elbette bir amacı vardı. Elinde döviz bulunduran kişilerin bunu çözerek TL’ye geçmelerini sağlamak. Bu, rejimin döviz kaynaklarını tükettiğinin ve bu konuda fena halde sıkıştığının itirafı olduğu gibi, o ana kadar denedikleri tüm özendirme ve baskı (havuç/sopa) yollarının bir işe yaramadığının da itirafıydı. Çok büyük oranda emekçilerin vergilerinden oluşan kamu mali kaynaklarının bu sefer bu yeni yolla faşist rejimin bekası için seferber edilmesi anlamına da geliyordu bu finansal araç. Dövizi olanlar bozacaklar, ama faiz getirileri döviz getirisi altında kalırsa bunu devlet karşılayacaktı. Ancak kimse rejime güvenmediği için bu hamle de fos çıktı, dövizden TL’ye geçiş önemsiz denecek seviyelerde kaldı. Bu da yalanlarla gizlenmeye çalışıldıysa da işe yaramadı. Nitekim şahısların ellerindeki döviz birikimlerini çözmedikleri netleşince rejim ikinci bir hamleyle şirketlerin de bu araçtan yararlanabileceğini ilan etti. Ama bunun da rejimin derdine derman olamayacağı ilerleyen günlerde ortaya çıkmaya başladı.
Diğer taraftan rejim söylemde en çok pazarladığı faiz konusunda da tam bir çuvallama hali içinde yalan rüzgârı estiriyor. İndirilen Merkez Bankası politika faizi piyasadaki diğer faizlerin hiçbirinin inmesine yol açmadı, açmıyor. Banka müdürleri, şirket CEO’ları rejim odalarına toplantılara çağrılarak yola sokulmaya çalışıyorlar. Gözlerindeki ışıkla ekonomiyi yöneten yeni Bakan topladığı kapitalistlere “her biriniz 100 milyon dolar bozdurun” diyebilmekte, bankalara da zararına enflasyon oranının altında ucuz kredi dağıtın telkini yapılmakta. Ancak sermayenin böylesi fedakârlıklara pek gönüllü olmadığı aşikâr. Nitekim, şapkadan çıkardığı tavşanın bir işe yaramadığını gören Erdoğan öfkeleniyor ve suç mahiyetinde beyanlarla özel bankalara sopa sallıyor. Çünkü tüketici kredilerinden ticari kredilere dek tüm kredi biçimlerinde faizler düşmek bir yana yükselmiş durumda.
Bu arada rejimin istediği yalanları yeterince kıvıramadığı anlaşılan TÜİK bile enflasyon oranını resmi olarak yüzde 50’ler düzeyinde açıklamak zorunda kalıyor. Elbette emekçilerin gerçek yaşamları içindeki enflasyonun bunun çok çok üzerinde olduğu aşikâr. Bağımsız ENAG araştırması enflasyonu yüzde 115 düzeyinde tespit ederken, TÜİK’in kendisi de üretici fiyatlarındaki enflasyonu yüzde 93 olarak açıklıyor. Gerçekte geçmiş TÜİK verilerine bakıldığında, 2018 yılına kadar üretici enflasyonu rakamları ile tüketici enflasyonu rakamları arasında pek fark olmamasına rağmen, manidar biçimde 2018’den itibaren arada gitgide açılan bir makas oluşmakta. Birkaç aylık kısa dönemler için söz konusu olabilecek bu tür makaslar her nasılsa üç yılı aşkın süredir Türkiye’de yaşanmakta. Faşist saray rejiminin odalarında tüketici enflasyonu verilerinin manipüle edildiğinin net bir işareti.
Rejimin ilan ettiği ekonomik çıkış haritasının başka göstergeleri de operasyonun pek dikiş tutmadığına işaret ediyor. Örneğin azalacağı duyurulan ve ilk başlarda kaçınılmaz olarak bir miktar azalan cari açık Ocak ayında yeni bir rekor kırdı. Hesapta değeri düşen TL nedeniyle cazip hale gelen ihracat sayesinde cari açık kapanacak ve döviz rezervleri artacağı için de kur ve devamında enflasyon düşecekti. Oysa genel olarak ithalata bağımlılığı çok yüksek olan üretim ve ihracatın yapısının cari açıkta uzun vadeli ve kalıcı bir düşüş getirmesinin pek mümkün olmadığını çeşitli iktisatçılar uzun zamandır dillendiriyorlar.
Rejimin büyük bir sıkışma yaşadığına ve bu sıkışma hali içinde tam anlamıyla bir kumarbaz gibi şans faktörüne güvenerek hareket ettiğine dair belki de en çarpıcı gelişmeler enerji alanında yaşanıyor. Tükettiği döviz rezervleri nedeniyle doğalgazda vadesi dolmuş güvenceli kontratları yenilemeyen rejimin, depolanmış gazı kullandığı ve spot piyasadan anlık olarak daha uygun fiyata temin ederim mantığıyla hareket ettiği ortaya çıkıyor. Ama tüm dünyada petrol ve doğalgaz fiyatlarında yaşanan yükselişler nedeniyle hem hesap tutmuyor hem de kış şartlarıyla birlikte artan enerji ihtiyacını karşılamak için elde depolanmış pek gaz kalmadığından, dışarıda en küçük bir aksama olduğunda içeride enerji kıtlığı yaşanıyor. Böylece sanayide elektrik ve doğalgaz kesintilerinin yaşandığı günlere tanık olunuyor. Diğer taraftan kuşkusuz başka yönleri de olan aynı politikaların sonucu olarak akaryakıt, doğalgaz ve elektrik fiyatları korkunç biçimde artmakta. Tüm toplumsal hayatın üzerinde işlediği çok temel bir ihtiyaç olan enerjide ağır bir kriz yaşanıyor. Nitekim faturaların yarattığı şok karşısında emekçilerin sokağa döküldükleri eylemler başlamış durumda.
Önümüzdeki dönemde enerji kesintileri gündeme gelebileceği gibi, fiyatlardaki yükselişler de devam etmektedir. Bu durum emekçilerin elektrik, doğalgaz ve akaryakıttan mahrum kalması ihtimalini gündeme getirmesinin yanı sıra tüm diğer metaların fiyatlarında doğacak ekstra artışlar nedeniyle geçim sorununu daha da ağırlaştıracaktır. Bunların yanı sıra TL değer kaybı nedeniyle ucuzlayacağı için ihracat patlamasına yol açacağı umulan üretim bu en temel girdinin kıtlığı ve yükselen fiyatları nedeniyle pahalı hale gelecektir. Özetle rejimin izlediği ekonomi politikaları her düzeyde çelişkiler, açmazlar ve yeni yıkımlarla örülü bir tablo çıkarıyor ortaya. İşlerin yolunda gitmediği başta rejimin şefi olmak üzere çeşitli rejim sözcüleri tarafından da çeşitli biçimlerde itiraf ediliyor aslında. Bizzat Erdoğan sözde dövizi düşürdüğü günlerde muzaffer komutan edalarıyla sıkıntılı günlerin birkaç ayda geçeceği ve Nisan ayında düzlüğe çıkılacağını müjdelerken, fiyasko tablosu belirginleştikçe düzelmenin yaz döneminde geleceğini dillendirir oldu.
Rejimin politik ekonomisi
Erdoğancı sermaye fraksiyonu faşist rejime geçilmeden önce de kamu kaynaklarının ve gücünün istismarı ve talanına fazlasıyla dayanıyordu. Ancak bu fraksiyonun Erdoğan liderliğinde güttüğü haris talan politikaları faşist rejime geçildikten sonra çok daha vahşi ve ölçüsüz bir hal almıştır. Önceki dönemde hem görece elverişli dünya ekonomik konjonktürünün hem AKP ve Erdoğan’ın işine yarayan uluslararası politik atmosferin katkısıyla hem de içeride yine sermaye kesimleri arasında dengelerin görece gözetilmesi dolayısıyla, İslamcı ağırlıklı AKP’ci sermaye semirme politikalarını nispeten sorunsuz yürütebiliyordu. Ancak 2010’lu yılların ilk yarısından itibaren tüm bu alanlarda dengeler bozulmaya başladı ve iktidarı elinde tutan söz konusu sermaye fraksiyonu bu iktidarı kaybetmemek için giderek şiddetlenen bir otoriterleşmeye yöneldi. Ve bu gidişin sonu Türk-İslam tipi sivil faşizm oldu.
Gelinen noktada faşist rejimin kendi bekası uğruna yaptıkları, kapitalizmin küresel çapta içinden geçtiği krizin etkilerinin Türkiye’de diğer ülkelere nazaran daha ağır tecelli etmesine yol açmaktadır. Enflasyon tüm dünyada yükselirken Türkiye bu yükselişte dünya liderliğine oynamaktadır. Petrol ve doğalgaz fiyatları dünya genelinde yükselmektedir, ama Türkiye’deki fiyat artışları tüm dünyayı geride bırakmakta, sorun enerji kesintilerine kadar varmaktadır. Türkiye döviz rezervleri açısından durumu en kötü ülkeler arasına yerleşmekte, uluslararası kredibilitesi en fazla kötüleşenler arasında yer almakta, dolayısıyla daha zor dış kredi bulmakta, diğer ülkelere göre daha yüksek maliyetlerle borçlanabilmektedir. Bu liste başka kalemlerle de uzatılabilir ama gerekli değildir. Önemli nokta şudur: Türkiye’nin krizi dünya genelinden çok daha kötü biçimde geçirmesinin esas nedeni iktidarı bir faşist rejim altında gasp etmiş sermaye fraksiyonunun hiçbir ölçü tanımayan haris talan politikalarıdır.
Daha önce ifade ettiğimiz gibi, “Devlet olanaklarına çok daha fazla yaslanan, bu olanakları alabildiğine istismar eden Erdoğancı sermaye fraksiyonu, kaynakların içeride devlet üzerinden kayırıcı dağıtımına en muhtaç fraksiyon aynı zamanda. Pandemi süreciyle de iç içe geçen dünya ekonomik krizi bu fraksiyonun kırılganlığını daha fazla arttırdı. Bu durum iktidarın ekonomik politikalarının ve davranışlarının sert dönüşler, zikzaklar yapmasına yol açmaktadır.” (Levent Toprak, Rejimin Ekonomi Politikaları ve İşçi Sınıfı, 21 Kasım 2021, marksist.com)
Bugün iktidarı gasp etmiş olan sermaye fraksiyonu kendi kesimsel çıkarlarını sürdürebilmek uğruna gözünü tümüyle karartmış durumdadır. Bu fraksiyon iktidardan çekilip, diyelim sonraki bir dönemde yine seçimler yoluyla iktidara gelmeyi düşünebilecek noktayı çoktan geçmiştir. Yapılanışı ve pozisyonu gereği bunu yapması mümkün değildir. Siyasal iktidar gücünü elinde tutmak bu fraksiyon için bir hayat memat meselesi halini almıştır. Bu durum söz konusu fraksiyonu bir yandan işçi sınıfına, emekçi kitlelere açıkça saldıran politikaları daha da mahmuzlamaya iterken diğer yandan sermayenin genel çıkarlarına körleşmesini getirmektedir. Faiz konusunda izlenen yıkıcı politikanın altında da bu sermaye fraksiyonunun özgül çıkarları yatmaktadır. Erdoğan’ın faiz konusunda İslami göndermeler yapmasının ucuz bir propaganda taktiği olduğu açıktır. “Faşist iktidarın çaresizlik içinde yürütmeye çalıştığı faiz politikası tercihlerinin ne İslami doktrinle ne de Erdoğan’ın alay konusu «faiz sebep enflasyon netice» teorisinin uygulanması gayretkeşliğiyle ilgisi vardır. Erdoğan’ın sözde teorisi sadece söz konusu sermaye fraksiyonunun güncel mecburiyetlerinin İslami hassasiyetleri de gıdıklayacak şekilde dile getirilişidir. Gerçek şu ki, ortada böylesi bir teori ve bunu uygulamaya yeminli doktrin adamları filan yoktur. Rejimin sahipleri zikzaklar, çalkantılar içinde bir ileri bir geri bu noktaya gelmişlerdir. Hatta bu politikayı izleyebilmek için iktidar kendi içinde ve yüksek bürokraside tasfiyelere bile gitmek zorunda kalmıştır.” (age)
Emekçilerin hoşnutsuzluğu ve tepkisi artıyor
Rejimin izlediği yağma ve talan politikalarının işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde giderek büyüyen bir hoşnutsuzluk yarattığını artık rejimin kalemşorları bile inkâr edemez noktaya geldiler. Sıkça yapılan anketler rejim güçlerinin seçmen desteğinin erimekte olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Farklı anketler arasında sadece bu erimenin ölçüsünün ne olduğu konusunda fark olduğu söylenebilir. Ancak bu anketler bir yana zaten emekçi kitlelerin baş gündeminin hayat pahalılığı ve geçim sorunu olduğu aleni bir gerçek. Bu hoşnutsuzluk Türkiye’nin özgül şartları nedeniyle dünyanın birçok ülkesinden farklı olarak kitle protestolarına dönüşmemekteydi. Ama bu durumun da hızla değiştiğinin görülmesi için fazla beklemek gerekmedi.
Rejimin ekonomi politikalarını değerlendirdiğimiz yazımızın sonunda işçi sınıfı cephesine de değinerek sınıf mücadelesi bayrağının yükseltilmesinin önemini vurgulamıştık: “Hızla artan hayat pahalılığı dev bir alev topuna dönüşerek işçi hanelerini yakarken işçi sınıfındaki hoşnutsuzluk ve öfkenin arttığı aşikârdır. İşçi sınıfının özellikle örgütlü kesimlerinin artan hayat pahalılığına karşı mücadele sahasına çıkması bu noktada çok önemlidir. Örneğin DİSK’in İzmir’de başlattığı eylemlerin arkası gelirse mücadele önemli bir ivme kazanabilir. Böylesi bir mücadele dinamiğinin salt ekonomik boyutla sınırlı kalamayacağı kendiliğinden bellidir. Rejimin güç yitimi yaşadığı ve çeşitli temel alanlarda sıkıştığı bir dönemde burjuva muhalefet seçim stratejisi üzerinden çıkış çareleri ararken, işçi sınıfı açısından bu rejimden anlamlı bir demokratik çıkış ancak alttan gelen kitlesel bir emekçi dinamiği ile mümkün olabilir.” (age)
Bu satırlar üzerinden sadece haftalar geçtikten sonra şimdi Türkiye’nin dört bir yanında ve çeşitli sektörlerden işçiler eylemler yapıyorlar. Lojistik çalışanlarından tekstil işçilerine, metal işçilerinden madencilere, hatta dijital medya çalışanlarına kadar çeşitlenen bir yelpazede işçiler çoğunlukla yetersiz ücret zamlarına karşı patronlara bayrak açıyorlar. Bunların yanı sıra birçok örnekte sendikalaşma mücadeleleri ve direnişler yaşanıyor. Ücret ve sendikalaşma mücadelelerinin birçoğunda çalışanlar kazanımlar elde ediyorlar. Ve yeni bir boyut olarak, emekçi kitleler özellikle elektrik ve doğalgaz faturalarındaki fahiş zamlar nedeniyle sokaklara dökülmeye başladılar.
Ücret mücadelelerinin çok hızlı biçimde yayılması dikkat çekicidir. Bilinç düzeyinde ifade bulmasa da bu durum aslında sorunun salt ekonomiyle ilgili olarak görülmemesi gerektiğine işaret etmektedir. Toplumun üzerine çökmüş boğucu atmosfere karşı “yeter artık” diyen bir dinamik söz konusudur burada. Ücretlerin arttırılması ve hayat pahalılığına karşı şimdilik patlamalı, birbirinden yalıtık bir biçimde gelişen direnişler, eylemler veya sendikalaşma girişimleri dalgalı bir seyir izleyecek gibi görünmektedir. Ortada önemli bir potansiyel olduğu tartışmasızdır ve işçi sınıfı devrimcilerinin tüm perspektif ve yaklaşımının isabetliliğini ortaya koymaktadır. Faşist rejime karşı potansiyel olarak en sağlam, en sahici mücadele odağı işçi sınıfıdır. Gerçekte kırılganlıkları hayli artmış faşist rejim karşısında yükselecek güçlü bir işçi sınıfı hareketi tüm samimi muhalefet dinamiklerinin potansiyellerinin de olanca bereketiyle açığa çıkmasını sağlayacaktır. Böylesi bir dinamik karşısında mevcut haliyle faşist rejimin dayanması zordur. O nedenle sınıf dinamiğini, sınıf örgütlülüğünü ve sınıfın birliğini büyütme doğrultusunda çaba harcamak daha da önem kazanmaktadır.
link: Levent Toprak, Rejimin Ekonomik Yıkım Politikaları ve Mücadele, 4 Şubat 2022, https://marksist.net/node/7571
Krizin İki Yılı, Pandemi ve Dünya Ekonomisi /2
Kürt Kentlerinde Gülüşleri Yarım Bırakılan Çocuklar