Koronavirüs salgınının resmen ilanının üzerinden geçen iki yıla yakın süre boyunca yaşananlar, baştan beri vurguladığımız neredeyse tüm hususları doğruluyor. Kapitalistler, krizi, bir toplumsal ve iktisadi kriz olarak değil, esasen bir sağlık krizi olarak yutturmayı ve yaşanan iktisadi çöküntüyü de bu sağlık krizi kaynaklı olduğuna inandırmayı başarmışlardır.
Bu salgının, milyonlarca insanın ölümüne yol açmasına rağmen, başlangıçta iddia edildiği gibi “yeni bir kara veba” olmadığı kısa zamanda ortaya çıkmıştır. Ama yaşananlar apaçık göstermiştir ki, kapitalist sistem insanlığı bu kadarlık bir tehditten bile koruyabilecek durumda değildir. Korumak ne kelime, sıradan ya da orta düzeyde tehdit olabilecek salgınların bile milyonlarca insan açısından ölümcül hale dönüşmesinin baş sorumlusu kapitalist sistemdir. Bu salgının ortaya çıkardığı manzara, kapitalizmin çürümüş bir sistem olduğunu ve toplumsal olarak iflas ettiğini apaçık ortaya koymaktadır.
Krizin iki yılı
Milenyum dönemeciyle birlikte kapitalizmin tarihsel bir sistem krizi içerisine girdiğini söylüyoruz. Bunun içerisinde periyodik krizler giderek şiddetlenerek ve adeta birbirine eklemlenerek sökün ediyor. Bugün devam eden sonuncusu da işte bu koşullarda ortaya çıktı, pandemiden doğmadı, zira 2018 yılından itibaren yeni bir daralma evresine girildiğinin tüm verileri ortadaydı. Defalarca vurguladık; pandemi, krizin üstünü örtmek, onu gerekçelendirmek, acı reçeteleri işçi sınıfına yutturabilmek, devasa kaynakların burjuvaziye transferini meşrulaştırmak için bir örtü ve bahane olarak kullanılmıştır. Halen de Omicron gibi yeni varyantlar sayesinde bu doğrultuda kullanılmaktadır.
Tüm dünyada yükselmeye başlayan kriz dalgası 2019 sonu ve 2020 başında büyük ekonomilerin duvarlarına vurmaya başlayarak kapitalizm tarihinin en büyük krizi olmaya aday olduğunu açığa vurmuştu. Üzerine binen ve aslında krizi gerekçelendirmek için kullanılan pandemi ve onun getirdiği kısıtlamalar, krizin çok daha ağırlaşıp derinleşmesine yol açtı. Ortaya çıkan sonuç da gösteriyordu ki, kapitalizm tarihinin en sarsıcı krizi yaşanmaktaydı. Aslında tarihsel kriz içerisinde gerçekleşen ardışık krizlerin her biri bir öncekinden çok daha yaygın, derin ve sarsıcı olmuştur. Ve yine neredeyse her biri, ciddi bir toparlanma ve canlılık dönemi yaşanmadan bir sonrakine ebelik yapmış durumdadır. 2020 krizi olarak adlandırılan bu kriz dünya ekonomisine devasa bir darbe indirdi. Yarattığı yıkım birçok ülke ekonomisinin beşte birinin yok olması boyutuna kadar vardı. On milyonlarca insan işsiz kaldı. Gerçeği bir kenara bıraktık resmi işsiz sayısı bile tüm dünyada çeyrek milyar kişiye dayandı.
Böylesi büyük bir yıkımdan sonra ve akıl almaz büyüklükte kaynaklar finans kapitale aktarıldığından, pandemi kısıtlamalarının kaldırılmasıyla göreli bir canlanma olması zaten kaçınılmazdı. %20’lik yıkımlardan sonra birçok ekonomi baz etkisi denen nedenle yüksek gözüken büyüme oranlarına ulaştı. Ekonomiler büyürken, işsizlik oranları düşmeye, tüketici harcamaları tekrar artmaya başladı. Ama bu iyileşmeler, hiç de burjuva zirvelerin ve sermaye yanlısı iktisatçıların propaganda ettiği ölçüde olmadı. Propaganda edilen V tipi iyileşme, tüm temel verilerin, kriz öncesi duruma döneceği hatta daha yükseğine ulaşacağı şeklindeydi. Yaşananlar bunu doğrulamamıştır, bizler bunun mümkün olmadığını düşünüyorduk ve iki yıla yaklaşan süreç, bu konuda Marksistleri haklı çıkarmıştır.
Bunu neden mümkün görmediğimizi önce birkaç başlıkta özetleyelim. Birincisi, pek çok ekonomideki hasar kalıcıdır, her şeyden önce de istihdam alanında. İkincisi, ekonomide istihdamı azaltıcı yönde hızlanmış bir dönüşüm yaşanmaktadır. Üçüncüsü, arşa ulaşan borç dağlarıdır. Dördüncüsü, kapitalizmin uzun dönemli temel sorunlarından biri olan kârlılık sorununun (ortalama kâr oranının düşme eğilimi) giderek daha da kangrenleşmesidir. Beşincisi, krizin yarattığı yıkım o denli büyük, yıllar içerisinde bin bir zorlukla oluşturulmuş üretim hatları ve tedarik zincirleri ağındaki tahribat öylesine derindir ki, tüm dengelerin yeniden kurulması epey bir zaman, ciddi bir eşgüdüm ve mümkün olduğu ölçüde bir planlama gerektirmektedir. Tüm bunları mümkün kılmak için ortaklaşmış bir siyasi iradenin gerektiği de açıktır. Ama tarihsel sistem krizi, aynı zamanda büyük güçler arasındaki paylaşım ve hegemonya mücadelesini alabildiğine kızıştırdığından, uluslararası alanda koordinasyonu ve yönlendirmeyi sağlayabilecek böylesi bir siyasi iradeden bahsetmek şu an mümkün değildir, yakın bir gelecekte de mümkün gözükmemektedir.
Ulus-devletler sisteminin aczi
Covid-19 pandemisi birçok şeyi daha görünür hale getirdi. En başta sayılması gereken olgu, kapitalizmin insanlığın başındaki en büyük belâ olduğunun çok daha fazla sayıda insan tarafından farkına varılmasıdır. Bunun hemen ardından da, ulusal çıkarlar ve rekabet temelinde bölünmüş olan dünya burjuvazisinin ortaya çıkan bir “sağlık kriziyle” baş etmekten aciz olduğunun ifşa olmasını saymak gerekir. Burjuvazinin siyasal egemenlik aygıtları olan ulusal devletler, pandemiye karşı etkin, hızlı ve koordinasyon içinde tedbirler alınmasının önünde büyük bir engel olduklarını ortaya koydular. Ekonominin küresel düzeydeki bütünleşik görüntüsüne (ve bunun ciddi bir gerçekliği yansıtıyor oluşuna) rağmen, dünya burjuvazisi bu nesnel gerçeklikle çelişik bir tarzda ulusal devletler, sınırlar ve çıkarlar temelinde bölünmüşlüğünü ve bu temelde çatışma ve rekabeti aşabilmiş değildir. Aşamaz da. Aynı acizlik burjuvazinin Dünya Sağlık Örgütü gibi konuyla ilgili uluslararası kuruluşları için de fazlasıyla geçerlidir.
Alınması gereken esas önlemler zamanında alınmamış, ulaştırılması gereken yardımlar doğru noktalara ve insanlara ulaştırılmamış, salgının büyümesini önlemek için gerekli koordinasyon kasıtlı olarak baltalanmıştır. Diğer taraftan birçok sözde tedbirle sorumluluk tek tek insanların sırtına yıkılmış, hiç de gerekmediği halde fazladan önlemler ve kısıtlamalarla insanlar canından bezdirilmiş, toplumsal yaşam dibe vurmuş, birçok iktisadi faaliyet kesintiye uğramıştır. Kimi adımlarsa gerçek bir planlama ve uluslararası bir koordinasyon eksikliği nedeniyle hem ulusal temelde hem de dünya çapında kaotik bir duruma yol açmış, daha doğru ifade etmek gerekirse, kapitalist üretim ve dağıtım anarşisini alabildiğine derinleştirmiştir. Taşımacılığa getirilen kısıtlamalar dünya ticaretine önemli bir darbe indirmiştir. Üretimin ve dağıtımın sorunsuz bir şekilde devam edebilmesi için gerekli olan bağlantılar, ilişkiler, tedarik zincirleri, iktisadi alanlar arasındaki oran ve dengeler vb. kapitalizmin işleyişi içerisinde zaten son derece kırılgan ve istikrarsızdırlar, her gün sürekli bozulup zar zor tekrar kurulurlar.
Pandemi ve sözümona ona karşı alınan tedbirler, dünya ekonomisinin ne denli kırılgan dengeler üzerinden işlediğini bir kez daha ortaya koymuştur. Kapitalizmin tarihsel misyonlarından biri, dünya ekonomisini yaratmak idi. Her ülkenin ekonomisi bu bütünün bir parçası olarak diğerleriyle ilişki içerisindedir, bu bakımdan bir bütünleşik dünya ekonomisinden bahsedebiliriz. Ancak bu bütünleşiklik çelişkilerden muaf da değildir. Aslında tam tersine bütünleşmiş dünya ekonomisi, gerçekte sayısız çelişkiyle yüklüdür, kırılgandır, derin orantısızlıklar içerir ve uluslar arasındaki rekabetle sakatlanmış bir tabiata sahiptir. Kapitalist temellerde başka türlüsü de olamaz.
Bu çelişki, bugün çok söz edilen tedarik krizinin (çip krizi de dâhil olmak üzere ara malların, hammaddelerin, enerji kaynaklarının ve nihai ürünlerin tedarikinde yaşanan sorunlar) ortaya çıkışında temel neden iken, fiyatların uçuşa geçmesinde de birincil olmasa da önemli bir rol oynamaktadır. Bir planlamaya ve koordinasyona dayanmayıp, maksimum kâr arayışı içerisinde bir anlamda deneme yanılmalarla gelişen ve somutlanan uluslararası işbölümü ve ona dayanan üretim ve tedarik zincirleri, birçok noktasından kırılmış durumdadır. Ve görünen odur ki, bir çırpıda eskisi kadar etkin şekilde tekrar canlandırılmaları mümkün değildir.
Kırılan tedarik zincirleri
Küreselleşen kapitalizmde birçok sınai ürün, alabildiğine uzamış uluslararası tedarik zincirlerinin kesintisiz çalışmasının sonucu olarak üretilir. Bir ürünün imalatı için gerekli hammaddeler farklı ülkelerden sağlanabilmekte, gerekli sayısız parçanın her biri dünyanın farklı coğrafyalarında üretilmekte, ardından uluslararası taşımacılık zincirlerinden geçerek bir ülkeye gelmekte ve orada ürünün nihai montajı tamamlanmaktadır. Bu uzun zincir içerisinde, en karmaşığı olmasına bile gerek yok, basit bir parçanın dahi ulaşımının aksaması, yani bir halkanın kırılması, tüm zincirin kırılması anlamına geliyor. İşte kapitalist kriz ve onu daha da derinleştiren Covid-19 kısıtlamaları, bu tedarik zincirlerine kısa vadede düzeltilemeyecek ölçüde ciddi darbeler vurmuş oldu. Kapanan fabrikalar, kimi parçaların üretiminin başka ülkelere kayması, getirilen ulaşım kısıtlamaları, alabildiğine artan navlun fiyatları, limanlardaki kapanmalar vb. tedarik zincirlerini darmadağın etmiştir.
Geçen sonbahardan beri gerek ABD’de gerekse Avrupa ülkelerinde başta akaryakıt olmak üzere çeşitli ürünlerin tedarikinde yaşanan sıkıntılar dünya ekonomisinde yaşanan bozulmanın dışavurumuydu. Petrol istasyonlarının ve hatta marketlerin önlerinde günler süren kuyruklar oluşmuş, insanlar ihtiyaç duydukları ürünleri bulamaz olmuştu. Temel neden, tedarik zincirlerinin ya paramparça oluşu ya da işlemez hale gelişiydi.
Tedarik zincirlerinin kırılışını, uluslararası işbölümünün, kâra ve rekabete dayalı kapitalist üretim tarzına isyanı olarak yorumlamak abartı olmaz. Tedarik krizinin iki boyutu bulunuyor. İlkin, üretim alanında yaşanan aksamalardan ya da tekelci arz kısıntılarından ötürü ortada yeterli miktarda ürün olmaması sorunu. İkincisi, yeterli ürün olmasına rağmen ulaşım alanındaki sorunlardan ötürü yaşanan kıtlık. Tedarik sıkıntısının sonuçlarını yalnızca boşalan market raflarında değil, gerekli hammadde ya da aramalını bulamadığı için fabrikaların üretimi durdurmalarında da görmek mümkündür.
Tedarik krizinin ilk ortaya çıkışı aylar önce çip krizi olarak somutlandı. Elektronik devrelerin temel yapıtaşı olan çipleri üreten Doğu Asya’daki fabrikaların pandemi nedeniyle devre dışı kalması ilk olarak otomotiv sektörünü vurdu. Ford, Tesla, Toyota, Opel, Volkswagen, Renault gibi dev otomotiv tekelleri geçen yılın ikinci yarısında üretime ara verdiler ve bazıları yılın sonuna kadar üretime tekrar başlamayacaklarını duyurdular. Bunda yalnızca çip krizi değil, metal hammaddelerinin fiyatlarındaki sıçramalı artışlar ve uluslararası deniz taşımacılığındaki navlun fiyatlarının tırmanışı gibi faktörler de rol oynuyor. Burjuva iktisatçılar pek dillendirmek istemeseler de biz önemli bir başka faktöre de yeri gelmişken değinelim: Emekçilerin alabildiğine düşen alım güçleri nedeniyle talepteki daralma. Bilindiği gibi otomotiv sektörü birçok ileri kapitalist ülkenin ekonomisinde önemli bir yer tutuyor. Tıpkı konut inşaatı alanının olduğu gibi otomotiv alanının da hem diğer imalat alanlarıyla hem de finans alanıyla çok organik bağları mevcuttur. Dolayısıyla bu sektörde yaşanan sıkıntılar ekonominin bütünü üzerinde önemli bir daraltıcı etkiye sahiptir. Sorunun üretim alanındaki diğer bir boyutunu oluşturan tekelci arz kısıntılarını (ki özellikle petrol, doğalgaz, kömür gibi enerji kaynaklarında ve birçok sınai hammaddenin temininde yaşanan sorunların ana nedeni budur) birazdan ele alacağız.
Sorunun yalnızca imalattaki sıkıntılardan kaynaklanmadığını söylemiştik. Aynı zamanda bu malları taşıyacak ulaşım sistemi de felç olmuş durumdadır. Aylardır deniz taşımacılığı için gerekli konteyner kıtlığından bahsediliyor. Buna bağlı olarak taşımacılık fiyatları inanılmaz ölçüde artmış durumda. Ama sorun burada da bitmiyor. Özellikle ABD’de gerek limanlara gerekse de demiryollarına uzun yıllardır yeterli yatırım yapılmayıp bakım çalışmaları da aksatıldığı ve çalışan sayısı sürekli azaltıldığı için bu ulaşım hatları ya da noktalarında da sayısız tıkanıklık yaşanıyor. ABD’nin en büyük limanlarının açığında sayısı her gün artan onlarca konteyner gemisi yüklerini boşaltmak için sıranın gelmesini bekliyorlar. Demiryollarında da karayolu taşımacılığında da durum farklı değil. Gemiler mallarını boşaltamıyor, boşaltılan mallar başta personel olmak üzere türlü yetersizlikler nedeniyle trenlere ya da tırlara yüklenemiyor, onlar da varacakları yere zamanında varamıyor. Kent içi dağıtımda da sorunlar yaşanıyor. Pandemi gerekçesiyle getirilen kısıtlamaların yanı sıra, taşımacılık sektöründe ağırlaşan çalışma koşulları ve düşen reel ücretler nedeniyle, gemilerde, limanlarda ve TIR’larda çalışacak işçi bulunamaması bu durumda önemli bir rol oynamıştı. Tüm bu sıkıntılar yalnızca üretimde aksamalara ya da apaçık ürün kıtlığına yol açmakla kalmıyor, maliyetler de arttığı için fiyatların artışına katkı yapıyor.
Tedarik zincirlerinin kırılmasının önemli sonuçlarından biri de, küresel üretimin yeniden yapılandırılması ya da yeni bir uluslararası işbölümü zorunluluğunun ortaya çıkmasıdır. Bunun yansımalarından biri, Avrupa ve ABD gibi hem büyük pazarlar hem de büyük üretim merkezlerine yakın olan ülkelerin (Türkiye, Meksika, Doğu Avrupa ülkeleri vb.) kimi ara malların üretimini kendilerine çekerek krizi fırsata çevirmeye çalışmalarıdır. Bunda başarılı oldukları da görülüyor. Diğer taraftan bu yeni durum, yakın zamana kadar burjuva ideolojisinin son biçimlerinden olan globalizme de darbeler indiriyor. Birçok burjuva yorumcu ve ideolog ortaya çıkan aksamaların küreselleşmedeki zaafları açığa çıkarttığını, bunların telafi edilmesi gerektiğini dillendirir oldular. Hatta küreselleşme kavramı karşısında yerelleşme kavramını öne çıkaranların, “yerel üretim için yerel tedarik” vurgusu yapanların sayısında bir artış sözkonusudur. Kimileri bu durumdan yola çıkarak küreselleşmenin sonunun geldiğini de ilan ediyorlar. Marx’ın vurguladığı üzere, iktisadi krizler kapitalizmin tüm çelişkilerinin olgunlaşarak açığa vurduğu dönemlerdir. Ama krizler aynı zamanda bu çelişkilerin kapitalist çerçevedeki yegâne çözüm aracıdırlar. Bu açıdan baktığımızda, kapitalizmin günümüzdeki hali anlamında küreselleşmenin tüm çelişkilerinin böylesi bir kriz döneminde açığa vurmasında şaşılacak bir yan yoktur. Ve yine aynı şekilde, bu krizlerin küreselleşmeyi ortadan kaldırmayıp onu ilerleteceğini söylemek de mümkündür. Devasa bir iktisadi yıkım, kaos ve toplumsal karmaşa yaratmaksızın, kapitalizme içkin olan küreselleşme eğilimini geçici bir süreliğine bile tersine çevirmenin bir yolu yoktur. Küreselleşmenin olumsuz yönlerini ortadan kaldırmayı hakikaten arzulayan biri kapitalizmi ortadan kaldırmayı hedeflemek zorundadır.
Enerji darboğazı
Pandemi sürecinde uygulanan karantina ve kısıtlamaların zaten derin bir ekonomik kriz yüzünden felce uğramış ekonomik aktiviteyi hepten durma noktasına getirdiği biliniyor. 2020 yılının ilk yarısında bu durumun temel sonuçlarından biri de başta petrol olmak üzere hammadde ve enerji kaynaklarının fiyatlarındaki keskin düşüşler idi. Ekonomik faaliyetin durmasına ve seyahat sınırlamalarına bağlı olarak düşen talep karşısında petrol üreticisi ülkeler de arz tarafında ciddi kesintilere giderek fiyatlardaki düşüşü kontrol altına almaya çalışmışlardı. Buna rağmen, Nisan 2020’de vadeli petrol kontratlarının fiyatları eksi değerlere inmişti. Bu, üretilen petrolün satılamadığı ve üstelik artık onları stoklayıp depolayacak yer bile kalmadığı anlamına geliyordu. Birçok petrol üretici ülke dev tankerler kiralayıp haftalar boyunca onları petrol deposu olarak kullanmak zorunda kalmıştı.
Aradan geçen sürede karantina uygulamaları ve kısıtlamalar kaldırıldı, ekonomik faaliyetler 2020 öncesindeki seviyeye geri dönememiş olsa bile pandeminin ilk dönemine kıyasla belli ölçüde canlandı. Ne var ki kriz ve ona eşlik edip daha da ağırlaştıran pandeminin ekonomik faaliyetlere ve dahası işleyişe vurduğu darbe halen bertaraf edilmiş değildir. Ekonomik aktivitenin tekrar canlanmasıyla, tüm dünyada tedarik zincirlerinin ciddi ölçüde zarar gördüğü, temel hammadde ve ara mallarının üretiminde de büyük sıkıntıların olduğu ortaya çıktı. İlk dönemki arz fazlalığı gitmiş, yerine bu kez arz sıkıntısı yaşanmaya başlanmıştı. Üstelik talep tarafındaki artış henüz kriz öncesi düzeye varmadığı halde durum budur. Bir ileri bir geri yaptırılan, bir çalıştırılıp bir durdurulan kapitalist ekonominin motoru adeta isyan ve iflas halindedir ve gelişmelere ayak uyduramamaktadır. Bu kez de, bir yıl önceki manzaranın tam tersi bir manzara ortaya çıkmıştır. Üretim ve talep eski düzeyin epey uzağında kalmasına rağmen arz ve tedarik sorunları, başta petrol olmak üzere tüm hammaddelerin ve ara malların fiyatlarındaki artışı daha da körüklemiştir.
Geçen yılın yaz aylarından itibaren gelişmeye başlayan ve sonbahar aylarında alabildiğine büyüyerek bir “krize” dönüşen enerji darboğazını da krizin yarattığı yıkıcı sonuçlardan biri olarak değerlendirmek gerekir. Çeşitli yazarların bir “enerji krizi”nden bahsetmesine rağmen, aslında enerji kaynaklarının kıtlaşmasından kaynaklanan bir sorun değil, üretimden ve nakliye alanından kaynaklı bir darboğaz yaşanmaktadır. Yaşanan sorun kısa vadeli bir şok olmanın ötesindedir. Dahası sorun yalnızca petrolle sınırlı değildir, doğalgaz ve kömür fiyatları da hem çok artmıştır, hem de tedarik sorunları yaşanmaktadır. Ve bu sorunlar kış ilerledikçe daha da keskinleşmeye adaydır. Gerek enerji fiyatlarındaki artış gerekse de tedarik zorlukları sonucunda, mesela Çin’de elektrik üretimi aksamış, elektrik kesintileri yaşanmış, fabrikalar çalışamaz hale gelmiş, kimi kentlerde trafik ışıkları bile devre dışı kalmıştır. Avrupa’da da doğalgaz kesintilerine gidilmiş ve bu nedenle kapanan fabrikalar olmuştur.
Kapitalizmin anarşik ve plansız doğasının nasıl çelişkiler doğurduğuna iyi bir örnektir bu son enerji darboğazı. Petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki artışın kökeninde arz sıkıntısı olduğunu söyleyen kimi burjuvalar, hükümetlerin fosil yakıt arzını sınırlamaya dönük “çevre politikaları”na dikkat çekiyorlar. Gerçekten de kapitalizmin insanlığı son derece ciddi bir ekolojik krizle karşı karşıya bırakması nedeniyle yükselen tepkilerden ötürü, hükümetler bu krizin bileşenlerinden biri olan iklim krizinin gelişimini yavaşlatmak amacıyla karbon salımını kısıtlayan tedbirler alıyor ya da alırmış gibi yapıyorlar. Bu bağlamda gerek elektrik üretimi gerekse de ısınma alanında kömürden doğalgaza geçiş teşvik ediliyor. Ama böyle bir geçişi planlı ve koordineli bir şekilde gerçekleştiremedikleri (ve gerçekleştiremeyecekleri) için ve bu geçişten hangi tekellerin faydalanacağına dönük rekabetin doğurduğu bozucu etkilerden dolayı, bu doğrultuda atılan adımlar yeni sorunlara ve krizlere yol açıyor. Kömür üretimi kısılıyor, doğalgaz talebi artıyor ama doğalgaz üretimi artan talebin gerisinde kalıyor. Sonuç doğalgaz fiyatlarının uçuşa geçmesi oluyor. Örneğin, 2005-2020 yılları arasında doğalgaz fiyatları 25-75 dolar arasında değişirken, geçen yılın sonbaharında bu fiyatlar 250 dolara kadar fırlamıştır. Peki üretim neden arttırılmıyor? Arttırılamayacağı için değil, zira birçok doğalgaz yatağı uzun süredir düşük fiyatlar nedeniyle devre dışıydı. Dev tekeller yıllardır düşük olan fiyatların acısını çıkartmak için üretimi bilinçli olarak düşük tutarak fiyatları yükseltmeye çalışmaktadırlar.
Aynı olguyu çok çıplak şekilde petrol fiyatlarında da görmek mümkündür. Alabildiğine artan fiyatlara rağmen petrol üreticisi ülkelerden oluşan OPEC karteli, üretimi bilinçli olarak yeterince arttırmamaktadır. Petrol, doğalgaz ve kömür gibi enerji ve hammadde kaynaklarının fiyatlarındaki bu çok hızlı yükselişi, ekonomik toparlanma hızının beklenenin çok üstünde olmasından dolayı hammadde ve enerji kaynaklarına olan talebin patlamasıyla açıklayanlar gerçeği dillendirmiyorlar. Dünya ekonomisindeki toparlanma hiç de propaganda edildiği düzeyde değildir. Enerji alanında yaşanan fiyat artışlarının en başta gelen nedeni, talepteki patlama değil, arz üzerindeki tekelci kontroldür. Dev tekellerin kartel fiyatlarını dayatarak giriştikleri soygundur. Aynı şeyi birçok başka maden ve hammadde için de söylemek mümkündür.
2021 Ocağından Ekim sonuna kadar, doğalgaz fiyatları %350, kömür fiyatları %150 ve petrol fiyatları da %80 civarında artmıştır. Bu artışlar, gerek tarımsal gerek sınai ürünlerin gerekse de çeşitli hizmetlerin maliyet fiyatlarında da bir artışa yol açıyor ve bu nedenle hem doğrudan hem de dolaylı olarak emekçilerin yaşam koşullarının kötüleşmesi anlamına geliyor. Bir yandan elektrik, ısınma ve ulaşım giderleri artarken diğer taraftan artan üretim maliyetlerinin fiyatlara yansımasından ötürü yükselen enflasyonla emekçilerin alım gücü geriliyor.
(devam edecek)
link: Oktay Baran, Krizin İki Yılı, Pandemi ve Dünya Ekonomisi, 20 Ocak 2022, https://marksist.net/node/7560