İki yıl önce İslam peygamberi Muhammed’i alaya alan bir karikatür yayınlayarak Müslümanların tepkisini çeken Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’nun Paris’teki merkezine düzenlenen silahlı saldırıda 12 kişi hayatını kaybetti. Halen ağır yaralı durumda olanlar bulunuyor. 7 Ocak günü öğle saatlerinde, Paris’in göbeğinde, üstelik polis koruması altındaki bir binada uzun namlulu silahlarla gerçekleştirilen saldırının failleri ile onlarla dayanışma içinde hareket ettiğini söyleyen bir diğer silahlı saldırgan üç gün sonra polis tarafından öldürüldü. Üç gün boyunca Fransa’da “korku günleri”nin yaşanmasına yol açan sürecin sonunda gerçekleştirilen polis operasyonlarında saldırganların yanı sıra 4 kişi daha öldü.
Bu katliam, beklenebileceği gibi, büyük bir infial uyandırdı. Saldırının olduğu günün akşamı başta Paris olmak üzere Fransa’nın çeşitli kentlerinde kitlesel anma ve protesto gösterileri yapıldı. Bu gösterilere başka bazı Avrupa kentlerindeki benzer gösteriler de eşlik etti. Türkiye’de de İstanbul ve Ankara’da aynı kapsamda gösteriler yapıldı. Gösterilerin zirve noktası ise 11 Ocak Pazar günü Paris’te gerçekleştirilen devasa yürüyüş oldu. Hükümetin “ulusal birlik” çağrısıyla gerçekleşen ve “cumhuriyet yürüyüşü” adı verilen gösteriye 1,5 milyon civarında kişinin yanı sıra 50 devletin burjuva liderleri de katıldı.
Emperyalist Batı medyasında bu olay, bir yandan özgürlüğe, demokrasiye, ifade özgürlüğüne bir saldırı olarak sunulurken, bir yandan da birçok yayında Fransa’nın 11 Eylül’ü olarak nitelendirildi. Aynı medya saldırının nedenini ise İslamcı güçlerin gözü dönmüş intikam arzusundan ibaretmiş gibi sundu.
Charlie Hebdo baskını bugün dünyanın gidişatını belirleyen ana siyasal süreçlerin niteliğini ortaya koyan önemli bir siyasal gelişmedir ve tüm dünyadaki emekçileri yakından ilgilendirmektedir. Konu, halen dünyayı kasıp kavurmakta olan emperyalist savaş süreci başta olmak üzere, birçok boyut içeriyor. Bu boyutlar içinde “ifade özgürlüğü” ya da “basın özgürlüğü” gibi konular, ancak ikinci planda gelecek türdendir. Emperyalist medya ve onun dümen suyundan giden diğerleri bu boyutu ön plana çıkarıp, “Batı’nın özgürlükçü değerlerinin”, “yaşam tarzının” saldırı altında olduğunu propaganda ederken, emperyalist Fransız hükümeti de, “bu değerler bizim üzerinde birlik olmamız gereken ortak değerlerimiz” demagojisiyle “ulusal birlik” çağrısı yapmış ve milyonları kendi peşinden sokaklara dökmüştür.
Emperyalist devletlerin ağzında basın özgürlüğü söylemi bir yandan riyakârlığın daniskasıdır, bir yandan da gerçeklerin üzerini örtmek üzere atılmış kocaman bir sis bombasıdır. Charlie Hebdo baskınının politik özü, onun bugün dünyada yürümekte olan emperyalist savaş sürecinin bir halkası olmasıdır. Hakikatin asıl büyük bölümü budur. Bunu başa almayan tüm tahlil ve yaklaşımlar, en iyi niyetli durumda bile, hakikati ıskalamanın yanı sıra, bugünkü emperyalist paylaşım kavgasının değirmenine su taşıma konumuna düşerler.
Radikal İslamcı güçlerin acımasızlığından, kana susamışlığından, hoşgörüsüzlüğünden vs. dem vurarak, hedef tahtasına bu güçleri ya da İslamı koyanlar da, genellikle Batı emperyalizminin savaş gündemini ve bu güçlerin beslenip büyütülmesinde oynadığı rolü göz ardı etmektedirler. El-Kaide, IŞİD, Boko-Haram türü İslamcı güçlerin, özellikle bulundukları topraklarda emekçi kitlelerin çıkarlarına düşman gerici güçler olduklarına, bunların işledikleri sayısız katliamın insanlığın utanç defterine yazıldığına elbette şüphe yoktur. Ancak bunlar emperyalist güçler tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak beslenip palazlandırılan, emperyalist güçlerin Müslüman coğrafyada yarattığı derin acılardan kaynaklanan haklı tepkiyi suiistimal eden ve aslında son tahlilde emperyalistlerin çizdiği sınırlar içinde hareket eden güçlerdir. Bu anlamda, küresel barbarlığın ana üssü olarak tespit edilecek adres her şeyden önce büyük emperyalist güçlerdir. Bu bakımdan emperyalist savaş süreci ve Müslüman coğrafya arasındaki ilişkinin net bir şekilde kavranması önem taşımaktadır.
Emperyalist savaş süreci ve Müslüman coğrafya
Bugün emperyalist güçler arasında dünyanın yeniden paylaşımı ve hegemonya mücadelesini ifade eden bir emperyalist savaş süreci yürümekte. Bu süreç mevcut aşamada asıl olarak “Geniş Ortadoğu” olarak nitelendirilmiş bölgede aktif olarak işliyor. Bu bölge Kuzey Afrika’dan başlayıp, Sudan ve Somali gibi Afrika ülkelerini de içererek, Ortadoğu ve Arap yarımadasından, Kafkaslar’dan geçip Orta Asya’ya uzanan bir bölge. Aslında sürecin gelişimi içinde bu emperyalist kapışma bir yanda Kara Afrika’ya, bir yanda da Ukrayna örneğinde olduğu gibi Doğu Avrupa’ya ve ayrıca Doğu ve Güneydoğu Asya’ya kadar yayılmıştır. Tüm bu bölgeler yeniden paylaşımın konusu olan bölgeler. Ancak bu geniş coğrafya içinde Ortadoğu, kapışmanın ana merkezi konumunda.
Dünyanın en zengin petrol kaynaklarını barındırmanın yanı sıra, Ortadoğu’nun (ve Geniş Ortadoğu’nun) özelliği, İslam dininin ana coğrafyası olmasıdır. Ortadoğu emperyalist paylaşıma konu edildiği sürece, bunun kanlı sonuçlarıyla yüzleşen bölgenin Müslüman halklarında, özellikle Batılı emperyalistleri hedef alan hoşnutsuzluk ve öfkenin büyümesi kaçınılmazdır. Dahası mevcut koşullarda bu öfkenin kendisine İslamcı ideolojide bir ifade bulması da doğal bir sonuçtur. SSCB’nin çökmesiyle, yanlış biçimde onunla özdeşleştirilen sosyalist düşüncelerin gerilemesi ve itibar yitirmesi, yanı sıra Arap milliyetçiliğine dayalı ve temelde seküler ulusal hareketlerin de bölgede benzer biçimde itibarını yitirmesiyle, radikal İslamcı akımlar geniş taban bulabilir hale gelmişlerdir. Dahası emperyalist güçler ve onlarla işbirliği halindeki gerici bölge güçleri de, Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı İslamcı güçleri besleyip büyütmüşlerdir.
İlerleyen süreçte de Batılı emperyalist güçler Ortadoğu’da kendi çıkarlarına uygun görmedikleri yönetimleri devirmek için El-Kaide, IŞİD vb. örgütlerin bölgedeki faaliyetine doğrudan ya da dolaylı yollarla destek verdiler. Ama öte yandan bu yapıların güçlenmesinin Batı’da da birtakım silahlı saldırılara zemin döşediğini biliyorlardı. Ancak bu da sanıldığı gibi Batılı emperyalist güçlerin aleyhine bir durum değildi. Zira kapitalizmin mevcut derin bunalımı ve buna bağlı yürüyen emperyalist savaş sürecinde, Batı ülkelerindeki emekçi yığınların hoşnutsuzluklarını ve olası kalkışmalarını önlemek, onları düzene bağlı tutmak için bu tür eylemler (kontrol altında olduğu müddetçe) pek kullanışlıydı. O nedenle bu unsurlar aslında çoğunlukla sıkı takip altında tutulurken, bir yandan da ihtiyaç duyulduğu ölçüde onların sansasyonel eylemlerine göz yumma stratejisi izlenmeye başlandı. 11 Eylül bunun en çarpıcı ve bu yoldaki tarihsel dönüm noktasını işaretleyen örneğiydi. Ardından İngiltere, İspanya gibi ülkelerde benzer saldırılar yaşandı.
11 Eylül’den bu yana şaşırtıcı benzerlikler
11 Eylül saldırısıyla başlayan süreçte yaşanan benzer tüm büyük eylemleri gerçekleştirenlerin (Londra metrosunu hedef alan saldırganlar da, Madrid tren istasyonunu hedef alanlar da, Boston maratonundaki bombalamayı yapanlar da) daha önce polis ya da istihbarat güçlerinin bir biçimde bilgisi dahilinde olan ve/veya bu odaklarla daha önce bir biçimde temas etmiş kişiler olması bir tesadüf olabilir mi? Gizli istihbarat servislerinin, bu tür eylemleri bizzat örgütlemekten tutun, örgütlerin içine adam yerleştirip (ya da bu yapılardan adam devşirip) o dolayımla eylem gerçekleştirmeye ya da önleyebileceği halde eylemlerin yolunu açıp göz yummaya kadar değişik yollarla tezgâhlar tertiplediğinden şüphe etmek için en küçük bir sebep yoktur. Günümüzün emperyalist devleti George Orwell’in 1984’üne neredeyse rahmet okutacak bir niteliğe kavuşmuşken, bu gizli devlet güçlerinin emperyalist, militarist, baskıcı politikaların meşrulaştırılması ve yürütülmesi için bin türlü komplolar yaptığı ve yapacağı tartışmasızdır.
Daha önceki 11 Eylül ve benzeri büyük eylemlerde olduğu gibi, Charlie Hebdo baskınında da bu tür bir etmenin rol oynadığına dair kuvvetli işaretler vardır. Kanımız odur ki, eğer eylem bizzat istihbarat örgütleri tarafından örgütlenmediyse bile, faaliyetleri takip edilmekte olan eylemcilerin eylemi yapmasına göz yumulmuştur. Fransa İçişleri Bakanının eylemi gerçekleştiren Kuaşi kardeşlerin takip edilmekte olduğunu itiraf etmek durumunda kalması yeteri kadar anlamlıdır. Bakan, takip olsa da, yakında bir saldırı yapılacağına dair işaret olmadığını söyleyerek durumu telafi etmeye çalışmıştır. Bu kişilerin Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de ve daha kim bilir hangi ülkede Fransız istihbaratının işini gören (doğrudan ya da dolaylı olarak) kişiler olup olmadığı da belirsizdir. Zira söz konusu kişiler tüm dünyanın, özellikle de Batı dünyasının radikal İslamcı terör tantanası ile ayakta tutulduğu zamanlarda bu tür faaliyetler nedeniyle suçlamalara maruz kalmış, hatta hapis yatmış, serbest bırakılmış kişiler. Dahası bunların Yemen ve Suriye gibi ülkelere yaptığı seyahatlerin takip altında olduğu ve hatta ABD’nin uçuş yasağı listesinde yer aldığı biliniyor. Fakat her nasılsa, örneğin Kuaşi kardeşler “düşük risk” diye kategorilendirilerek yakın takip dışına çıkarılmışlar!
Kimileri Marksizm adına, komploların varlığına işaret etmeyi komplocu düşünüş tarzı diye yermektedir. Ancak bu yergi yanlıştır. Komplocu düşünüş tarzı tarihin genel akışını, toplumsal süreçlerin temel işleyişini komplolara indirgeyen düşünüş tarzıdır. Komploların varlığını tespit etmek başka şeydir, tarihi ve toplumsal süreçleri temel olarak komplolarla açıklamaya soyunmak başka şey. Marksizmin yaptığı şey, büyük tarihsel akışın içinde komploların oynadığı spesifik rolü ortaya koymaktır. Tarihin akışı komplolarla belirlenmez, ama komplolar bu akışın hızını ve belirli kıvrımlarını etkiler. Komplolar burjuvazinin hayata geçirmek istediği politikalara geniş emekçi kesimleri ikna etmek, gerici, anti-demokratik ve militarist girişimleri kitlelere kabullendirebilmek için hayli etkin bir araç olarak kullanılmaktadır.
Saldırının sonuçları
Dünya kapitalizminin derin bir kriz içinde olduğunu hep vurguluyoruz. Avrupa kapitalizmi de bu çemberin içindedir. Bu krizin temel bir yansıması emperyalist savaş sürecinin gitgide alevlenmesi iken, işçi-emekçi kitlelerin kazanılmış ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına yönelik artan saldırılar, militarizmin, baskıcı yasa ve uygulamaların artması ve yabancı düşmanlığı ile ırkçılığın beslenmesi de buna eşlik etmektedir. Emperyalist burjuvaziler bu saldırı politikalarını emekçi kitlelere yedirebilmek için ideolojik planda onları bölüp, birbirine düşmanlaştırmaya ihtiyaç duyarlar. Epey bir süredir Avrupa’da Müslüman karşıtı yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın hızlı yükselişine dikkat çekiyoruz. Son aylarda Almanya’da PEGIDA adlı nevzuhur hareketin katlanarak büyümesi bunun en çarpıcı ifadesidir. Nitekim aynı PEGIDA Dresden’de Charlie Hebdo baskınını bahane ederek binlerce kişinin katıldığı bir miting düzenleyebilmiştir.
Charlie Hebdo baskını gibi şok etkisi yaratan eylemlerin en büyük sonucu, bu tür faşist eğilimlere güçlü bir itilim vermesidir. İkiyüzlü Batılı liderler bu saldırı sonrasında İslama karşı düşmanlık güdülmemesi gerektiği yolunda mesajlar veriyor olsa da, gerçekte Batı toplumlarında zaten gitgide yaygınlaşmakta olan İslamofobik önyargıların yeni bir itilim kazanacağını bal gibi biliyorlar ve özde bundan asla şikâyetçi değiller. Bu onların işine geliyor.
Dünyanın en büyük medya baronlarından biri, belki de en büyüğü olan Murdoch’ın attığı şu tweet çok şey anlatmıyor mu? “Müslümanların çoğunluğu barışsever olabilir, ama içlerinde büyüyen cihatçı kanserin farkına varıp onu ortadan kaldırana dek onlar da sorumlu sayılmalıdır.” Böylesi bir adamın kontrol ettiği medyanın nasıl bir yayın çizgisi izleyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Ama Murdoch kaba ve pervasız olmakla ayırt edilebilir ancak. Temelde emperyalist Batı medyasının bütünü bu eğilimleri beslemektedir.
Saldırının bir başka gerici sonucu, başta elbette Fransa olmak üzere tüm Avrupa’da yeni baskıcı yasa ve uygulamaların gündeme gelmesi ve şoke edilerek akıl tutulmasına uğratılmış halka benimsetilmesidir. İşin aslı Fransa’da daha yakın dönemde bu yolda adımlar atılmış ve bu çerçevede örneğin jandarma sokağa inmişti. Şimdi ise yeni değişlikler gündemde. Daha şimdiden 10 bin jandarmanın daha gündelik asayiş hizmetlerine seferber edilmesi kararlaştırılmış durumda. Bu vesileyle Danimarka, İtalya, İngiltere gibi diğer Avrupa ülkelerinin de benzer hazırlıklar yaptığı zincirleme olarak ortaya çıktı. Özgürlüğe saldırı varsa, sözde onu korumaya soyunanlar da olacaktır elbette! Buyurun size “özgürlük yolunda” polis devletine gidiş!
Din sorununa yaklaşım ya da “Je suis Charlie” mi?
Bugün Batı medyası ve Türkiye’deki medyanın da bir bölümü Charlie Hebdo baskınını basın özgürlüğüne, mizaha vs. bir saldırı olarak sunuyor. Bu bağlamda Charlie Hebdo dergisi de aydınlanmacı keskin mizah geleneğinin bir temsilcisi olarak gösterilip ilerici bir role büründürülüyor. Oysa Charlie Hebdo dergisi mizah kılığı altında Batı dünyasında günümüzün temel bir politik gerçekliği olan, Müslümanların aşağılanması ve sistemin sorunları için günah keçisi haline getirilmesi eğilimlerini besleyen bir çizgi izlemektedir. Aydınlanmacı mizah geleneğini ayırt eden temel özellik ise toplumun ayrıcalıklılarını, kralları, aristokratları ve giderek zengin burjuvaları eleştiren bir çizgiye sahip olmasıydı. Bir yanda ezenleri hedef alan bir gelenek, diğer yanda ise ezenlerle aynı yerden ezilenlere vuran bir çizgi. Din eleştirisi kisvesi altında bu temel ayrımın gözlerden saklanması bir manipülasyondur. Kendilerini çoğunlukla sol, sosyalist, ilerici bir konumda görmüş Türkiye’deki mizah dergileri de, ne yazık ki Charlie Hebdo’nun bu hedef saptırıcı, manipülatif çizgisine sahip çıkmışlardır.
Charlie Hebdo dergisine saldırının ortaya çıkardığı önemli bir konu din sorununda politik tutum konusudur. Charlie Hebdo dergisinin tutumu Marksizmin din konusundaki tutumunun ne denli derin ve sağlam bir tutum olduğunu tersinden ortaya koymaktadır.
Charlie Hebdo olayı, dinsel önyargılar ve bağnazlıkla mücadelede, dinle alay etmenin hiçbir faydası olmadığını, aksine bunun ters teptiğini trajik biçimde göstermiştir. Sorun, birkaç silahlı saldırganın eylemi olmaktan öte bir sorundur. Dünya üzerinde yüz milyonlarca Müslüman emekçinin durumu açısından meseleye baktığımızda, Charlie Hebdo’nun ve özde ona benzeyenlerin tutumunun dinsel önyargıları ve bağnazlığı geriletme bakımından ne gibi bir faydası olmuştur? Faydası olmak bir yana bu tutumlar önyargı ve bağnazlığın daha da derinleşip yaygınlaşmasında rol oynamış, dünya ölçeğinde işçi-emekçi yığınların birbirlerine karşı düşmanlaştırılmasına katkıda bulunmuştur. Bu tutum, en masum ifadeyle, emperyalist metropollerde görece rahat hayat şartları içindeki entelektüel zevzeklerin pervasızlığı ve sorumsuzluğundan başka bir şey değildir.
Emperyalist haydutlar ezici çoğunluğu Müslüman olan Ortadoğu halklarına kan banyosu yaşatırken, yüz binler bu kan banyolarında can verirken, milyonlar yerlerinden yurtlarından olurken, içinde kıvrandıkları yoksulluk ve sefalet bu emperyalist saldırganlıkla daha da derinleştirilirken, Batı metropollerindeki milyonlarca Müslüman işsizlik, yoksulluk, sefalet ve aşağılanma içinde gettolara sürülürken, bu kitleler, tam da Marx’ın derin saptamasındaki gibi dine sarılırlarken, sen kalkıp bununla alay etmeyi marifet sanırsan, baltayı taşa vurursun.
İşçi sınıfının mücadelesi açısından konunun politik özü “ifade özgürlüğü” vs. değil, gitgide dünyayı saran emperyalist savaş sorunu ve bu bağlam içinde dünya işçi sınıfının “farklı medeniyetler” adı altında dinsel, mezhepsel, kültürel temellerde bölünüp birbirine düşmanlaştırılması sorunudur. Daha somut olarak koymak gerekirse, burada özel olarak Batılı emekçiler ile İslam dininin baskın olduğu coğrafyadaki emekçileri birbirine düşürme sorunu söz konusudur. Bu öze uygun olarak konuya yaklaşırsak, “Ben Charlie’yim” [“Je suis Charlie”] gibi bir sloganın Marksistlerin sloganı olamayacağı açıkça ortaya çıkar. Ne yazık ki, bu sloganı benimseyenler arasında kendine Marksist ya da sosyalist sıfatını yakıştıran birçok kişi, çevre ve örgüt de vardır. Bunlardan Türkiye’de de mevcuttur ve sayıları sosyalist küme içinde hiç de az değildir.
Türkiye’deki Kemalistten bozma sosyalistler de bunu fırsat bilip geleneksel tutumlarını daha da keskinleştirmenin vesilesi yapmaya çalışıyorlar. İşte bakın İslam bu, din bu demeye getiriyorlar. Bununla AKP’ye oy vermekte olan geniş işçi-emekçi yığınların etkilenip değişeceğini sanıyorlar. Ya da kendi pozisyonlarının güçleneceği hesabını yapıyorlar. Ama bu büyük bir yanılsamadır. Eğer böyle olsaydı, 11 Eylül’den bu yana gerçekleşen benzer sansasyonel saldırıların şimdiye kadar bu tür bir sonucu doğurması gerekirdi. Oysa tüm dünyada olan şey, işçi-emekçi yığınların dinsel referanslı bir kutuplaşmasıdır. O nedenle Charlie Hebdo baskınını ele alırken olayın açıklamasını esasen “İslamcı gericilik” temelinde yapmak ve tepkiyi de bu doğrultuda şekillendirmeye çalışmak, en hafif ifadeyle politik aymazlık olacaktır.
Bu şartlar altında devrimci işçi sınıfı mücadelesinin odaklanması gereken nokta, işçi-emekçi kitlelerin Batı’da özellikle İslamofobi etrafında Müslüman dünyanın emekçilerine karşı düşmanlaştırılmasına, Müslümanlığın ağır bastığı ülkelerde de Batı ülkelerindeki işçi-emekçi kitlelerin Batı emperyalizmi ile bir tutulup Batılı emekçilerin düşman bellenmesine karşı direnmektir. Dünya işçi sınıfının, açıkça telaffuz edilsin edilmesin, “medeniyet” safsatası zemininde bölünmesine ve emperyalist savaş sürecinin düşman taraftarları haline getirilmesine karşı enternasyonalizm bayrağı altında toplanmaya ihtiyacı var. Emperyalist komplolara, emperyalist saldırganlığa, yeni baskı yasalarının cenderesine, ırkçılığa ve dinsel bağnazlığa karşı, işçi sınıfının enternasyonalist mücadele birliğini yükseltelim!
link: Levent Toprak, Charlie Hebdo Saldırısı, 14 Ocak 2015, https://marksist.net/node/3905
Bizimle Başlamadı Bu Kavga
Suriyeli Göçmenler Bu Dünyaya Fazla Geldi!