Sivas katliamının 13. yıldönümü, bu katliamı çevreleyen kimi sorunların ve tartışmaların yeniden güncelleşmekte olduğu bir siyasal atmosfere denk düşüyor. Özellikle laiklik/anti-laiklik eksenli tartışma ve kutuplaşmalar ile kontrgerilla provokasyonları bakımından. Elbette Sivas katliamı söz konusu olduğunda 80’li yıllardan bu yana inişli-çıkışlı biçimde gündeme gelen, ama en çok da son yıllarda yoğunlaşan bir tartışma konusu olan Alevilik sorunu da akla geliyor. Bu yıl Sivas katliamını anarken güncel bir önem arz eden bu boyutlar üzerinden dersler çıkarmak ve doğru bir bakış açısının esaslarını ortaya koymak gereklidir.
Din, İslam, laiklik gibi sorunlar bugün malûm sebeplerle dünya ölçeğinde siyasal süreçlerin önemli bir unsuru olduğu gibi, Türkiye bakımından da hem tarihsel hem de özellikle güncel boyutu olan ağırlıklı siyasal sorunlar niteliğindedir. Türkiye ve dünya burjuvazisinin iç kapışmalarında İslam ve din sorunu, “medeniyetler çatışması” gibi safsataların ve “şeriat tehlikesi” gibi korkulukların eşliğinde, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bilincini bulandırmada ve hedef şaşırtmada aslî bir ideolojik işlev görmektedir. O nedenle bu sorunlarda doğru bir bakış açısına sahip olmanın ve güncel gelişmeler ışığında bu bakış açısını derinleştirip sağlamlaştırmanın önemi büyüktür. Hele hele coğrafi, toplumsal, siyasal ve kültürel açıdan Doğu ve Batının geçiş noktasındaki bu toprakların işçi sınıfı için bunun önemi iki kat daha fazladır.
Alevilik Sorunu
Güvenilir bilimsel veriler olmasa da Türkiye’de sayıları milyonları bulan geniş bir Alevi topluluğun bulunduğu açık. Ve bu geniş kitle, haklı tarihsel kökleri olan genel duyarlılıkları üzerinden Türkiye’de egemen sınıf içi kapışmanın en karanlık oyunlarına alet edilmek isteniyor. Sadece bununla sınırlı değil. Aleviler yükselen Kürt düşmanı milliyetçi dalganın da dayanaklarından biri yapılmak isteniyor.
Laiklik/anti-laiklik eksenli bir kutuplaştırma gayretkeşliğiyle karakterize olan ve Danıştay provokasyonuyla zirve noktasına ulaşan gerilimle amaçlanan, tam da bu eksen üzerinde hükümete karşı sözde “laik” bir cephe oluşturmak ve hükümeti zayıflatmaktı. Saldırı sonrası ilk bir-iki günün havası tamamen bu senaryo doğrultusunda gelişti ve hükümet üyeleri statükocu güçlerin bindirdiği basınç sonucu oluşan atmosferde adeta kaçacak delik arar duruma düştüler. Daha sonra hükümet soruşturmayı yönlendirme inisiyatifini ele geçirerek havayı kırdıysa da, bizim konumuz açısından önemli olan, bu noktaya gelinene kadar (ve sonrasında da) değişik kesimlerin Danıştay saldırısı dolayısıyla aldıkları tutumlardır.
Saldırıyı laikliğin “yılmaz bekçisi” pozlarındaki ordunun kontrolünde olan kontrgerilla aygıtına değil de radikal İslamcılığın hanesine yazan anlayışlar en hafif ifadeyle tuzağa düştüler. İçinde devrimci hareketle en içli dışlı olanları da dahil, neredeyse belli başlı tüm Alevi örgütleri yaptıkları açıklamalarla ordu ve CHP’nin savaş arabasına hemencecik atlayıverdiler. “Danıştay 2. Dairesi’ne yapılan silahlı saldırının; dinci-gerici örgütlenmelerin planlı ve bilinçli bir faaliyeti olduğuna inanıyoruz,” (Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Bildirisi) diyeninden tutun, “Yargıçlarımızın katledilmesinin Menemen’de Kubilay’ın, Sivas’ta aydınlarımızın katledilmesinden farkı yoktur,” (Pir Sultan Abdal Kültür Derneği açıklaması) diyenine kadar tipik biçimde statükocu güçlerin ağzı kullanıldı.
Oysa en azından Türkiye’nin son 30-40 yıllık siyasal-sınıfsal mücadeleleri içinde maruz kaldıkları onca kontrgerilla provokasyonundan sonra, yüzyılların mağduru Alevi topluluğunun örgütlü kesimlerinin daha basiretli davranıp bu tuzağa düşmemesi umulurdu. Tam da Sivas katliamı nedeniyle aynı şey yaşanmadı mı? Sahnede görünen kışkırtılmış yobaz sürüsüne aldanılıp katliamın ardındaki gerçek eller görmezden gelinmedi mi? O çok güvenilen “laik” Kemalist ordu sekiz saat süren o kanlı ayinde kollarını kavuşturup durmadı mı? O çok güvenilen ve hem de iktidar ortağı konumundaki “laik” Kemalist SHP ayin sırasındaki tüm imdat çağrıları karşısında ne yaptı?
Bu soruları uzatmak mümkün, ama gerekli değil. Geniş Alevi işçi ve emekçi yığınlar açısından bugün sorun geçmişte olduğundan çok daha büyük bir önem taşımaktadır. Zira, yukarıda değinilen genel dünya konjonktürünün yanı sıra, son 10-15 yıldır, Türkiye tarihinde ilk kez Alevilik temelli aktif bir örgütlenme seferberliği yaşanmakta ve bunun eşliğinde yeni bir Alevilik bilinci şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle, sayıları hızla artan tüm bu örgütlenmelerin doğal tabanı ve hedef kitlesi durumundaki Alevi işçi ve emekçi yığınları, Türkiye’nin giderek derinleşen ve şiddetlenen çelişkileri altında manipülasyona ve müdahaleye çok daha açık hale gelmektedirler. Siyasal İslam konusunda olduğu gibi, Kürt sorunu ve şoven Türk milliyetçiliği bağlamında da yaşanmakta olan budur. Geride bıraktığımız Haziran ayında beşincisi yapılan ve onbinlerce kişinin katıldığı “Barışa Semah Dönenler” adlı etkinlik bunun çarpıcı bir örneğini sunmaktadır. Bu etkinlikte, son dönem Türk şovenizmini körükleyen en popüler kaynaklardan biri olan Şu Çılgın Türkler kitabının yazarı Turgut Özakman’a “Toplumsal Barış” ödülü verilmiş ve “bin köye bin Atatürk büstü” kampanyasının sonucu olarak yaptırılan Atatürk büstleri törenle sahiplerine verilmiştir.
Yüzyıllar boyunca Osmanlı zulmüne maruz kalmış olan Alevi toplumu özellikle 16 ve 17. yüzyıllardaki son büyük isyan dalgalarında on binlerle kesilip biçildikten sonra, kendini koruma güdüsüyle daha içe kapalı bir yaşam sürmeye başladı. Ancak bu ne yoksul göçebe ve yerleşik Alevilerin gördüğü baskıyı ortadan kaldırdı ne de onların egemen Sünni sınıfa karşı kuşkularını. Değişik biçimler altında süren baskı ve isyancı eğilimlerin de büyük ölçüde kırılmış olması, kendini koruma amaçlı içe kapanma eğilimi dışında belirli ölçülerde bir asimilasyon da doğurdu.
Sünni şeriatına dayalı Osmanlı’nın yıkılışı ve yerine Kemalist kadronun önderliğinde bir burjuva cumhuriyetin kurulması süreci, uzun yüzyılların ardından Alevilerde bir umut yarattı. Mustafa Kemal bu süreçte Kürtlere, İslamcılara, SSCB ve komünistlere yaptığı gibi Alevilere de mavi boncuk vererek onların desteğini istedi. Her ne kadar efsanelerin aksine tüm Alevi nüfusun mutlak desteğini aldığı söylenemese de, geleneksel Alevi cemaatinin önde gelenlerinin gayretleriyle bu destek verilmiştir ve o günlerden itibaren de Alevi halk kitleleri genel bir Kemalizm sempatisiyle doldurulmuştur.
Kemalizmin Osmanlı’daki Şeyhülislamlığın devamı olan Diyaneti kurarak Sünni İslamı resmi din haline getirmesiyle ettiği ihanete ve Kemalizmin doruğu olan tek parti döneminin Aleviler için hiç de güllük gülistanlık olmamasına rağmen bu sempati sürmüştür. Bu bir bakıma Alevi toplumunun Osmanlı egemenliği altında yüzyıllar boyunca maruz kaldığı baskıların ardından bir tür “yılana sarılma” refleksiydi. Cumhuriyetin laikliği ne kadar yarım yamalak olsa ve Kemalizme duyulan muhabbet ne denli karşılıksız kalsa da, Alevilerin yeni rejimi bir can simidi olarak algılamaları gerçeği pek değişmedi. Somut dayanaklardan tümüyle yoksun bir sempati değildi elbette bu. Bu dayanakların en önemlisi, Kemalist rejimin Aleviler için en büyük korku kaynağı olan İslamcı harekete de vuruyor ve şer’i esaslara dayalı rejim arayışlarına set çekiyor oluşuydu.
Ancak, yüzyılların baskısıyla ezilmiş, sindirilmiş, dağınık, örgütsüz Alevi topluluğunun bu sempatisi esasen pasif bir nitelikteydi. Alevilikle ilgili herhangi bir aktif siyasal hareket ya da oluşum söz konusu olmadı. Ta ki 60’lı yıllarda kabuğunu kırmaya başlayana dek, Alevi toplumu geleneksel kırsal yaşam koşulları içinde, içe kapalı niteliğini sürdürüyordu. Ancak Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi, kente göç ve Alevi gençlerin üniversitelere akını bu durumu değiştirmeye başladı. Bu nesnel gelişmelere paralel olarak yaşanan genel toplumsal, siyasal ve kültürel uyanış sürecinden Aleviler de kaçınılmaz olarak etkilendi. Nitekim, 1966’da kurulan Alevi kökenli bir siyasal parti (Birlik Partisi) 1969 genel seçimlerinde %2,8 oy alarak sekiz milletvekili çıkardı. Ne var ki ertesi yıl bu milletvekillerinden bazıları Birlik Partisinden ayrılarak Adalet Partisine geçecekti. Daha sonraki yıllarda ise bu Alevi partisinin oyları giderek eriyecek ve seçimlerde hiçbir milletvekili çıkaramayacaktı. Ve süreç içinde bu partinin siyasal etkinlikleri de sona erecekti. Fakat bunun yanı sıra, Alevi gençlerin 60’ların genel yükselişinden etkilenerek sola ve devrimci harekete yönelen kesimleri olmuştu. Dolayısıyla bu koşullar Alevi toplumunun uzun durağanlığının en azından sol hareket ve gençlik üzerinden kırılması ve Alevi toplumunun genelde devrimci harekete sempatiyle yaklaşması anlamına geliyordu.
Türkiye’deki sınıf mücadelesi işçi hareketinin çok daha güçlü bir yükselişiyle 70’lerin ortalarından itibaren iyice şiddetlenince, egemenler 1977’den itibaren sonu faşist darbeye giden bir kitle pasifikasyonu stratejisini hayata geçirmeye başladı. Yükseltilen faşist terörden, devrimci hareketin beslendiği önemli kaynaklardan biri olan Alevi halk da doğal olarak nasibini aldı. Bu dönemde Alevi halkı hedef alan Maraş ve Çorum katliamları adeta pogrom provaları gibiydi. Bu işi tezgâhlayanlar yüzyıllardır halkın beynine işlenen ve hiçbir zaman temizlenmemiş olan Alevi karşıtı hayasız karalamaları da kullanmaktaydılar. Bu tecrübeler, düzenin, başı sıkıştığında potansiyel bir günah keçisi olarak Alevileri hedef yapabileceğini kanla göstermiştir. Alevi işçi ve emekçiler açısından çok daha önemli olan şey ise, büyük acılara neden olan bu katliamların arkasındaki güçlerle, 28 Şubat sürecinden bu yana İslamcı harekete de vurduğu için alkışlanan güçlerin aynı olduğunu görüp kavrayabilmektir. Bu güçler aynı zamanda 13. yıldönümünü anmakta olduğumuz Sivas katliamının arkasındaki güçlerdir de. Bu acı gerçeklere rağmen genişçe bir Alevi kesimin hâlâ, Kemalizm bayrağı altında toplanan düzenin statükocu “laikçi” güçlerinin içyüzünü ve aldatmacalarını kavrayamamış olması üzüntü vericidir.
Faşist ‘80 darbesiyle devrimci hareketin aldığı ağır yenilgi ve sonrasında işçi sınıfının tutulduğu ağır baskı koşulları altında yaşanan vahşi kapitalist gelişme, tüm toplumu olduğu gibi Alevileri de olumsuz etkiledi. Kaldı ki Aleviler zaten faşist darbenin balyozundan da nasiplerini almışlardı. Yenilgi koşullarının üzerine, hızlanan göç ve sınıfsal ayrışmanın etkilerinin de binmesiyle, devrimci harekete bütününde daha mesafeli bir yaklaşım sergilenmeye başlandı. Bu dönemde nasıl hızlı bir yeşil sermaye oluşmaya başladıysa, bir Alevi burjuvazisi de oluşmaya ve Alevilik kisvesi altında yoksul Alevi işçilerin sömürüsüyle palazlanmaya başladı.
Bunun yanı sıra siyasal bir gelişme olarak Kürt hareketinin yükselişiyle birlikte Kürt Alevilerin bu kanala meyletmesi de, Alevilerin değişik burjuva siyaset kanalları için kullanılması sorununa yeni bir aciliyet kazandırdı. Öyle ki geleneksel olarak Alevi düşmanı eğilimlerle dolu olan MHP gibi faşist partilere varıncaya kadar burjuva partiler birden Alevilere dönük sempati mesajları verme ve onları tavlama yarışına giriştiler. Bu tür okşamaların kimi Alevileri cezbettiği ve bu tür partilerde bile Alevi unsurların boy göstermeye başladığı görülüyor.
Kürt hareketinin yanı sıra, rejim için önemli tehdit olarak algılanan İslamcı hareketin yükselişi bağlamında da Aleviler bir manipülasyon nesnesi olarak görülmektedir. Bu noktayı zaten baştan beri vurguluyoruz. Burada sadece 28 Şubat sürecinin bu konuda önemli bir dönüm noktası olduğunu hatırlamak gerekiyor. Bu “balans ayarı” ile birlikte Türkiye’de siyaset alanı yeni bir görünüm almış ve tüm siyasal güçler Kürt sorununun yanı sıra bu “kırmızı çizgi”ye göre de kendilerine ayar çekmişlerdir. Burada Alevilerin doğal bir müttefik olarak görüldüğünü ve kullanılmak istendiğini belirtmeye gerek bile yok.
Tüm bu sosyal ve siyasal gelişmelerin bir parçası olarak şimdilerde sık duymaya başladığımız “Alevilik nedir” türünden hararetli tartışmalara kısaca değinmek yerinde olur. Bu konuda birçok eser yayınlandı ve tartışmalar halen sürüyor. Aleviliğin sosyal-düşünsel kaynakları, tarihsel gelişimi gibi konular elbette tarihsel materyalizmin inceleme konuları olarak önemli konulardır ve bu konuda da tek tutarlı bilimsel rehberin tarihsel materyalist yöntem olduğu vurgulanmalıdır. Ancak Alevi işçi ve emekçiler açısından bu tartışmalarda asıl odaklanılması gereken nokta, ileri sürülen görüşlerin doğruluk-yanlışlıktan öte hangi çıkarları yansıttığı, hangi siyasal hedeflere hizmet ettiğidir. Zira bu tartışmalarda ortaya konan görüşler çok büyük oranda gerçekliğin ne olduğundan çok, güncel siyasal sorunlardaki saflaşmaları yansıtmaktadır.
Kimisi “Alevilik İslam dışıdır” derken, kimisi “Alevilik İslamın gerçek özüdür” demekte, kimisi “Alevilik bir dindir” derken, kimisi “bir mezhep”, kimisi de “bir felsefe, kültür, yaşayış tarzıdır” demekte; kimisi “Aleviler gerçek Türklerdir” ve “Alevilik de eski Türklerin şaman inanışlarının İslami kisve altında devamıdır ya da İslamla harmanlanmasıdır” derken, kimisi Aleviliğin kaynağının Kürtler olduğunu savunmaktadır… Bu listeyi uzatmak mümkün. Ancak asıl önemli olan bu tezlerin her birinin burjuva siyasetinin şu ya da bu kolunun güncel amaçlarıyla bağlantılı ya da kolaylıkla bağlantılandırılabilir olmasıdır. Her birini tek tek ele almaya gerek yok, ama örneğin Türklük öğesini vurgulayan tezlerin Kürt düşmanı, ırkçı bir gayreti yansıttığı, Alevileri daha milliyetçi-ırkçı pozisyonlara çekmeyi ve Kürt Aleviliği ile bu temelde ayrıştırmayı amaçladığı biliniyor. Keza Aleviliğin İslam dışılığını vurgulayan tezler de, günümüzün sahte “medeniyetler çatışması” dünyasında kendini İslamdan ayrı tutma gayretini olduğu gibi, sol Kemalist pozisyonları da yansıtıyor olabilir.
O nedenle Alevi işçi ve emekçilerin bu tür tartışmalar karşısında uyanık olmaları ve şu ya da bu tezin kendilerini cezbetmesine izin vermeden önce bazı temel siyasal soruları sormaları gerekiyor: Ezilen ulus karşısında nasıl bir tutum takınılıyor? Tam ve tutarlı bir laiklik savunuluyor mu? Yoksa birtakım cemaatsel ayrıcalıklar mı talep ediliyor? Kemalizm ve özellikle statükocu sivil-asker bürokrasi konusundaki tutum ne? Kapitalizm ve Alevi burjuvazisi karşısında tutum ne? Baş düşman ya da asıl sorun İslamcı hareket veya sözgelimi “şeriat tehlikesi” olarak mı görülüyor? Bu sorular temel test sorularıdır ve yanıtları da siyasal açıdan nerede durulduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Alevi İşçi ve Emekçiler Soruna Nasıl Yaklaşmalı?
Alevilerin yüzyıllardır Alevi olmaktan kaynaklanan bir baskı gördükleri şüphesizdir. Bugün Aleviler kimliklerini gizlemek zorunda kalmakta, istemedikleri halde zorunlu din dersleriyle çocukları Sünni propagandasına maruz bırakılmakta, köylerine zorla cami dikilmekte, inançları muteber kabul edilmemekte, ibadetleri çeşitli biçimlerde engellenmektedir. Bunlar ve sayamadığımız başka birçok baskı biçimi temelde demokrasi ve onun bir alt başlığı olan laiklik mücadelesinin konusu olan sorunlardır. Marksistlerin hep yineledikleri ve modern sınıf mücadeleleri tarihinin de açıkça gösterdiği gibi, en azından yüz elli yıldır demokrasi mücadelesinin de tek tutarlı sahibi devrimci işçi sınıfıdır. Devrimci işçi sınıfının programı tek tutarlı demokrasi ve laiklik programıdır. Devlet ve din işlerinin tam ayrılığı, dinin bireylere ve cemaatlere bırakılması, dolayısıyla Diyanet gibi kurumların kesin lağvı ve tüm resmi din personeline son verilmesi; hiçbir dinsel etkinliğe devlet yardımının yapılmaması, tüm dinsel faaliyetin finansmanı ve yürütümünün cemaatlere bırakılması…
Ancak birçok Alevi örgütü okullardaki din eğitiminin kaldırılması yerine, Alevi çocuklar için Alevilik dersi konmasını ya da din dersinde Aleviliğin öğretilmesini istiyor. Örneğin Almanya’da uzun girişimlerden sonra okullarda Alevilik dersi verilmesinin sağlanmış olması bir başarı olarak gurur vesilesi yapılmaktadır. Bunun laiklikle bir ilgisi var mı? Din derslerinin ne seçmeli hale gelmesi ne de içerik olarak tek bir dinin ya da mezhebin öğretisiyle sınırlı olması kabul edilebilir. Biçim, içerik ve uygulaması nasıl olursa olsun din dersleri okullardan tümüyle kaldırılmalıdır. Diğer taraftan ibadethanelerin yasal statüye kavuşturulması talebi de özde devlet desteği talebi niteliğindedir. Çünkü bununla amaçlanan, devletten bedava yer tahsisi, bedava elektrik-su gibi beklentilerdir. Bunun daha ötesi de bazı Alevi dedelerinin devletten maaş talep etmeleridir. Bu talepler laiklik savunusuyla bağdaşmayan taleplerdir. Lenin’in de vurguladığı gibi: “Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. (…) Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür, ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirinden ayrılmasından, dinin tamamen kişisel bir sorun olarak kabul edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlı istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin hâlâ tutsağı demeksinizdir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklı gelirlerinize bağlısınız demektir; silahınızın ruhsal gücüne inanmıyorsunuz ve devletten rüşvet almayı sürdürüyorsunuz demektir.” (Sosyalizm ve Din)
Burjuva demokrasisi hiçbir zaman tam bir laikliği hayata geçirmemiştir ve hatta büyük burjuva devrimlerinden bu yana, zaman içinde bu alanda birçok geri adım atılmıştır. Bu burjuvazinin devrimci kapasitesinin tarihsel sınırlarını ve işçi sınıfının mücadelesi karşısında zaman içindeki gericileşmesini ifade eder. Yukarıda bazı unsurlarını saydığımız tutarlı bir demokrasi ve laiklik programı ancak işçi sınıfının devrimci iktidarı altında gerçekleştirilebilir. Aynen 1917 Ekim Devrimiyle burjuvaziyi devirip iktidarı alan Rus işçi sınıfının, devrimin ilk yıllarında kanıtladığı gibi.
Diğer taraftan kapitalizm çerçevesinde kalındığı sürece, tutarlı olsun veya olmasın demokrasi ve laiklik alanlarında atılacak kimi adımların, ya da Alevi örgütlerinin şu ya da bu somut taleplerinin yerine getirilmesinin hiçbir şekilde Alevi toplumunun esenliği için gerçek bir güvence olamayacağı unutulmamalıdır. Alevi işçi ve emekçileri bunun olabilirliğine inandırmaya çalışmak sahtekârlıktır. Özellikle AB süreci vesilesiyle bu yönde eğilimlerin doğduğu malûmdur. Burjuvazi kendi düzeni bunalıma girdikçe kitleler için yanlış hedefler göstermekten asla vazgeçmez. Türkiye’de Alevilik de her zaman burjuvazi için potansiyel bir kışkırtma konusu olmaya devam edecektir. Hiçbir burjuva demokrasisi ilkel güdüleri kışkırtmaktan ve köklü önyargıları körüklemekten geri durmamıştır ve durmayacaktır da. İlkel güdülerin ve köklü önyargıların aşılmasının temel koşulu sınıflı toplum düzeninin ve sömürünün ortadan kaldırılmasıdır. En gelişkin burjuva demokrasilerinin olduğu Avrupa ve Kuzey Amerika’da, değişen zaman ve koşullara bağlı olarak göçmenlerin, azınlıkların, Yahudilerin, siyahların, şimdilerde Müslümanların nasıl düşman ilan edildiklerini görmeyenler olsa olsa bilinçli bir körlük içinde olabilirler. Hiç kimse kendisini aldatmasın, kapitalizmde sağlam bir güvence asla olamaz. Alevi gençler, işçiler, emekçiler eğer gerçekten bu tür korkuların olmadığı bir toplum istiyorlarsa, yapmaları gereken şey Marksizmin bayrağı altında işçi sınıfının devrimci mücadele saflarında yer almaktır. Çünkü böyle bir topluma giden yolu açacak olan tek güç devrimci işçi sınıfıdır. Başka bir çıkar yol yoktur.
Sivas katliamının yıldönümünde demokrasi ve devlet bağlamında dikkat çekilmesi gereken bir husus daha var. İşçi sınıfının demokrasi programı aynı zamanda Alevilerin de acısını çok çektikleri kontrgerilla gibi gerici düzen örgütlenmelerinin dağıtılması talebini içerir. Bu tür örgütlenmeler burjuva devletin ta kalbini, onun çelik çekirdeğini oluştururlar. Kapitalist düzen var oldukça burjuvazinin bu tür örgütlenmeleri de, onlar eliyle tezgâhladığı provokasyonlar da son bulmayacaktır. Kimi Alevi çevrelerinin zaman zaman ima ettikleri gibi devlet aygıtı içinde daha çok Alevinin yer alması türünden özlemlerle de bunun olması mümkün değildir. Susurluk’un baş aktörlerinden olan ünlü polis şefi Hüseyin Kocadağ’ın bir Alevi olması ironiktir. Sık sık vurguladığımız gibi bu tür melanet yuvalarını da dağıtacak olan işçi sınıfının başını çektiği güçlü bir halk devrimidir. Burjuva düzen içi hiçbir halim selim düzenleme bunu sağlayamaz. Bir daha Sivasların, Çorumların, Maraşların ve diğerlerinin olmaması için, tüm burjuva devlet aygıtını tuzla buz edecek devrimin güçlü yumruğu gereklidir. O halde bir kez daha belirtelim: yüreğinde isyan ateşi olan Alevi gençler, işçi ve emekçiler için kurtuluşun ve mücadelenin tek gerçek bayrağı Marksizm bayrağıdır!
Alevilik öğretileri dünya tarihinde birçok örneği görülen ortaçağ köylü sosyalizminin unsurlarını taşırlar ve bir yönüyle bu köylü sosyalizminin Anadolu’ya özgü bir versiyonunu ifade ederler. Bu tür Ortaçağa ve diğer çağlara özgü ütopik sosyalist düşünceler ve bu düşünceleri bayrak edinen halk hareketleri şüphesiz insanlığa birtakım olumlu değerler, ilerici-devrimci öğeler miras bırakmışlardır. Bu tür olumlu değerler varolduğu ölçüde, bunlar, çağımızda onları sentezleyerek kendi bünyesine katan Marksizmde ve devrimci işçi hareketinde yaşamaktadırlar. Alevilik öğretilerinin ve Anadolu ve çevresindeki halk isyanlarının içerdiği olumlu değerler, ilerici-devrimci öğeler için de durum budur. Ama, bütünlükleri içinde kendi çağlarına ait bu tür öğretileri çağımıza hitap eden devrimci düşünceler gibi sunmak anakronizmdir. Çağımızın tek tutarlı devrimci öğretisi Marksizmdir ve Alevi işçi ve emekçiler için olduğu gibi tüm dünyadaki işçi ve emekçilerin kurtuluş mücadelesinin bayrağı da Marksizmdir. Dolayısıyla Alevi işçi ve emekçiler için mücadelenin gerçek adresi de devrimci işçi hareketinin safları olmak durumundadır. Onların gerçek “can”ları ya da musahipleri, Alevi patronlar ya da devlet aygıtının yüksek katlarındaki Aleviler değil, Sünni olsun olmasın diğer işçilerdir. Burjuvayı ve işçiyi Alevi kimliğinin çatısı altında “gelin canlar bir olalım” çağrısıyla birleştirmeye çağırmak, Alevi işçiyi sınıf işbirliği bataklığına sürüklemektir. Bugün Alevi işçi için “gelin canlar bir olalım” çağrısının karşılığı devrimci proletaryanın ”bütün dünyanın işçileri birleşin” şiarı, “can”ın karşılığı da “sınıf kardeşi” ya da “yoldaş” olmak durumunda değil mi?
link: Levent Toprak, Sivas Katliamı, Alevilik ve Laiklik Üzerine, Temmuz 2006, https://marksist.net/node/1048
Çeçenlerin Bitmeyen Trajedisi