Temmuz ayının ilk haftası içinde Avrupa’nın iki büyük emperyalist ülkesinde yapılan seçimler günümüz dünyasında işlemekte olan önemli eğilimlere dair yeni veriler ortaya koydu. Her iki seçim ve bunlar etrafında cereyan eden siyasi gelişmeler, kapitalizmin sistem krizinin derinleşmeye devam ettiğini, emekçilerin temel sorunları için bile sistem içi bir çıkış yolunun kalmadığını gösteren kanıtlara yenilerini ekledi. Her iki ülkede de egemen burjuvazi emekçilerin lehine küçük de olsa iyileşme anlamına gelebilecek seçenekleri bertaraf etmeye yeminli bir çaba içinde. En gelişkin, en zengin merkez ülkelerde bile burjuvazi işçi sınıfına verilecek küçük tavizlere dahi katlanamıyor. Kapitalizm tarihsel bir tıkanıklık içinde ve işçi-emekçi sınıflara ilham verecek olumlu bir gelecek vaat etmek şöyle dursun, göz boyama kabilinden mütevazı iyileştirmeleri dahi kaldıramıyor. Sistemin sahiplerinin zenginliklerine zenginlik katıldığı, hatta servetlerin adeta arşa çıktığı bir dönemden geçildiği halde bu böyle.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde yaklaşık 80 yıldır hüküm süren, dolayısıyla yaklaşık dört kuşağın yerleşmiş deneyimine temel oluşturan siyasal çerçeve, işleyiş, partiler, teamüller sarsılıyor. Merkez sağ ve sol partiler açıkça zemin kaybediyorlar. Uzun bir tarihsel dönem boyunca merkez partilerin elinde ihanete uğrayan ve öfke biriktiren emekçi kitleler söz konusu partilerle özdeşleşen bu “sisteme” karşı olduğunu söyleyenlere giderek daha fazla kulak kabartma eğilimindeler. Emekçilerin tepkisinin ve bu temelde yükselen arayışının sola kaymasını önlemek ya da sınırlamak için düzen de faşist seçeneği büyütüyor.
Sistemin tıkanıklığının ve çürümesinin bir görünümü olarak burjuva siyaset sahnesinde olağan akışın dışında, kural dışı, prosedür dışı, teamül dışı hareket tarzları ve gelişmeler de daha sık görülüyor artık. Çok sayıda örnek olmakla birlikte son günlerin sıcak örnekleri olarak, Trump’a yapılan silahlı suikast girişimini, seçimlerden en çok oyu alarak birinci çıktığı halde Yeni Halk Cephesine (YHC) Macron’un teamülleri alenen çiğneyerek hükümet kurma görevini vermemesini, melekelerini ciddi ölçüde yitirmiş bir Biden’ın ABD gibi bir ülkede başkan adaylığını uzun bir süre boyunca inatla sürdürmeye çalışmasını sayabiliriz. Yine yakın dönemden örnekler olarak İngiltere’de son yıllarda bir türlü istikrarlı hükümet kurulamamasını, skandalların ardının arkasının kesilmemesini, İşçi Partisinde liderliği ele geçiren sol eğilimli Jeremy Corbyn’in liderlikten alaşağı edilmesi için yürütülen kumpasları vb. zikredebiliriz. Kısacası bu en zengin, en gelişmiş emperyalist ülkelerde dahi siyasi istikrar bulunmuyor, burjuvazi istikrarlı hükümetler kuramıyor.
İşte hem Fransa’da hem de İngiltere’deki seçimler çeşitli yönleriyle bu istikrarsızlığın görünümlerini sundu. Öncelikle her iki ülkedeki seçim de ani kararlarla ilan edilmiş erken seçimlerdi. Meşruiyet görüntüsünü yitiren iktidarlar erken seçim ilan etmek suretiyle düzen için güven tazelemeye çalıştılar. Erken seçim kararı almalarının temel sebebi yükselmekte olan işçi sınıfı tepkisinin daha fazla yükselip düzen dışı arayışlara kapı aralaması ihtimalini bir an önce bertaraf etmekti. İngiltere’de egemenler en azından şimdilik amaçlarına ulaşıp krizi bir süre ötelemiş olurlarken, Fransa’da amaç hâsıl olmamış, yeni bir krizli süreç daha seçimin ertesi günü başlamıştır.
Fransa
Haziran ayında yapılan AB parlamentosu seçimlerinin Fransa ayağında Le Pen’in faşist Ulusal Birlik Partisinin birinci çıkacağının belli olması (sonuçlar daha kesinleşmeden) üzerine Macron ulusal parlamentoyu lağvedip erken seçim ilan etti. Normalde üç yıl sonra yapılacak seçim için tarih olarak sadece 20 gün sonrası belirlenmişti. Macron’un böylesi bir baskın erken seçimle dolaysız amacı, AB parlamentosu seçimlerinde faşist partinin birinci çıkmasının yarattığı infiali hızlıca kendi lehine değerlendirmekti. Böylece Fransa’da son yıllardaki birçok seçimde yaşanan durumu işçi sınıfı ve sosyalistler için bir kez daha kapan haline getirip, sol duyarlılıkları olan kitlelerin oylarını kendi kanalına akıtma oyununu tekrar sahneye koydu. Ancak bu niyetlerle ilan edilen baskın erken seçimde sonuçlar Macroncu güçlerin hedeflediği gibi olmadı.
Bunun temel sebebi büyük sol partilerin (Boyun Eğmeyen Fransa, Sosyalist Parti, Komünist Parti ve Yeşiller) beklenmedik bir hızla birkaç gün içinde yeni bir ittifak (Yeni Halk Cephesi) kurmalarıydı. Macron bu sol partilerin kendi aralarında muhtelif sebeplerle birleşemeyeceklerini, doğan kargaşa ve alarm halinin toplumu asıl olarak kendisiyle faşist seçenek arasında seçim yapmaya iteceğini hesap ediyordu. “Aşırı sağ” dedikleri faşistleri halka büyük tehlike olarak gösterip onlar karşısında makul seçeneğin kendileri olduğunu pazarlayacaklardı ve öyle yaptılar. Dolayısıyla Fransa’da bir yanda başta işçi sınıfının örgütlü kesimleri ve sosyalistler olmak üzere anti-faşist duyarlılıklara sahip geniş kesimlerin faşist tehlike karşısında bir seferberlik içine girmesine tanık olduk. Diğer yanda ise burjuvazinin belli kesimlerinin bu duyarlılıkları Macron’un iktidarını sürdürmesi için kullanma çabası sahnedeydi.
Derinleşen kriz, artan yoksullaşma, emekçilerin yararlandığı kamu hizmetlerinin gerilemesi, büyüyen eşitsizlik gibi temel sorunlar Fransa’da politizasyonu ve kutuplaşmayı arttırdı, seçime katılım oranında çok büyük bir yükseliş yaşandı. 2022’de genel seçimde yüzde 47 olan katılım oranı 20 puan birden yükselerek yüzde 67’ye çıktı. Bu oran 1981 yılından bu yana ulaşılan en yüksek orandı. Bu katılımla gidilen seçimin ilk turunda faşist ittifak (Ulusal Birlik) yüzde 33 ile birinci çıkarken, sol ittifak yüzde 28 ile ikinci, iktidardaki Macron’u destekleyen ittifak ise yüzde 21 ile ancak üçüncü geldi. Bu tablo sermaye saldırılarıyla özdeşleşen merkez partilerin genel gerileme ve çöküş eğiliminin yeni bir örneğiydi. Bir kez daha görüldü ki bir yanda faşist hareket güç kazanırken diğer yanda sol arayışlar artmaktadır. İkinci turda bazı seçim bölgelerinde, faşist parti adayı karşısında ona karşı olanlardan birinin diğeri lehine çekilmesiyle, anti-faşist duyarlılık asıl olarak sol ittifaka yöneldi. Böylece sol ittifak ilk turun birincisi faşist partiyi de geride bırakarak 577 sandalyeli parlamentoda en yüksek sandalye sayısına (193) ulaştı. Ancak ikinci gelen faşist partinin 164 sandalyesi ve üçüncü Macroncu partinin 143 sandalyesi karşısında bu sayı mutlak çoğunluğa yetmediği için sol ittifak tek başına hükümet kurma gücüne ulaşamadı.
Le Pen’in faşist partisi tarihte tüm sivil faşist deneyimlerde olduğu gibi kapitalizmin derinleşen krizinin emekçilerde yarattığı tepkiyi kullanarak güç kazanıyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde son onyıllarda yükselen hemen tüm faşist hareketler ve partiler özellikle göçmen nüfusu temel sorun olarak ön plana çıkarıyorlar. Ancak, günümüz Fransa’sında da olduğu gibi, sadece dolaysız anlamda gerici, ırkçı, milliyetçi söylemle yetinmiyorlar. Aynı zamanda işçi sınıfının ilgisini çekecek birtakım ekonomik-sosyal talepler de ileri sürüyorlar. Nitekim Fransa’daki faşist ittifak da emeklilik yaşı, işçilerden alınan bazı vergiler, çiftçilerin vergileri gibi bazı başlıklarda emekçilere hitap eden vaatlerde bulunuyor. Bu nokta önemlidir zira işçi sınıfının bazı kesimlerinin ve keza kimi diğer emekçi katmanların faşist hareket tarafından cezbedilmesinde bu tür vaatler önemli rol oynar. Faşizm asla salt kör milliyetçi-ırkçı söylemle kitlesel kapsam kazanmaz, daima sınıfın önemli acil sorunlarını çözecekmiş gibi ortaya atılan birtakım sınıf yanlısı görünen sosyo-ekonomik vaatleri kullanır.
Diğer taraftan Fransa’da anti-faşist duyarlılıkların hâlâ güçlü olması yükselen faşist tehlike karşısında bir odaklanma yaratmak için zemin sundu. Ancak oluşan sol cephe sadece bu hassasiyetin sonucu olarak ilerleme sağlamadı. Yeni Halk Cephesinin programında emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarının kısmen de olsa iyileştirilmesi anlamına gelen talepler yer alıyor. Burada her ne kadar “iyileştirme” kelimesini kullandıysak da söz konusu taleplerin esasen uzun yıllardır tüm dünyada olduğu gibi Fransa’da da sermayenin yürüttüğü ağır sınıf saldırıları sonucu işçi sınıfının kaybettiklerinin kısmen telafisi anlamına gelen bir “iyileştirme” olduğunu vurgulamalıyız. Yine de belirtmeliyiz ki, uzun yıllar içinde işçi sınıfını temsil eden sendika ve partilerin izlediği ihanet politikaları nedeniyle kaybedilenlerin büyüklüğü, sınıfın genel örgütsüzlük hali, sınıfın mevzi/moral kazanma ihtiyacı ve sermayenin hırçın tahammülsüzlüğü şartlarında bunlar önemsiz değildir.
Bunlardan kısaca söz etmek gerekirse: Macron’un getirdiği yeni emeklilik yasasının iptali, ki bunun en önemli ayağı emeklilik yaşının 65’e çıkarılması idi. Yeni sol ittifak bunu 2010 öncesi olduğu gibi 60’a indirme sözünü veriyor. Bunun yanı sıra asgari ücrete yüzde 14 zam yaparak 1600 avroya çıkarma, kamudaki maaş artışlarını enflasyon oranına bağlama ve sosyal yardımları arttırma, gıda, enerji ve akaryakıt fiyatlarını dondurma, kira yardımlarını yüzde 10 arttırma, düşük gelirlilerden yapılan gelir vergisi ve sosyal sigorta kesintilerini azaltma ve zenginlere servet vergisi getirme vaadinde bulunuyor.
Bu vaatler hiç kuşkusuz emekçiler açısından acil önem taşıyorlar. Ama bu mütevazı programın bile sermayenin tüylerini diken diken ettiği görülüyor. BBC bunları aktarırken Fransa’nın “zaten yüksek olan kamu harcamalarını ciddi oranda arttıracak vaatler” ifadesini daha baştan kullanıyor. Ama Fransa’nın önde gelen gazetelerinden Le Figaro’nun, yeni sol cephe, özellikle de onun en büyük ve en sol bileşeni olan Melenchon’un LFI’si (Boyun Eğmeyen Fransa) karşısındaki tutumuna bakmak daha açıklayıcı olabilir. Le Figaro gazetesinin tutumu burjuvazinin kimi kesimlerinin faşist seçeneğe nasıl baktığını gösteren önemli bir veridir. Bu gazetenin sahibi olan burjuva ailenin aynı zamanda Fransa’nın savaş uçağı olarak bilinen Rafale jetlerinin üreticisi şirketin de sahibi olduğunu hatırlatalım. Le Figaro seçimin ikinci turunun Melenchon ile faşist partinin şimdiki lideri Bardella arasında geçeceğini ilan ederek, kesinlikle sol tehlike olarak nitelenen Melenchon’a oy verilmemesi gerektiğini savundu.
Faşist partinin hanidir sermayenin üst katlarında giderek daha fazla kabul gördüğüne dair çok sayıda belirti ve gelişme zaten vardı. Şimdi yeni bir örnek olarak Le Figaro’nun ve askeri sanayinin dev bir bileşeninin bu açık tavrı hayli anlamlıdır. Genel olarak söylemek gerekirse, günümüzde faşist seçeneğe karşı pozisyon alan burjuva kesimler bile “aşırı-sol” dedikleri ve en fazla sol-reformizm olan seçenekleri daha kötü gözle görmektedirler. Nitekim seçim sonrası parlamentoda başkan seçimi ve hükümet kurma sürecinde solu engelleme çabası faşistlerle birlikte yürütülüyor. Parlamento başkanlığına bir miktar faşist vekilin de desteğiyle Macron’un adayı seçildi bile.
Macron şimdi sol ittifakın kendi içindeki parçalı yapısından ve barındırdığı farklı eğilimlerden de yararlanarak ittifakı bölmeye çalışıyor. Bu çaba esasen ittifakın en “radikal” bileşeni olarak görülen Melenchon ve partisinin dışlanmasına dayanıyor. Macron ve sermaye yeni bir hükümet kurmak için bir yandan sol ittifak içinden destek devşirmeye çalışırken bir yandan da benzer biçimde diğer sağ partilerden destek arayışında. Ancak böylesi bir hükümet kurduğunda bir yandan solun bir yandan faşist partinin baskısı altında olacak. Meclisin karar alması gereken her konuda sandalye dağılımı ve bu sağlı sollu baskılar hükümet etme gücünü baltalayacak. Benzer bir durum zaman zaman dillendirilen teknokrat hükümet kurması halinde de söz konusu olacak. Özetle işçi ve emekçilerin ağır sorunların yükü altında olduğu şartlarda Macron’un istikrarlı bir yönetim oluşturup sürdürmesi pek mümkün görünmüyor. İktidara aslında kendilerinin gelmesi gerektiğini savunan faşistler, seçimin ikinci turunda kendilerine karşı çok farklı eğilimlerin gayri tabii biçimde birleşmesi nedeniyle bundan mahrum bırakıldıklarını söyleyerek propaganda yapıyorlar. Ve kendi iktidarlarının sadece kısa süreliğine ertelenmiş olduğunu vurguluyorlar. Çok açık ki, önümüzdeki dönemde krizin derinleşmesinin arttıracağı hoşnutsuzluğu tabanlarını ve seçmen kitlesini genişletmek üzere kullanmaya çalışacaklar. İşin doğrusu Macron’un başkanlık koltuğunda oturduğu böylesi bir dönemde hükümete kim bulaşırsa kaybedecek. Fransa’nın yeni mücadelelere gebe bir döneme girdiğini söyleyebiliriz. Burada işçi sınıfı devrimcilerine, sosyalistlere büyük görevler düşüyor. Bir yandan iktidar eliyle yürütülecek yeni saldırılara karşı işçi sınıfını seferber ederek bir direniş örmek gerekirken bir yandan da faşist tehlikeye karşı oluşan duyarlılığın daha da büyütülmesi gerekiyor. Sermaye saldırılarını ve faşistlerin iktidar yürüyüşünü kırmanın tek yolu bu.
İngiltere
İngiltere son 14 yıldır Muhafazakâr Parti hükümetleri tarafından yönetiliyordu. Ancak deyim yerindeyse 2016’daki Brexit’in öncesinden itibaren İngiltere’de istikrarlı bir yönetim kurabilmiş değil sermaye. Brexit referandumunun kendisi bile o dönemin yıpranmış Muhafazakâr Parti hükümetinin kendine bir tür güvenoyu sağlamak üzere yaptığı hamleydi. Ama hamle ters tepti ve demagoji rüzgârlarının estiği referandumdan “hayır” çıktı. Ardından seçimsiz başbakan değişimi oldu. Genel krize Brexit sürecinin kargaşası eklendi. Gaf üstüne gaf, skandal üstüne skandal yaşanan sürecin ardından demagog Johnson liderliğinde Brexitçiler başa geçtiler. Demagojik propagandaların etkisiyle ferahlama getireceği sanılan Brexit tam aksine ağır yükler getirdi ve bunlar doğal olarak işçi sınıfının sırtına yıkıldı. Yükselen fiyatlar, artan hayat pahalılığı işçi sınıfının belini iyice büktü.
Hoşnutsuzlukla birlikte grevler ve protestolar da arttı. Brexit’in dertlere derman olacağı yanılsamasının da hasar almasıyla, iyice yıpranmış Muhafazakâr Partinin iktidar vadesinin dolduğu açık seçik görünür hale geldi. Üstelik bu Muhafazakâr Parti, altından giderek kayan zemini tutabilmek için, daha önce görülmemiş ölçüde sağa kayan, göçmen düşmanlığını ayyuka çıkaran bir Muhafazakâr Partiydi. Sonuç olarak İngiliz burjuvazisi çok gecikmeden görevin el değiştirmesi ve güvenilir ellere aktarılması gerektiğine karar verdi. Kumpaslarla görevden uzaklaştırılan Jeremy Corbyn’den sonra İşçi Partisinin başına getirilen derin İngiliz devletinin adamı Keir Starmer bunun için ideal kişiydi. İşçi Partisi Starmer’la, tarihinin gördüğü en sağ liderliklerden birine teslim edilmişti.
Bu şartlar altında, birbiri ardına dikiş tutmayan Muhafazakâr başbakanlar silsilesinin sonuncusu olan Rishi Sunak, seçimin normal zamanını beklemeyerek erken seçim ilan etti. Oysa seçim gündeminden bağımsız olarak düzenli yapılan tüm anketler Muhafazakâr Partinin çok oy kaybettiğini ve İşçi Partisinin önde olduğunu gösteriyordu. Bu Starmer’lı İşçi Partisinin çok beğenilmesinden ya da ona umut bağlanılmasından değildi esasen. İktidarın kazasız belasız majestelerinin muhalefetine teslim edilmesi için bilinçli olarak erken seçime gidildiğinden şüphe etmek için hiçbir sebep bulunmuyor.
Nitekim, Corbyn liderliği döneminde burjuva medya tümüyle İşçi Partisine karşı cephe almış ve tam bir karalama kampanyası yürütmüşken, bu son seçimler öncesinde İşçi Partisi burjuva medyanın en büyük organlarının sempatik ilgisine mazhar olmuştur. The Sun ve Financial Times gibi sağcılığı tescilli gazeteler bile, çürümüş Muhafazakâr Partiye karşı Starmer’lı İşçi Partisine açıktan desteklerini ilan ettiler. Buna karşın Unite gibi en büyüklerinden bir sendika, partinin seçim manifestosunu yeterince işçi dostu bulmadıkları için desteklemeyeceklerini açıkladı.
Seçim sonuçlarına bakıldığında, Muhafazakâr Partinin muazzam oranda oy kaybettiği, buna karşılık İşçi Partisinin ise kaybetmiş olduğu önceki seçime göre bile oy sayısının azaldığı görülüyor. Evet seçimi İşçi Partisi kazandı kazanmasına ama Starmer’lı İşçi Partisi hiç de emekçi kitlelerde bir umut ve heyecan dalgası yaratmadı. Nitekim Fransa’daki durumun aksine, seçime katılım oranı bir önceki seçime göre 7,5 puan kadar düşerek yüzde 59,9 olmuştur. Neoliberal politikalara, yürüyen emperyalist dünya savaşına, Siyonist vahşet ve soykırım politikalarına böylesine angaje sağ bir liderliğin umut yaratmamış olması hiç şaşırtıcı değil. Muhafazakâr Parti’den sıdkı iyice sıyrılmış emekçi kitleler onu cezalandırırken, çaresizlik içinde ve heyecansızca İşçi Partisine yönelmişler, bunun yanı sıra kısmen de faşist Nigel Farage’ın yeni partisi Reform UK’e oy vermişlerdir. Dar bölge ve çoğunluk esasına dayalı İngiliz seçim sisteminin anti-demokratik yapısı nedeniyle İşçi Partisi sadece yüzde 33 oy aldığı halde parlamentodaki sandalyelerin yüzde 60’tan fazlasını almıştır. İkinci gelen Muhafazakâr Parti 20 puan kayıpla tarihinin en düşük oy oranı olan yüzde 23’e düşmüş, Farage’ın Reform UK partisi ise yüzde 15’e kadar dayanmıştır.
Küçük partilerin toplamda yüzde 42,6 oranında oya ulaşarak rekor kırmaları büyük merkez partilerin çöküşüne dair dünya çapında işleyen genel eğilimle uyumlu dikkate değer bir veridir. Bu bağlamda ayrıca not olarak düşmek gerekir ki, bir dönem umut uyandırarak yükseliş yaşayan İskoç milliyetçiliğinin temsilcisi İskoç Ulusal Partisi de İskoçya’da büyük oranda oy ve sandalye kaybetmiştir. Hiçbir ilerici veçhesi ya da dinamiği olmayan İskoç milliyetçiliğinin ekonomik-sosyal politikalarda Muhafazakârlardan farkının olmaması, İskoç emekçi kitlelerinin hayal kırıklığını arttırmıştır.
Starmer İşçi Partisinin başına, daha sol politikaları temsil eden ve özellikle İngiliz emperyalizminin hassas politikalarına karşı çıkan Jeremy Corbyn’i tasfiye etmek üzere gelmişti. Nitekim parti içi liderlik seçimini kazandıktan sonra parti içinde Corbyn’le birlikte güçlenmiş olan sol eğilimi büyük oranda tasfiye etti. Bu sürecin bir parçası olarak Corbyn düzmece antisemitizm suçlamaları üzerinden yürütülen soruşturmalarla parti içinde damgalı hale getirildi ve en sonunda partiden bile atıldı. O süreçte ve sonrasında Corbynciliğe yönelik saldırının temel argümanlarından biri fazla sola gidildiği, bunun kitlelerin partiden uzaklaşmasına yol açtığı, seçim kazanmayı olanaksızlaştırdığı idi. Oysa yapılan sağcı “düzeltmelerle” parti Corbyn döneminden bile daha az oy almıştır. Dahası Corbyn bağımsız aday olarak girdiği bölgede seçimi kazanmıştır.
Şimdi Starmer kriz içindeki İngiliz kapitalizminin ve emperyalizmin saldırı politikalarının yeni yüzü olarak misyonunu oynayacaktır. Bazı iyileştirmeler yapılacağına dair bir söylem olsa da bunun işçi sınıfını aldatmak ve oyalamak anlamına geldiğinden şüphe edilmemelidir. İşçi sınıfı Starmer üzerinden eski saldırıların devamı niteliğinde yeni saldırılara maruz kalacaktır. Daha önce Bank of England’da ekonomist olarak çalışan yeni Hazine Bakanı Rachel Reeves, yaptığı bir açıklamada her türlü harcamanın büyümeye bağlı olacağını ilan etti. Dünya kapitalizminin genel krizi ve İngiliz kapitalizminin gelişmiş kapitalist ülkeler içinde göreli olarak daha da kötüleyen durumu düşünüldüğünde, bunun anlamı kamu harcamalarında dişe dokunur bir artış, yani işçi sınıfının yaşam koşullarında bir iyileşme olmayacağıdır. Sosyal harcamaların büyümeye bağlı kılınması bir diğer açıdan ifade edildiğinde yeni hükümetin gelir dağılımında işçi sınıfı lehine hiçbir değişiklik çabası göstermeyeceğidir. Aynı bakan, giden Muhafazakâr Parti hükümetinin izlediği mali kurallara bağlı kalınması gerektiğini de söylemiştir. Tam da o kurallar işçi sınıfına saldırıların bir bölümünü oluşturuyordu ve o hükümeti sandığa gömdü. “Enerjimi ve politik sermayemi ekonomiyi büyütmeye harcayacağım” diyen taze bakan, “bunun bir kısmı, çetin seçimler, zor kararlar ve bazı insanları kızdırma anlamına gelecek” diyerek devam ediyor. Mesaj yeterince açık, işçi sınıfına saldırılar sürecek!
İşçi sınıfı uğradığı saldırılar karşısında zaten bir süredir direniş arzusu göstermekte ve kısmi de olsa mücadeleler vermekte. Hatta Ortadoğu’daki Siyonist katliam siyasetine ve bu siyaseti destekleyen İngiliz emperyalizmine karşı büyük protestolar da yapılmakta. Benzer biçimde Fransa’da da işçi sınıfı çeşitli vesilelerle mücadele bayrağını açıyor. Son seçimler vesilesiyle yükselen anti-faşist protesto ve eylemler bunun bir başka görünümünü oluşturuyor. Başta belirttiğimiz gibi düzen işçi sınıfı lehine iyileştirmeler, reformlar yapma kapasitesini yitirmiş durumdadır. Çok yönlü saldırılar daha da ağırlaşarak sürmektedir ve işçi sınıfının mücadeleden başka yolu yoktur.
link: Levent Toprak, Fransa ve İngiltere: Seçimler Ne Gösteriyor?, 25 Temmuz 2024, https://marksist.net/node/8320
Tutum
Gençler Enerjilerini Nereye Akıtmalılar?