

Tarihsel krizi içinde debelenen kapitalist sistem, yarattığı muazzam bir işsizlik, kitlelerin derinleşen yoksulluğu ve yaygınlaştırdığı emperyalist paylaşım savaşları eşliğinde varlığını sürdürüyor. Dünyamızı gün geçtikçe daha da kaotik ve cehennemî bir alana çeviren bu sistemin egemenleri, kitleler üzerindeki baskıları arttırarak ve otoriter rejimleri yaygınlaştırarak hüküm sürüyorlar. 2. Dünya Savaşı sonrasında kendisini dünyaya demokrasi şampiyonu olarak sunan ABD, şimdi çılgın Trump başkanlığında inanılmaz bir pervasızlıkla ülkeleri hizaya getirmeye çalışıyor. Trump, ABD’de başkanın yetkilerini sınırlayan kurumlara meydan okuyarak egemenlik koltuğuna kurulurken, kankası Elon Musk konuşmalarında Nazi selamlarıyla şov yapıyor. Kapitalizmin yükseliş dönemine eşlik eden burjuva demokrasileri, kapitalizmin çürüme çağında yerini giderek siyasal yaşamda genel bir otoriterleşme, faşistleşme gerçekliğine bıraktı. Günümüze damgasını vuran olgu, Trump, Putin gibi diktatörlerin ve finans kapital zirvelerinin biçimlendirdiği plütokrasi egemenliğidir. Sözü bu noktada fazlaca uzatmaya gerek yok. Çünkü açık ki, nereye baksak kapitalist sistemin paçalarından pislikler akıyor. Bu gerçekliği görmezden gelemeyecek kadar vicdanını kapitalizme satmamış olan kalemler, “bu pislik nasıl temizlenecek” diye sormaktan kendilerini alıkoyamıyorlar.
Yaşadığımız bu süreçte işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve burjuvazinin ideolojik salvolarıyla devrim fikrinin zayıflatılmış olması nedeniyle, çürüyen ve çürüten kapitalizme karşı ne tuhaf ki hâlâ bu sistem ve bu düzen içinde bir çıkış yolu, demokrasi aranıyor. Oysa kapitalist sistemin hegemon gücü ABD’nin geldiği son durumun en çarpıcı biçimde gözler önüne serdiği üzere, burjuva demokrasisi ileri kapitalist ülkelerde bile çoktandır aşınmış ve burjuva yönetimler bir zenginler kulubü hegemonyasına, plütokrasi diye adlandırabileceğimiz oligarşik bir egemenlik biçimine bürünmüştür. Türkiye’yi zaten bir yana bırakalım, vaktiyle burjuva demokrasisiyle ünlenen ülkelerin durumu ortada. Kapitalizm çürüdü, insanlığı ilerletici potansiyellerini tüketti ve dolayısıyla eski dönemlerine dönmesi asla mümkün değil. Bugün insanlığın kurtuluşu ancak işçi sınıfının örgütlü gücüyle başarılacak devrimlere bağlı ve dünyaya demokrasi de ancak ezici çoğunluğuyla işçileşmiş kitlelerin iktidarıyla gelebilir. Gerçeklik bu, fakat ne yazık ki bu sözlerin şimdilik geniş kitlelere hayal ürünü gibi geleceğini de biliyoruz. Ancak şu da bilinmeli ki, sorunların tek gerçekçi çözümü derin bir aymazlık içinde hayattan kovulduğu sürece, dünya üzerindeki milyarlarca emekçi yaşam kavgasının acımasızlığı ve emperyalist savaşların alevleri arasında kavrulmaya devam edecek.
Bazı hatırlatmalar
İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin stratejik ve taktik hedeflerini belirleyebilmek için, içinde yaşadığımız global kapitalist sistemin temel özelliklerini ve ana eğilimlerini bilmek gerek. Bu noktada lafı uzatmadan vurgulayalım ki, zaten 2002 yılında yayın hayatına başlayan Marksist Tutum sitemizde yer alan çeşitli çalışma ve yazılarımızda bunun gereğini yerine getirme çabası içindeyiz. Bu çalışma ve yazılarımıza göz atılacak ya da hatırlanacak olursa, yeni milenyumun başından beri vurguladığımız temel hususlar bugün de geçerliliğini koruyor ve nasıl bir dünya içinde yaşadığımızı gözler önüne seriyor. Bu bağlamda, kapitalist sistemin tarihsel krizi, büyük emperyalist güçler arasındaki hegemonya kavgası ve bunun sonucu olarak alevlenip yayılan 3. Dünya Savaşı, kaotik dünya düzeni, dünya ölçeğinde yükselen otoriterleşme eğilimi gibi tespit ve çözümlemelerimize ilişkin kapsamlı yazılarımız okunabilir ya da hatırlanabilir.
Burada çok kısa bir hatırlatma bağlamında belirtmek gerekirse, 2000’lerin başından bugüne çeşitli yazılarımızda döne döne vurguladığımız gibi, üretici güçlerin ve teknolojinin bugün ulaştığı muazzam düzey, kapitalist özel mülkiyet ilişkilerinin dar çerçevesiyle bağdaşmıyor. Kapitalist üretim tarzı bir zamanlar sahip olduğu ilerletici barutunu yitirmiştir. Bu sistem çürümüş, yozlaşmış ve insanlık toplumunu kemiren kapitalist bir belâya dönüşmüştür. Kapitalizm insanın insan üzerindeki sömürüsünü, toplumsal eşitsizliği ve bundan kaynaklanan toplumsal yozlaşma ortamını ve doğanın katlini öylesine dayanılmaz boyutlara tırmandırmıştır ki, gezegenimiz adeta bir uçurumun kıyısındadır. Amerikalı sosyalist yazar Jack London’ın Doğu Londra’daki sefaleti görüp “Uçurum İnsanları” romanını kaleme aldığı yılların üstünden nice yıllar geçti ama bugün tüm kapitalist dünya, milyarlarca uçurum insanıyla dolu bir yer haline geldi. Kapitalizm artık sermayenin işçi haklarına küresel ölçekteki saldırısı ve küresel savaşlarla birlikte seyrediyor. Küresel kapitalizm, en büyük üretici güç olan insanı ve doğayı küresel ölçekte yıkımlara sürüklüyor. Bu belirtiler, kapitalist üretim tarzının üretici güçlerin gelişimini ve dünyanın varlığını tehdit eden bir tarihsel tükenmişlik noktasına dayanmış olduğunun ifadesidir. Ekonomik işleyişteki dönemsel iniş çıkışlar her ne olursa olsun, kapitalizm bir daha hiç genç olmayacak. Tam tersine, yaşlanan ve ölüme yüz tutan beden zoraki önlemlerle yaşatılmaya çalışıldığı ölçüde can çekişme süreci sancılı biçimde uzayacak.
Yine örnekse, emperyalist savaşlar konusunda yıllar öncesinden bu yana yaptığımız tespitler hatırlanabilir. Aslında Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki reel sosyalizmin (gerçekte sosyalizmle alâkası olmayan bürokratik rejimlerin) çöküşü sonrasında Rusya ve Çin gibi büyük güçler emperyalist sisteme eklemlendiler. Bununla birlikte, eski dünyanın hegemonu ABD’nin, Rusya ve Çin gibi yeni rakiplerle büyüyen rekabeti ve AB’yi güdümünde tutmaya çalışması temelinde emperyalist yeniden paylaşım savaşları gündeme geldi. 1991-1995 yılları arasında eski Yugoslavya’nın parçalanması için sürdürülen Balkan Savaşı, emperyalist yeniden paylaşımın öncüsü ve somutlanmasıydı. Daha sonra, 2001 Eylülünde ABD’nin İkiz Kulelerine şaibeli uçak saldırısını bahane eden ABD başkanı Bush, yeni dünya savaşının başlangıcını bir biçimde resmen ilan etti. Amerika’nın “uluslararası teröre karşı savaş” bahanesiyle Ortadoğu’da başlattığı savaş, aslında Amerikan emperyalizminin bu coğrafyayı kendi hegemon çıkarları temelinde biçimlendirmeye girişmesinin (BOP) ifadesiydi. 2003 yılında Irak’ın işgaliyle başlatılıp yıllar içinde diğer Ortadoğu ülkelerine yayılan savaş, 3. Dünya Savaşının birinci büyük evresini oluşturuyordu.
Biz o dönemden başlayarak, küreselleşen kapitalizm altında rakip emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşlarının, alan olarak bölgesel görünseler bile içerik olarak bir dünya savaşı niteliği kazandığını belirttik. Savaş araçlarının, savaş tekniklerinin ve biçimlerinin tarihin ilerleyişi içinde değiştiği noktasından hareketle, yeni bir dünya savaşının birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının bir tekrarı gibi cereyan etmeyeceğini vurguladık. Kendine özgü biçimde gelişen 3. Dünya Savaşının, bir bölgedeki yıkım sona ermeden bir başka bölgeye sıçrayan halkalar biçiminde birbirine eklenerek yayılma eğilimi gösterdiği, üzerinde durduğumuz başlıca hususlardan biriydi.
Bugün ABD’nin Suriye’de Baas rejimini yıkıp, Irak ve İran gibi ülkeleri listesine yazarak Ortadoğu’da yaygınlaştırdığı ve Pasifik’ten Grönland’a kadar geniş coğrafyaları sıraya dizdiği savaş halkaları, Rusya-Ukrayna savaşı ve muhtemel diğerleri de eklendiğinde, 3. Dünya Savaşı gerçekliğini en can yakıcı biçimde gözler önüne seriyor. Bu duruma bağlı olarak, günümüzde 3. Dünya Savaşından söz edenlerin sayısı da hızla artıyor. Bu gerçekliğe gözlerini kapatıp, hâlâ gelecekte eski dünya savaşları gibi bir savaşa dünya savaşı diyebilme aymazlığında olanlar içinse söylenecek sözümüz yok!
Açık ki, 20. yüzyıla damgasını basan SSCB ve ABD temelindeki iki kutuplu dünya ve soğuk savaş dönemi gerilerde kaldı. Sovyetler Birliği ve benzerlerinin çöküşünün ardından, dünya tümüyle kapitalist başka bir dünya oldu. ABD, Çin ve Rusya arasındaki hegemonya kapışması, Trump’ın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte yeni bir faza geçti. ABD, Rusya lehine Ukrayna savaşını sona erdirmek için sahneye çıktı. Trump bu hamlesiyle hem yükselen Çin tehdidini durdurmak hem de gelecekte olası bir Rus-Çin yakınlaşmasını engellemek için önaldı. 2003 Irak işgali kesitinde ve Biden’ın başkanlık döneminde Avrupa’yı yanında tutan ABD politikası, Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte yerini, AB’ye sırtını çeviren, onu kendi kaderine terk etmekten söz eden bir yaklaşıma bıraktı. Şimdilerde gözlerimizin önünde oluşan ABD-Rusya ittifakı, daha önce çeşitli vesilelerle yinelediğimiz üzere, emperyalist paylaşım savaşları dönemine eski ittifakların çatırdayıp yenilerinin kurulmasının eşlik ettiğini kanıtlıyor. Bu olgu yeni örnekleriyle somutlanmaya devam edecektir. Trump Amerikası’nın güç gösterileri geriletici bir faktör olsa da, İngiltere, AB gibi güçlerin bu duruma uysalca boyun eğip “emriniz olur padişahım” diyerek bir kenara çekilmeyecekleri açık olsa gerek. Bu temelde yeni gerilimler, çatışmalar ve savaşlar kapıdadır.
Trump diktatörlüğündeki ABD’nin hegemonyasını kanıtlama ataklarıyla birlikte dünya son derece belirsiz ve büsbütün kaotik bir dönemin içine girmiştir. Bazı yazarlar bu dönemi Trump liderliğine özgü bir dönem olarak tanımlıyorlar. Oysa “Trump’ın dönemi böyle” demek bir geçicilik beklentisi yaratır. Trump, tam da kapitalizmin bu kokuşmuşluk dönemine uygun diktatörüdür. Trump, Büyük Birader rolünde dünyaya biçim vermeye girişiyor. Charlie Chaplin’in “Büyük Diktatör” filmindeki Hitler gibi kendi keyfince dünyayla oynuyor. Günümüzde yaşadığımız gerçeklik, değişen dünya dengeleri, değişen ittifaklar, yükselen militarizm, ırkçılık, faşizm, milyarlarca insanı açlığa mahkûm eden savaş harcamalarıdır. Kitleleri ölüme sürükleyen modern silahlar, insanlığın hizmetine değil kapitalizmin çılgınlığına sunulan yeni teknolojiler, Elon Musk gibilerin elinde insanlık açısından korkutucu senaryolara konu olan yapay zekâlarla birlikte, mevcut durum dünya işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından büyük bir tehdittir. Vaktiyle “ya sosyalizm ya yok oluş” özdeyişiyle ifade edilen seçim noktası tam karşımızda duruyor!
Bu gerçekliğe rağmen günümüzde yaşananları geçici bir dönem diye algılayanlar, 20. yüzyılın görece barışçıl ve görece normal günlerine geri dönüleceğini hayal ediyorlar. Oysa o dönemler geçti ve dünün anormali bugünün normali oldu. Siyaset sahnesine bakalım ve zaten sürekli darbelerle parlamenter işleyişi kesintiye uğrayan ve bugün de faşizmin sultası altındaki Türkiye’yi bir kenara bırakalım. Fakat ABD’de ve Avrupa ülkelerinde bugün yaşananlar 20. yüzyılın kriterleriyle bakıldığında normal mi?! Bu ülkelerde bugün yaşananların yalnızca bir parantez olduğunu ve Avrupa’nın yeniden kapitalizmin örneğin 2. Dünya Savaşı sonrası “sosyal devlet” günlerine döneceğini düşünmek normal mi?! Köhnemiş ve eski burjuva demokrasilerini yitirmiş Batılı ülkelerin, mevcut burjuva düzenler içinde yinelenen seçimlerle daha iyi günlere, daha demokratik bir geleceğe ulaşacağını düşünmek normal mi?!
Eski dönemlerden alışık olunan, seçimlerle gelip seçimlerle giden, burjuva hukukuna ve kitlelerin tepkisine duyarlı tipten devlet başkanlarını günümüzde mumla aramak gerek. Zamanımız, “ben yaptım, oldu” diye böbürlenen diktatörlerin devri. Dünya üzerindeki milyarlarca insanın bu diktatörleri sevmediğini biliyoruz, onlara gönüllü rızalarının olmadığını da biliyoruz. Fakat onlar da zaten, bir zamanların zalim Roma İmparatoru Kaligula’nın “Nefret etsinler, yeter ki korksunlar!” deyişini hatırlatırcasına sevgiden ve rızadan değil, baskıdan ve korkutmadan medet umuyorlar. Aslına bakılacak olursa, hangi ülkede olursa olsun, işçi-emekçi kitleler “Artık Yeter!” diyerek isyana durduklarında bu diktatörlerin sonunun geleceği açık değil mi? Zaten egemenlerin büyük korkusu da işte bu ve kendi korkuları büyüdükçe kitleleri daha da yoğun bir baskı ve bezdirme politikasıyla korkutarak saltanatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bu gerçek görülmeli, zaman daralıyor. Kapitalizmin tarihsel açıdan artık tam bir çılgınlık dönemi içine girdiğini ve insanlık açısından kurtuluşun kapitalizmin yıkılmasına bağlı olduğunu kavrayabilmek için daha kaç kuşağın yaşamı heba edilecek? Artık günümüzde demokrasinin burjuva düzeni aşan muazzam bir değişimle, milyarlarca işçi-emekçinin gönüllü rızasını, iradesini, gerçek temsilini yansıtan yeni bir dünya düzeni ile kazanılacağını anlayabilmek için daha kaç milyon insanın işsizlik, açlık ve kanlı savaşlar girdabında yitip gitmesine göz yumulacak?
Türkiye’nin özgünlüğü
Pek çok yazımızda ele aldığımız üzere, emperyalizm, krize giren kapitalist sistemin askeri harcamaları alabildiğine yükseltip paylaşım alanlarında insanların yaşamını cehenneme çevirmesine ve sonra da yıkılan bölgeleri yeniden imar etme atılımı temelinde ekonomiyi canlandırma çabasına dayanır. Yani “yık ve yap”! Hem milyonlarca insanın yaşamını sona erdiren bombalar hem de yıkıntılar üzerindeki yeni inşaat hamleleri dünya zenginlerinin kârlarına kâr katıyor. Bu gerçekliğin en somut ve son örneği, ABD-İsrail ittifakının yıktığı Gazze’de, bu tiranların Filistinlileri kendi kadim yaşam alanlarından tehcir ederek buraları turistik sayfiye yerleri olarak yeniden yapılandırma planlarıdır. ABD’nin hegemonyasını dünya ülkelerine kanlı biçimde dayatan Trump ile Siyonist Netanyahu’nun İsrail yayılmacılığı temelinde kurdukları oligarşik ittifak, Ortadoğu haritalarını savaşlar eşliğinde yeniden çizme tutkusuyla Türkiye’yi çok ama çok yakından ilgilendiriyor.
Türkiye’de bir yanda rejimin artan baskıları diğer yanda Kürt sorununda kendini dayatan çözüm zorunluluğu temelinde biçimlenen güncel gelişmeler de işte böyle bir dünya düzeni içinde yer alıyor. Burada yeri gelmişken bir noktaya değinmekte fayda var. Türkiye’de işçi sınıfının savaşa, faşist rejime, rejimin Kürt sorunu temelinde yarattığı gerilimli ortama bakışı Avrupalı sosyalistler tarafından merak ediliyor, çeşitli sorular soruluyor. Bu sorular sorulurken atladıkları temel bir nokta var. Avrupalı sosyalistler, genelde, kendi ülkelerindeki büyük savaş ya da faşizm gibi dönemlerden hareketle Türkiye’de durumun ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Oysa Türkiye’nin tarihsel temelleri Avrupa ülkelerininkinden farklı ve devlet-toplum ilişkisi Türkiye’de tamamen başka bir temel üzerinde yükseliyor. İşçi sınıfı da bu toplumun bir parçası olduğuna göre, bu farklılık Türkiye’de işçi sınıfının devlet, milliyetçilik, otoriter rejim, faşizm vb. gibi gerçeklikler karşısındaki algısını farklı kılıyor. Avrupa’daki gibi özel mülkiyet temelinde gelişen bir kapitalizmin, buradan kaynaklanan burjuva devrimlerin yer almadığı Türkiye’de, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devletin biçimlenişi, mülkiyetle ve toplumla ilişkisi çok farklı. Türkiye’de yukarıda sıraladığımız tüm olgular, devletin Avrupa’da olduğu gibi toplumun içinden çıkıp biçimlendiği bir temel üzerinde yer almıyor. Türkiye’nin yer aldığı coğrafyanın tarihsel geçmişi Asya Tipi üretim tarzına dayanıyor. Burada özel mülkiyetten tutun sınıfsal yapılanmaya, siyasal biçimlenmelere dek çeşitli ekonomik-sosyal-siyasal olgular, önce devletin oluşup tüm toplum üzerinde egemen olduğu bir tarihsel temele dayanıyor. Örneğin Türkiye’de kapitalist özel mülkiyet, devletin izni, denetimi ve kayırması altında devlet mülkiyetinin çözülmesiyle ortaya çıktı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, Batı’daki gibi halk kitlelerini peşine takan bir burjuva devrimle değil, Osmanlı paşalarının başını çektiği tepeden bir “devrimle” gerçekleşti.
Osmanlı döneminde saraya dayanan bir devletlû sınıf ve bir de esasen tarımda onun emri altında vergiye tâbi reaya vardı. 1923’te kurulan Cumhuriyet bu yapıyı devraldı, sarayın yerine tek parti egemenliğine dayanan “devlet cumhuriyeti”ni geçirdi. Kapitalistleşmeyle birlikte reaya Avrupa’da yaşanan devrimci altüslükleri yaşamadan kuşak-kuşak köyden kente göçerek işçi oldu. Bu kapitalist yapılanma, Osmanlı döneminin Asyatik üretim tarzının ürünü olan egemen devlet zihniyetini bir biçimde dünden bugüne taşıdı. Geçmişin reayası Batı’daki gibi halk kitlelerini ayağa kaldıran büyük devrimleri yaşamadan işçileşti.
Bu gerçekleri kavrayan kesimler bir yana, Türkiye’de devlet büyük çoğunluk tarafından hâlâ eski dönemlerdeki gibi kadir-i mutlak bir egemen olarak hissedilir. Türkiye tipi sözde burjuva demokrasisi dönemlerinde de, açık baskıcı faşist iktidar dönemlerinde de, bizde halk çoğunluğu nezdinde devlet her şeydir, kendisinden çözüm beklenendir, ona zeval gelmemelidir vb. Batılı ülkelerin kapitalist gelişme tarihine bakıldığında, siyasal altüstlük dönemlerine iki temel sınıf, burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf savaşlarının damgasını bastığı görülür. Türkiye’de ise pek çok büyük siyasal kırılma noktasında, devlet içindeki farklı güçlerin, dış dengelerin de etkisi altında yürüyen cinsten bir sınıf savaşı yer alır. Örnekse, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri hatırlanabilir. Daha yakın tarihlere gelecek olursak, 2002 seçimlerinde daha öncesinin koalisyon partilerini sandığa gömerek iktidar olan AKP’nin oluşumu da benzer bir gerçekliği yansıtır. Keza 2016 yılında sivil bir darbeyle Türk tipi parlamenter sistemden faşist bir başkanlık sistemine geçiş de, devlet içinde cereyan eden kapışma ve yeni ittifakların sonucudur.
Türkiye’de siyasal ve sosyal olguları bu değindiğimiz gerçekleri hesaba katarak irdelemek gerekir. Örneğin Batılı ülkelerde milliyetçilik, burjuva egemenlerin topluma ve işçi sınıfına özel örgütlenmeler ve burjuva-küçük-burjuva partiler eliyle empoze etttiği bir belâdır. Türkiye’de ise devletin topluma dikte ettiği milliyetçi ideoloji, farklı iktidarlar dönemine bağlı olarak, Kemalist ya da siyasal İslamcı kılıklara bürünse de, esasen devleti kutsayan ve topluma devlet aygıtlarıyla dayatılan niteliktedir. Şayet devlet milliyetçi söylemi alabildiğine yükseltiyorsa, toplumun neredeyse çoğunluğu devlete sadakati nedeniyle milliyetçi söylemi benimser. Yani bizdeki milliyetçilik devlet milliyetçiliğidir. Bir başka örnek olarak Türkiye’de faşizm konusunu ele alabiliriz. Bu konuda da Batılı ülkelerde yaşanan faşizm örneklerine oranla çok önemli farklılıklar bulunabilir. Açıklamaya çalıştığımız üzere, Türkiye’de devletin Batılı ülkelerden farklı yapılanması nedeniyle, siyasal rejimlerin biçimlenişinde de hep “tepeden kuruluşlar” esas olmuştur. Örneğin 12 Eylül 1980 askeri-faşist rejiminin kuruluşu tepeden bir askeri-devlet darbesiyle gerçekleşmiş, çözülüşü de o zamanki dünya dengelerine bağlı olarak yine devlet tarafından “tepeden kontrollü” biçimde yürütülmüştür. Türkiye’de onlarca devrimciyi idam sehpalarında sallandıran, faili meçhullerle katleden, binlerce sendika görevlisi işçiyi ve devrimci insanları hapislerde işkenceler altında çürüten 12 Eylül faşist rejimi, ne yazık ki bir halk ayaklanmasıyla yıkılmamıştır. Batılı ülkelerde olduğu gibi tarihinde burjuva devrim ya da büyük işçi ayaklanmaları deneyimi olmayan Türkiye işçi sınıfının tarihine bu da negatif bir faktör olarak yazılmıştır.
Daha yakın tarihlere bakalım. 2000’ler boyunca Türkiye siyasal yaşamına damgasını vurmuş olan AKP iktidarının yıllar içinde geçirdiği değişimi çözümleyen yazılarımız hatırlanabilir. Önemli dönemeç noktalarını çok kısaca sıralayalım. 2002 seçimleriyle iktidara gelen AKP’nin ilk döneminde AB’ye katılım tartışmaları ve buna bağlı olarak gündeme getirilen uyum yasaları, bu ortamın yaydığı demokratikleşme hayalleri ve ardından bu hayallere kapılanları hüsrana uğratan bir gericileşmenin gerçekleşmesi. 2013 sonrasında rejimin Bonapartlaşması ve nihayet 2016’da 15 Temmuz darbe teşebbüsü bahanesiyle gerçekleştirilen gerçek bir sivil-devlet darbesiyle tesis edilen faşist rejim. Bunlara ek olarak, Türkiye kapitalizminin özellikle yeni milenyumda dünya ile entegrasyonunda yaşadığı gelişmeler neticesinde Türk egemenlerinin emperyal ihtiraslarının kabarmasına, alt-emperyalist bir ülke konumuna gelen Türkiye’nin AKP iktidarı altında bir bölge gücü olarak sergilediği yayılmacı maceralara dair analizlerimiz de hatırlanabilir.
Pek çok konuda Batılı ülkelerle farklı tarihsel-siyasal özelliklere sahip olan Türkiye’de sivil ve devlet sözcüklerinin ima ettiği anlamlar da aynı değildir. Burjuva devrimlerini yaşamış ve feodalizmden kapitalizme geçmiş Batılı ülkelerde ya da kapitalist temellerde gelişmiş ABD’de, örneğin sivil toplum denildiğinde, toplumun devlet otoritesi dışında kendi inisiyatifiyle biçimlendirdiği alanlar, hükümet dışı örgütlenmeler vb. anlaşılır. Bu açıdan bu ülkelerde bir siyasal oluşumu tanımlamak için sivil ve devlet sözcüklerinin yanyana getirilmesi biraz absürd olur. Bizde ise hiç de öyle değildir. Örneğin Türkiye’de 2016 yılında kurulan faşist rejim, vitrinin önünde halkın oyuyla seçilmiş bir iktidarın görünmesi nedeniyle 12 Eylül askeri-faşist rejimine kıyasla sivil-faşist bir rejimdir. Ancak bu rejim de Batılı anlamda sivil-faşist bir rejim değildir. Bu rejimin kuruluşu, 2002 yılında seçimle işbaşına gelen AKP iktidarının 2013 sonrasında adım adım devlet destekli (Ergenekoncular, MHP vb.) manevralarla faşist bir rejime dönüşümünü ifade eder. Bu açıdan Türkiye’de “devletin askeri-faşist rejimi” ve “devletin sivil-faşist rejimi” diye mecburen tuhaf bir ayrım yapmak yanlış olmaz.
Keza Türkiye’nin farklı yapısı nedeniyle burjuva partilerinin hepsi de, aralarında nüanslar olsa da, kendi kutsal devletlerinin politikasına bağlıdır. Bu partiler parlamenter işleyişi katleden faşizm dönemlerini de Batı’daki burjuva demokratlarının algıladığı şekilde faşizm olarak algılamaz, devletin o dönem gerekli politikası diye algılar. En çarpıcı örnek, gerek Kılıçdaroğlu gerek Özgür Özel başkanlığı altındaki CHP’nin mevcut rejim karşısındaki tutumudur. Zaten bu durum, özellikle kent-soylu kitlelerin büyük yanılgılarının da kaynağıdır. CHP sosyal demokrat bir parti değildir, bir devlet partisidir. MHP’nin ve liderinin ne olduğu zaten bellidir. Ne var ki, CHP konusunda sol kesimlere kadar yayılan yanlış kavrayışlar dün de bugün de muhalif kesimlerin faşizme karşı mücadele etmek yerine boş beklentilerle yıllarını yitirmesine yol açmıştır, açmaktadır. Evet, devlet içindeki kapışmalar, değişen dış dengelere de bağlı olarak mevcut iktidarlara son verebilir ve bir yenisinin kurulmasına yol açabilir. Fakat şurası iyi bilinmelidir ki, Türkiye tarihi boyunca siyasal altüstlüklere damgasını vuran devlet içi kapışmalar hiçbir zaman topluma demokrasi getirmemiştir, getirmeyecektir! Bugün de, devlet içinde örneğin dışa yansıdığı kadarıyla Bahçeli ve Erdoğan arasında bazı gerilim hatları ve her ikisinin kafasında farklı planlar olabilir. Fakat bu durumdan işçi sınıfına da, Türk ve Kürt emekçi kitlelere de hayırlı bir sonuç çıkması mümkün değildir. Bunun en yakın ve somut örneği, devlet tarafından adı konulmamış bir süreçte bir yandan Kürtler arasında barış umutları yeşertilirken, diğer taraftan AKP iktidarının gözdağı verircesine yürüttüğü kayyumlar, gözaltılar ve tutuklamalar furyasıdır. Siyasi yaşamda bir kuraldır, iktidarın karşısındaki muhalefet olarak bağımsız şekilde örgütlü ve güçlüyseniz, devlet içindeki kapışmalardan kendi lehinize bazı sonuçlar elde edebilirsiniz. Aksi halde onların kavgası arasında yolunuzu kaybeder, istemeden de olsa şu ya da bu devlet planının peşine takılıverirsiniz. O nedenle çözümleri ya da demokrasiyi devlet içindeki farklı kliklerin kapışmasından beklemek tam bir aymazlıktır.
Özetle vurgulayacak olursak, Türkiye’de devlet, parlamenter işleyiş dönemlerini de, faşizm dönemlerini de topluma “devlet öyle istiyorsa, öyle olmalıdır” zihniyetiyle benimsetmiştir. İşçi sınıfının bu devletçi anlayıştan yakasını kurtarabilmesi için bilinçli ve örgütlü olması gerekir. Ama ne yazık ki sınıfın kitle örgütü olan sendikaların da, işçi sınıfı adına hareket eden sosyalistlerin de önemli bir kısmı farklı dönemlerde farklı şekilllere bürünen ve farklı beklentiler yaratan bu “devlet egemen” anlayıştan kendilerini kurtarabilmiş değillerdir. Sınıf devrimcileri açısından görev bellidir, işçi sınıfı içinde çalışarak sınıfın bilinçli ve örgütlü öncü kesimini yaratmak ve sınıfın mücadelesini devletin ve burjuva partilerin prangasından kurtarmak şarttır.
Olumsuz faktörler
Türkiye topraklarında dinamik ve örgütlü bir güç olarak çeşitli düzeylerde ulusal kurtuluş mücadelesi yürüten Kürt hareketi bir yana konacak olursa, bunun dışında genel sosyalist hareket olarak ne yazık ki düzeni sarsan bir mücadeleden söz edebilmek henüz mümkün değil. Kuşkusuz bu duruma yol açan çeşitli nedenler var. Bunların başında, Türkiye sosyalist hareketinin büyük bölümünün geçmişten bugüne üzerine bulaşmış olan devletçi-Stalinist görüşlerin gerçek bir düzen karşıtı mücadele anlayışını köreltmesi geliyor. Buna ek olarak öncelikle 1980 12 Eylül faşizminin geriletici, çözücü etkileri asla unutulmamalı. Ardından sosyalist çevreler tarafından yıllarca reel sosyalizm olarak kabul edilen Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki bürokratik rejimlerin çöküşü gerçekleşmiştir. Bu çöküşün yıllarca Stalinizmin ideolojik etkisi altında biçimlenmiş sol ve sosyalist çevreler üzerinde yarattığı hayal kırıklığı, düşünsel ve örgütsel dağılmayı misliyle arttıran bir faktör olmuştur. Sosyalizmle ilgisi olmayan yapılanmaları yıllarca sosyalizm olarak kutsama çarpıklığıyla yüzleşmemenin, bu gerçeklikle hesaplaşmamanın getirdiği acz, günümüzdeki sosyalist çevrelerin çoğunluğunun ideolojik ve düşünsel olarak geçmişe saplanıp kalmalarının, kendilerini yeni bir dönemin gerekleri temelinde yapılandıramamalarının ve bu anlamda eskimelerinin zeminini oluşturuyor.
Geçmiş dönemden günümüze yenilenmeden sürüklenmenin yol açtığı büyük gerileme, devrimci mücadele ve örgütlenme anlayışını yitirmek ve bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak reformizme, parlamentarizme kaymak olarak somutlanabilir. Örgütsel bağlamda bu kayışların karşılığını, günümüzde en zayıflatıcı sonuçlarıyla gözler önünde olan bir “örgütsüzlük içinde örgütler” görünümü oluşturuyor. Uzatmaya gerek yok, eski tarihlerde işçi sınıfının devrimci örgütlenmesine damgasını vuran düzene boyun eğmeyen örgütlenme anlayışı demode kabul edilmiş ve yelkenler legalizm rüzgarlarıyla şişirilmiştir! Bunun dışında, sözde bir düzen dışı örgütlenme ve mücadele anlayışıyla yola çıktığına inanıp, olsa olsa kerameti kendinden menkul sektler yaratmaya varan sınıftan kopuk küçük toplulukları ise anmaya bile gerek yok.
Bu can sıkıcı tablonun sonucu, Türkiye sosyalist hareketinin büyük bölümünün içinde yaşadığı dünyayı ve ülkeyi doğru biçimde tahlil edemeyişidir. Bunun çarpıcı örneklerinden birini, söz konusu çevrelerin, karşısında mücadele yürüttüklerini iddia ettikleri rejimin niteliğini kavramaktan ya da kabul etmekten uzak oluşları oluşturuyor. Rejimin faşist niteliği kabul edilmedikçe, ona karşı anlamlı bir mücadele yürütmeye hazırlanmak da asla mümkün olamaz ve olmayacaktır. Hatırlayalım, büyük yanılgılar bir yana, 20. yüzyılda dünya devrimci hareketinde hiç değilse faşist rejimlerin tahlili ve bu tür rejimlere karşı anti-faşist mücadele anlayışı egemendi. Günümüzde ise, faşist rejim gemi azıya alırken burjuva muhalefet partilerinin açtığı oyalama yolunda hedefini kaybedip, parlamentarizme kayma ve faşizmin düzenlediği seçimlerle faşist rejimden kurtulma aymazlığı gerçek bir mücadele hazırlığını engelliyor.
Kurtuluş Devrimci Mücadelede
Çürümüş kapitalizm toplumu da çürütüyor ve böyle bir kapitalizmin hizmetindeki teknoloji de medya da insanları uyuşturarak, aptallaştırarak daha iyi bir gelecek için mücadele etme istek ve inancını köreltiyor. Tarihsel açıdan köhnemiş kapitalizmin baskılar, yolsuzluklar ve entrikalar aracılığıyla kendini ayakta tutma çabası, sosyal ve siyasal yaşamı inanılmaz bir pislik çukuruna dönüştürüyor. Türkiye örneğine bakacak olursak, bu pislik faşistleşmiş burjuva düzenin paçalarından misliyle daha fazlasıyla akıyor. Ekonomik krizin yükünün omuzlarına yüklendiği işçi ve emekçi kitlelerin içine sürüklendiği acı verici yoksulluğun yanı sıra, egemen güçlerin Ortadoğu’da emperyal emeller ve Kürt düşmanlığı temelinde giriştiği haksız savaşlara giden milyarlarca liralar yine aynı kitlelere büyüyen yoksulluk ve yitirilen canlar olarak geri dönüyor. Mafyalaşmış düzen her türlü yolsuzluğuyla, insanların gelecek umudunu söndüren yozlaştırıcı etkisiyle, en ufak muhalefeti baskılarıyla yok etmeye çalışarak yaydığı korku iklimiyle toplumu dibin dibine çektikçe çekmeye devam ediyor. Bu pislik çukurundan işçi-emekçi kitlelerin devrimci bir başkaldırısı olmadan kurtulmanın yolu yok, yok!
Düzenin efendilerinin, yardakçılarının, bu düzenden nemalananların, kitlelerin devrimci mücadelesinden ölesiye korktukları açık bir gerçek. Fakat ne yazık ki, mevcut düzenden hoşnutsuz kitleler de kendilerine acıdan, yoksulluktan, umutsuzluktan başka bir şey vermeyen bu düzene ancak devrimci bir mücadele sayesinde son verilebileceği çağrısına pek de kulak vermiyor, bunu gerçekçi bulmuyorlar. Kokuşmuş kapitalist düzene karşı devrimci mücadeleyi başlatıp ilerletebilecek örgütlü bir işçi sınıfının henüz ufukta görülmediği günümüz koşullarında bu durumu belki de çok yadırgamamak gerek. İyi de, yine de onlara sormamız gerek, gerçekçilik nedir? Yoksulluk girdabında çocuklarını doğru dürüst doyuramayan milyonların boş hayallerle yaşamlarını yitirip gitmelerini beklemek mi gerçekçilik? Belki bir şeyler kazanırım umuduyla kumar, bahis, coin tuzaklarına kapılıp borç batağına saplanarak her şeyini, ailesini ve belki de neticede yaşamını yitirip giden binlerce işçinin-emekçinin dramını öylesine seyredip durmak mı gerçekçilik? Ya da bütün bunlar belki değiştirilir umuduyla kurtuluşu yine düzen içi güçlerden, devlet içindeki kapışmalardan, burjuva partilerin seçim oyalamacalarından beklemek mi? Hayır, vicdanını ve ülkesinin daha iyi bir gelecek hakettiğine inancını, emekçi insanlara saygısını yitirmemiş herkes açısından asıl gerçekçi olmayan budur! O halde bırakın da, devrimci mücadele gibi gerçekçi bir işe bir yerinden başlansın ve bu yolda yürünsün!
Devrim, onun uğrunda zahmetli bir hazırlık çalışması yürütmeden, işçi sınıfının öncü unsurları devrim fikriyle donatılıp örgütlenmeden, bu yolda ilerleme sağlanmadan günün birinde aniden gökten zembille inecek bir şey değildir. Kapitalizmin pisliğini ancak devrim temizler demek, hemen bugün devrime çağrı demek de değildir. Çok iyi biliyoruz ki devrim iradî bir sorun değildir. Ona hazırlanmak gerekir. Bunun da nesnel ve öznel koşullara bağlı olarak çeşitli evreleri vardır. Ve evrelerin somutluğuna bağlı olarak, bu hazırlığın biçimi, taktikleri vb. değişir. Bu gerçekleri bilen sınıf devrimcileri, bu doğrultuda önlerine somut bir hedef olarak işçi sınıfı içinde hazırlık çalışmasını koyarlar.
Marksist Tutum, geçmişten dersler çıkartmış, 21. yüzyıl dünyasını kavramış ve bunun bilinciyle donanmış işçi sınıfı devrimcilerinin çizgisidir. Devrimci mücadele, işçi sınıfının örgütlü gücünün devrimi gerçekleştirmesi hedefiyle, yaşamını sabır ve azimle mücadele yıllarına adayanların yürütebileceği bir iştir. Bu anlamda, bu yolda yürüyen her bir kuşaktan sınıf devrimcileri, tıpkı bir yapının temelini kazmaktan harcını karmaya, tuğlalarını sabırla örmekten iç detaylarını incelikle yerleştirmeye varana dek devrimin gerçekleştirilmesine katkıda bulunanlardır. Bu mücadele uzun soluklu bir mücadeledir ve yaşam soluğunu bunu bilerek buna göre ayarlamak şarttır. Devrim mücadelesini, devrimin fiilen gerçekleştiği anı görmek olarak kavrayıp devrimci örgütlenmeye bireysel bir sabırsızlık temelinde yanaşanlar ise, nasıl yanlış biçimde geldilerse ondan daha fazla yanlış biçimde bu mücadeleden kaçmaya namzettirler.
Yazımıza, içinden geçtiğimiz döneme Türkiye açısından da damgasını vuran kanlı Ortadoğu paylaşımının başlangıcında, ABD emperyalizminin Irak işgali ardından kaleme aldığımız satırlarla son verelim. “Tarihin hiçbir döneminde, örgütsüz kitleler sömürücü sınıf tiranlıklarını yerle bir edemediler. Bu gerçek bugün de aynen geçerlidir. İnsanlığı kapitalist düzenin yaktığı cehennem ateşlerinden kurtarabilecek yegâne güç işçi sınıfının örgütlü gücüdür. Bu zalim sömürü düzenine ancak işçi ve emekçi kitlelerin aktif mücadelesi son verecektir. İşçi sınıfının öncülüğünde harekete geçecek olan milyonlar, yer küremizde gerçekten özlemi çekilen yeni bir düzeni, savaşsız, sömürüsüz ve sınıfsız bir yaşamı var edebilirler.”[*]

link: Elif Çağlı, Bu Pisliği Ancak Devrim Temizler, 20 Şubat 2025, https://marksist.net/node/8449
Alman Faşizmi ve “Zorunlu İşçilik” Adı Altında Kölelik