

İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal koşulları ve kazanımları açısından bakıldığında belirleyici olan her zaman sınıf mücadelesi olmuştur. Sendikal ve siyasal örgülülükleri zayıflayan işçi sınıfının en ağır sömürü koşullarına maruz bırakılmasının önünde hiçbir engel yoktur. Bu yüzden, özü zaten ücretli kölelik olan kapitalizmin, faşizm altında çıplak köleliğin yaygın ve aleni biçimde uygulandığı kanlı bir kıyım makinesine dönüşebildiğinin en acı örneklerini yaşamıştır insanlık. Marx, “sermayenin doğası, gelişmiş biçimlerinde ne ise gelişmemiş biçimlerinde de odur” der Kapital’de. Nitekim Alman faşizmi, 19. yüzyılın sonlarında köleliğin resmen yasaklanmasının ardından, 20. yüzyılın ortasında, “uygar Avrupa”nın göbeğinde köleliğin en vahşi örneğini hayata geçirmiştir. Faşist rejim, milyonlarca genci savaşa sürerken, savaş esirlerini ve hapishanelere tıkılan milyonlarca insanı da köle olarak işe koşmuştur. Öyle ki, Nazi döneminde “zorunlu çalışma” adı altında köle olarak çalıştırılan insanların sayısı 26 milyona ulaşmıştır. Bunların yarısı Almanya içindeki tutsaklardan, diğer yarısı ise işgal edilen yerlerden getirilen savaş esirlerinden ve “zorunlu işçi”lerden oluşmaktaydı.
1936’dan itibaren savaş hazırlıklarını hızlandıran ve İkinci Dünya Savaşına ilerleyen süreçte ekonomiyi tümüyle militarize eden Nazi iktidarı, savaşın başladığı 1939 yılından itibaren giderek artan bir işgücü açığıyla karşı karşıya kalmıştı. Aslında bu durum çok daha öncesinden hesaplanmış ve çeşitli planlamalara girişilmişti. Örneğin kadın emeğinin kullanımına ilişkin Nazi politikasında 1937’de köklü bir değişikliğe gidilmişti.
Büyük bunalımın yıkıcı etkileri yaşanırken iktidara gelen Naziler, önceleri işsizlikte yaşanan patlamanın önüne geçmek için kadınları işgücünden çekerek, onlardan boşalan işleri erkek işçilerle doldurma politikası izlemişlerdi. Bu politikanın kadınlara sunulan yüzü, ailenin ve anneliğin kutsanmasıydı. Goebbels, 1934 yılında yaptığı bir konuşmada kadınlara “sizin göreviniz milli soyun geleceğini garantiye almak için en az dört çocuk yapmaktır” diye sesleniyordu. Bu doğrultuda yoğun bir propaganda kampanyası başlatılmış, özellikle eğitimli kadın işgücünün çalışma olanakları giderek daraltılmıştı. Kadın devlet memurlarına, akademisyenlere, doktorlara, öğretmenlere, avukatlara vb. evin yolu gösterilmişti. Ne var ki emperyalist savaş hazırlıklarının hızlanmasıyla birlikte Nazilerin kadın politikasında da buna uyumlu değişiklikler yapılmaya başlandı. 1937’de çıkarılan bir yasayla kadınlara Nazilerin “ekonomik mucize”sine yardımcı olmak için fabrikalarda yurtseverce çalışabilecekleri söyleniyordu. Bu politika kısa sürede, çalışan işgücü içinde kadınların oranının %30’lara yükselmesiyle sonuçlanacaktı. Evliliği teşvik yasası da aynı yıl kaldırılacaktı. Nazi rejiminin hummalı silahlanma politikası, sanayinin neredeyse tamamını askeri üretime tabi kılmıştı. 1939 ile 1940 yılları arasında 4,4 milyon Alman işçisi ekonomiden çekilip cepheye sürülünce işçi ihtiyacı kendisini son derece yakıcı biçimde gösterecekti. Bu yüzden kadınlar da ordunun geri hizmetlerinde, fabrikalarda ve tarlalarda işe koşulacaktı.[1] Fakat savaş ekonomisinin ihtiyacını karşılamak için bu yeterli olmayacaktı.
Polonya’nın batısının 1939 Eylülünde işgal edilmesinin ardından, yaklaşık 300 bin Polonyalı asker Almanlara esir düştü. Cenevre Sözleşmesi savaş esirlerini güvence altına alıyordu ama Nazi canavarlar hiçbir hukuk tanımadıkları gibi uluslararası savaş hukukunu da tanımadılar. Bunun yanı sıra, Polonya’daki tüm işçi örgütlerini lağvettiler, iş yasalarını yürürlükten kaldırıp bunun yerine kararnamelerle yeni bir çalışma rejimi oluşturdular. Birkaç hafta içinde, 18-60 yaş arasındaki tüm Polonyalıların “zorunlu kamu emeğine” tabi tutulacağını belirten bir yasa çıkarıldı. Bunun anlamı Polonya vatandaşlarının, tüm devlet işletmelerinde, yol ve köprü yapımında, inşaatlarda, taş ocaklarında, demiryollarında, belediye işlerinde, tarım işletmelerinde vb. son derece düşük ücretlerle çalışmak zorunda olmalarıydı. Faşist rejim, bu işgücünü Almanya’da kullanmak için “gönüllü” işçi alımları da yapmaya başladı. Oluşturulan çalışma bürolarına başvurarak üç ilâ altı aylık sözleşmelerle Almanya’ya giden bu işçilerin sayısı bir yıl içinde 1,3 milyona ulaşacaktı.[2] İlk başlarda daha iyi ücret alma vaadine kanıp Almanya’ya gelen yabancı işçiler, kısa süre sonra, sabahtan akşamın geç saatlerine kadar karın tokluğuna çalıştırılan kölelere dönüşeceklerdi. Çalıştıkları yerler dışında Almanlarla konuşmaları yasaktı. Giysilerinin üstünde Polonyalı olduklarını gösteren “P” rozeti takmak zorundaydılar; tıpkı Yahudilerin Davut yıldızı takmak zorunda olmaları gibi.
1941 yazında Polonya’nın doğu yarısının yanı sıra Ukrayna, Estonya, Litvanya, Letonya, Belarus ve Rusya’nın bazı bölgelerinin ele geçirilmesiyle birlikte bu politika işgal edilen tüm Doğru Avrupa topraklarında uygulanmaya başlandı. 16-60 yaş arasındaki kadın, erkek tüm işgücü kayıt altına alındı ve işe koşuldu. Bunlar sözde ücretli işçilerdi, ama ücret miktarları, çalışma koşulları, yiyecek kotaları ve kalitesi süreç içinde sistematik olarak kötüleştirildi.
En korkunç koşullarda olanlar Yahudiler ve Sovyet savaş esirleriydi. Bunlar mola vermeden, son derece az miktarda besin verilerek uzun saatler boyunca çalışmak zorunda bırakılıyorlardı. Buna karşı gelenler anında öldürülüyordu. Bu sınırlı beslenme ve ağır çalışma koşullarına uzun süre dayanmaları da zaten olanaksızdı. 1941 sonbaharına gelindiğinde, maruz bırakıldıkları sistematik açlık ve ağır çalışma koşulları nedeniyle bunların sayıları giderek azalmaya başladı. Cephedeki gerileme işgücü kıtlığını iyice yakıcı hale getirdi. Bu yüzden Naziler Almanya’da altı aylık çalışma karşılığında yüksek ücretler, ek gıda erzakları ve daha iyi konut vaadiyle Doğu Avrupa’dan gönüllü işçi toplamaya başladılar. Fakat kısa süre sonra bu sözlerin hiçbirinin yerine getirilmediği görüldüğünde gönüllülerin sayısı azaldı. Bunun üzerine altı ayı dolduranların geri dönmelerine izin verilmemeye başlandı. 1942 Martında ise işgal altındaki Doğu Avrupa’dan zorla işçi toplamaya ve zorla çalıştırmaya dayanan yeni bir işçi politikası uygulamaya sokuldu. Çok geçmeden iş, Almanya’da çalışmaya ya da cepheye gitmemek için direnenlerin ve kaçanların evlerini, çiftliklerini yakmaya, ailelerini toplama kamplarına göndermeye kadar vardırıldı. Öyle ki, 1939-1941 yılları arasında Polonya’da sözleşmeli gönüllü işçiliğe dayalı bir işçi programı olarak başlayan şey, 1943-1944 yılları arasında Doğu Avrupa genelinde korkutma, fiziksel güç, şiddet, evlerin yıkılması ve bazen tüm köylerin yok edilmesiyle karakterize olan bir zorunlu çalışma rejimine dönüşmüştü.[3]
1944 Ağustosuna gelindiğinde, “Büyük Alman İmparatorluğu” topraklarında, resmi olarak kayıtlı 7,6 milyondan fazla “yabancı işçi” vardı ve bu toplam işgücünün dörtte birini oluşturuyordu. Bunlardan 5,7 milyonu zorla çalıştırılan sivil işçilerken 1,9 milyonu savaş esiriydi. İşçiler yaklaşık yirmi farklı Avrupa ülkesinden getirilmişti. Ama çoğunluğu üç ülkeden gelenler oluşturuyordu: 2,8 milyonu Sovyetler Birliği’nden, 1,7 milyonu Polonya’dan, 1,3 milyonu Fransa’dan. Rus ve Polonyalı işçilerin yarısından fazlası, yaş ortalaması 20’nin altında olan kadın işçilerden oluşuyordu.
“Zorunlu çalışma” politikası Almanya’daki çalışma sistemini bütünüyle değiştirmişti. Bugün siyasal olarak pek demokrat, sosyal sorunlar karşısında pek duyarlı görünen anlı şanlı onlarca tekelin de aralarında bulunduğu Alman büyük burjuvazisi, hem savaş sanayiinin yarattığı olağanüstü kârları hem de “zorunlu çalışma” adı altındaki köle işgücü kullanımını büyük bir nimet olarak görüp bundan savaşın sonuna kadar faydalanacaktı.
Savaş ekonomisinin ve köle emeğinin ihya ettiği Alman tekelleri
1942 baharında, Auschwitz yakınlarında inşa edilen I.G. Farben (Interessengemeinschaft Farbenindustrie) fabrikası, toplama kamplarındaki tutsaklara dayanan üretim modelini hayata geçiren önde gelen örneklerden biriydi. I.G. Farben, 1925’te altı Alman şirketinin birleşerek oluşturdukları bir tekeldi. Nazi döneminde Avrupa’nın en büyük şirketi ve dünyanın en büyük kimya ve ilaç şirketi haline gelen I.G. Farben, işlenen savaş suçlarının da en büyük sorumlularından biriydi. Nazi döneminde böylesine büyük bir zenginliğe sahip olmasının temel kaynağı elbette devletle ve SS’le yaptığı kontratlardı. Toplama kamplarında imha amaçlı kullanılan zehirli gazın üreticisi de I.G. Farben’di.
IG Farben’in en büyük kurucularından biri olan ünlü ilaç ve kimya şirketi Bayer’in web sitesindeki tarihçede[6] bu döneme ilişkin anlatılanlara bakalım:
“Nasyonal Sosyalist hükümet 1936’dan beri sistematik olarak savaşa hazırlanıyordu. İkinci Dünya Savaşı nihayet 1939’da patlak verdiğinde, Aşağı Ren işletme konsorsiyumunun tesisleri, savaş çabası ve Alman ekonomisi için hayati önem taşıyordu. I.G. Farben için ekonomik çıkarlar muazzamdı. Yeniden canlanma ve artan üretim fırsatını görüyordu. Fakat aynı zamanda, erkek iş gücünün büyük bir kısmı askerlik hizmetine alınıyordu.”
“1940’tan itibaren I.G. Farben, Aşağı Ren işletme konsorsiyumundaki üretim kapasitelerini muhafaza etmek ve genişletmek için Avrupa’nın işgal altındaki ülkelerinden getirilen zorunlu işçileri giderek daha fazla kullanır. Bu işçiler zaman zaman iş gücünün üçte birini oluşturur. Savaş sırasında Aşağı Ren tesislerinde yaklaşık 16.000 kişi çalıştırılır. Bunlardan binlercesi, çoğunlukla Polonya, Ukrayna ve diğer doğu Avrupa ülkelerinden olup, insanlık dışı ve ayrımcı koşullar altında iradeleri dışında çalışmaya zorlanır. En gençleri 14, en yaşlıları ise 50 yaşın biraz altındadır.”
Zorunlu işçi adı altındaki köle işgücü kullanımının sanayide nasıl kilit bir rol oynadığını gösteren bu ifadeleri, aşağıdaki korkunç satırlar izliyor:
“İkinci Dünya Savaşı sırasında ve 1941’den başlayarak, I.G. Farben, savaş ekonomisinin önemli bir parçası olan sentetik bir kauçuk olan Buna’yı üretmek için Auschwitz toplama kampının hemen yakınına bir kimya fabrikası inşa ettirir. Şirket, Alman kalifiye işçilere ek olarak, fabrikayı inşa etmek için Auschwitz toplama kampından binlerce mahkûmu da kullanır. Onlara Avrupa’nın her yerinden savaş esirleri ve zorunlu işçiler katılır. O dönemde Üçüncü Reich’ın en büyük inşaat sahasındaki işçileri barındırmak için I.G. Farben, 1942’de Nazi rejimiyle işbirliği yaparak şirketin kendi Buna-Monowitz toplama kampını inşa etmeye başlar. Çok sayıda işçi, insanlık dışı yaşam ve çalışma koşulları nedeniyle ölür veya artık çalışamayacak duruma geldiklerinde yakınlardaki Auschwitz-Birkenau gaz odalarında öldürülür. Mahkûmların yaşam beklentisi dört aydan azdır ve sadece inşaat alanında 25.000’den fazla kişi hayatını kaybeder.”
Faşist rejimin savaş politikalarından ve sermayenin hizmetine sunduğu köle emeğinden fazlasıyla faydalanan şirketlerden biri de Siemens’ti. Almanya’nın sembol şirketlerinden biri olan Siemens’in web sitesindeki şirket tarihçesinde de Nazi rejimi altındaki 1933-45 arası döneme yer verilmiş.[7] Buradaki anlatı da Nazi faşizminin yarattığı savaş ekonomisinden tekellerin nasıl devasa kârlar elde ettiklerini ve bu durumdan son derece memnun olduklarını gösteriyor:
“Alman elektrik endüstrisi –ülke ekonomisinin geri kalanı gibi– Nazilerin 1933’te iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra başlayan yükselişten kâr etti. Naziler altında, Alman ekonomisi 1930’ların ortalarından II. Dünya Savaşının sonuna kadar belirgin bir şekilde büyüdü. Bu büyüme neredeyse tamamen devletin silahlanma kontratlarına dayanıyordu. Alman elektrik endüstrisinin lideri olarak Siemens’in geliri –diğer büyük şirketlerinki gibi– 1934’ten itibaren sürekli arttı ve savaş yıllarında zirveye ulaştı.”
“Carl Friedrich von Siemens, 1933’ten 1941’e kadar şirketin başındaydı. Demokrasinin sadık bir savunucusu olan von Siemens, Nazi diktatörlüğünden nefret ediyordu. Ancak şirketin iyiliğini düşünmek ve varlığını sürdürmesini sağlamakla sorumluydu.” Utanmadan söylenen bu sözler, tevil kaldırırmış gibi, “silah ve mühimmat gibi tipik savaş mallarının üretimi sınırlıydı. Yine de, 1943’ün sonundan itibaren Siemens öncelikle silahlı kuvvetler için elektrik ekipmanları üretti” açıklamasıyla devam ettiriliyor. Ardından da “zorunlu işçi kullanımı”na dair açıklamalar geliyor:
“1930’ların sonunda, rejimin silahlanma talebi yoğunlaşmaya başladı. Yabancı işçilerin yardımı olmadan, üretim sektörü artık bu talebi karşılayamıyordu. 1939’da düşmanlıkların patlak vermesinden sonra, şirketin çeşitli tesislerindeki artan sayıda kalifiye çalışanın askere alınmasıyla bu durum daha da kötüleşti. Zorunlu emek kullanımı, işgücü kıtlığını telafi etmenin tek yolu olarak görülüyordu. 1940’tan başlayarak, Siemens üretim seviyelerini korumak için giderek daha fazla zorunlu işçi kullandı. Bu işçiler arasında Alman ordusunun işgal ettiği bölgelerden gelenler, savaş esirleri, Yahudiler, Sintiler, Romanlar ve savaşın son aşamalarında toplama kampı mahkûmları vardı. 1940’tan 1945’e kadar olan tüm dönem boyunca, Siemens’te en az 80.000 zorunlu işçi çalıştı.”
Silah talebi arttıkça, işgal edilen bölgeler de dâhil olmak üzere pek çok bölgeye yüzlerce ek tesis kuran Siemens, buralarda da köle işgücünü çalıştırmaktan geri durmamıştır. Sitesinde, geçmişte yaptıklarını kabul etmekten, pişmanlıktan dem vurarak, geçmişle yüzleşmek ve sorumluluğunu almak için çeşitli projelere ve Yahudi kurumlarına 155 milyon euro katkıda bulunduğunu belirterek günah çıkartmaya çalışmaktadır. Ama aynı anda, savaştan sonra Müttefik Kuvvetlerin Siemens fabrikalarını savaş tazminatı olarak gasp ettiği, ekipmanların Ruslar tarafından SSCB’ye taşındığı vb. söylenerek mağdur pozları kesilmektedir.
Döneminde dünyanın en büyük çelik tekeli olan Krupp da Nazi iktidarı altında altın çağına ulaşan şirketlerin en önde gelenlerindendi. Birinci Dünya Savaşı döneminde silah üretiminde 100 bin işçi çalıştıran bu dev tekel, Almanya’nın savaştan yenik çıkmasının ardından silah üretimini sınırlamıştı. Fakat 1930’larda Nazi rejimiyle yaptığı kontratlarla yeniden hummalı bir üretim sürecine girdi. Krupp fabrikalarında İkinci Dünya Savaşı esnasında 23 bin savaş esiri çalıştırıldı. Bunlar arasında 10-14 yaşları arasında çocuklar da vardı. Başlangıçta sözleşmeli olarak işbaşı yapan, fakat daha sonra sözleşmeleri şirketin belirlediği koşullarda, yani kölelik koşullarında zorla yenilenen yabancı kadın ve erkek işçilerin sayısı ise 70 bini buluyordu. Köleleştirilen bu işçiler, fabrikaları terk etmeleri halinde yakalanıyor, dövülüyor, aç bırakılıyordu. 1942’den itibaren bunlara toplama kamplarından getirilen tutsaklar da eklendi. Faşist rejimin işçileri, emekçileri katlettiği silahlar, savaş gemileri, denizaltılar, raylar, vagonlar, lokomotif tekerlekleri vb. bu köle işçilere ürettiriliyordu! Lokomotif tekerlekleri üreten Essen Krupp fabrikasında çalışan bir işçi en fazla beş ay içinde ölüyordu. Köle işçiler Krupp’un toplam işgücünün dörtte birini oluşturuyordu.
Peki ya savaş sonrasında ne oldu? ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB’nin açtığı davaların görülmesi için Almanya’nın Nürnberg şehrinde Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi kuruldu. Savaş suçlarını ve suçlularını açığa çıkarıp yargılamak üzere kurulan bu mahkemede Nazi şeflerinin yanı sıra Nazilerle suç ortaklığı yapan şirketlerin yöneticileri de yargılandı sözde. Oysa gerçek durum bu yargılamaların ve cezaların sembolik düzeyde bırakılmasıydı. Krupp, Flick ve I.G. Farben’in yöneticileri mahkemenin öne çıkardığı yüzlerdi. Fakat onlar bile göstermelik bir yargılamayla en fazla üç yıl hapis yattıktan sonra 1950’lerin başında serbest bırakıldılar.
Felç geçiren Gustav Krupp sağlığı elvermediği gerekçesiyle tutuklanmadı. Şirketin başındaki oğlu Alfred Krupp hapse mahkûm edilse de 1951’de serbest bırakıldı ve şirket hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etti.
Friedrich Flick savaş suçlusu olarak sadece yedi yıl hapis cezasına çarptırıldı. Fakat pişmanlık duymamasına ve fabrikasında çalışanlara tazminat ödemeyi reddetmesine rağmen sadece üç yıl hapiste kalıp 1950’de serbest bırakıldı. Sanayi imparatorluğunu kısa süre içinde yeniden eski gücüne kavuşturan Flick, 1950’lerde yine Almanya’nın en zengin milyarderiydi. Üstelik daha pek çok şirketteki hisselerinin yanı sıra Daimler-Benz’in en büyük ortağı haline gelmişti.
I.G. Farben’den toplam 23 üst düzey yönetici yargılandı. Hiçbiri işledikleri suçları kabul etmedi ve sorumluluk üstlenmedi. Hatta yönetim kademesindeki kimyager Fritz ter Meer örneğinde olduğu gibi, “Nazi rejiminin kurbanı olan barışçıl, vatansever işadamları ve bilimciler” portresi çizildi. Yargılananların sadece 13’ü mahkûm edildi. Bunların çoğu, “yağma ve talan” ve “toplu cinayet ve köleleştirme” suçlarından yedi yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ama hepsi de iki üç yıl sonra tahliye edildi ve kısa süre sonra kendi şirketlerinde üst düzey görevlere geri döndü.
Yukarıda adını saydığımız ve sayamadığımız tüm şirketler için durum bu oldu. Büyük şirketlerin bugün kadınlar, çocuklar, engelliler, çevre gibi “popüler” konularda “sosyal sorumluluk projeleri”yle boy göstermeleri asla yanıltıcı olmamalıdır. Bu projeler, paradan başka hiçbir şeyi gözleri görmeyen ve gerekli gördüklerinde hiç tereddüt etmeden en vahşi yüzlerini takınabilen burjuvaların reklâm yüzleridir.
Hitler’in iktidara yürüdüğü dönemde milyonlarca marklık fonlarla onu destekleyip önünü açan tekeller, bugün de Almanya’da AfD’yi, ABD’de Trump’ı ve pek çok Avrupa ülkesinde faşist partileri el altından fonlamaktadırlar. Üçüncü Dünya Savaşının daha da kızışacağı önümüzdeki dönemde bunlar gerçek yüzlerini çok daha açıktan göstermekten çekinmeyeceklerdir. Nazilerin geçmişte yaptıklarının tüm vahşetiyle bugün de yaşanmasının önüne geçebilecek tek şey, işçi sınıfının uyanık kılınıp faşizme ve kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltmesidir.
[1] İlkay Meriç, Emekçi Kadınlar ve Faşizm, 27 Şubat 2016, https://marksist.net/node/4961
[5] 1940 Haziranında Polonya’da inşa edilen Auschwitz toplama kampı, gaz odaları ve krematoryumlarıyla en büyük soykırım merkeziydi. Auschwitz’de yaklaşık 1 milyon 100 bin Yahudi, Roman, eşcinsel ve siyasi tutsak katledildi. Kızıl Ordu 27 Ocak 1945’te Auschwitz’e geldiğinde kampta 7 binden fazla tutsak bulunuyordu ve bunlar açlıktan, hastalıktan ve işkencelerden dolayı ölümle yüz yüzeydiler.

link: İlkay Meriç, Alman Faşizmi ve “Zorunlu İşçilik” Adı Altında Kölelik, 20 Şubat 2025, https://marksist.net/node/8448
Kurtuluş İşçi Sınıfının Örgütlü Mücadelesinde