

“Yalnızca gerçekler” diyordu İngiliz yazar Charles Dickens “Zor Zamanlar” romanının ilk sayfalarında. Tüccarlıktan gelen bir özel okul patronu, denetlemek için girdiği sınıfta öğretmene şöyle direktif veriyordu: “Bu çocuklara yalnızca gerçekleri öğretmenizi istiyorum. Gerçekler, gerçekler ve yalnızca gerçekler.”
Ama hangi gerçekler? Daha doğrusu, kimin “gerçekleri”? Romanda sözü edilen okulda öğrencilere, gerçekliğin kişiye yarar sağlayan ve mutluluk getiren şeylerden ibaret olduğu, bu nedenle insanın her eyleminde sadece kendi menfaatlerini gözetmesi gerektiği öğretiliyordu. Her şeyin karşılığının ödenmesi bu felsefenin temel ilkesiydi. “Karşılığını almadan hiç kimse herhangi birine hiçbir şekilde hiçbir şey vermemeli veya hiç kimseye yardım etmemeliydi. Minnet duygusu ortadan kaldırılmalı ve bu duygudan doğan erdemler var olmamalıydı.” Öğrenciler merak etmemeli, kendilerine söylenenlere inanmalı, her şeyi burjuva ekonomi düzleminde anlamalıydılar! Dickens, işte bu çıkar, fayda ve bencillik üzerine kurulu eğitim anlayışı üzerinden burjuva ideolojisini eleştiriyordu.
Marx, Dickens’ın romanlarında politik ve sosyal gerçekleri dile getirişinden övgüyle bahsediyordu. Bazı romanların, okurlarının ortaya çıkardığı eserler ve fikirler üzerinde büyük etkileri vardır. Lenin’in Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı?” romanından ilham aldığı söylenir. Lenin, bu eseri ve diğer klasik romanları sıklıkla okumaktan ve okumanın öneminden bahsederdi. Hatta şöyle demişti: “Rusya üç devrim gördü ama yine de Oblomovlar varlığını sürdürüyor.”
Lenin, Gonçarov’un Oblomov eserinden yola çıkarak örgütsüz, hareketsiz ve kendi durumundan bihaber insanları analiz etmişti. Aynı şekilde Goethe’nin “Faust”undan esinlenerek, gri teorinin yaşam ağacının yeşiliyle birleşmesi gerektiğini, yani eyleme geçmenin zorunluluğunu bizlere gösterdi.
Bu mektubu yazarken, “Zor Zamanlar” romanının bugün hâlâ geçerliliğini koruduğunu düşündüm. Çünkü biz işçiler için şu an yaşadığımız dönem de son derece zorludur. Belki romandaki gibi, fabrikada işçilerin önünde altın kaşıkla yemek yiyip, göbeğini kaşıyarak, “Siz de sıkı çalışın, benim gibi olun” diyen bir patron figürü yok. Ama bugün yoksulluk içinde kıvranan milyonlarca işçiye, TedX sahnelerinde CEO’lar tarafından akıl verilmiyor mu?
Evet, maalesef hırsın, bencilliğin ve bireysel başarı mitinin kutsandığı alçakça zamanlarda yaşıyoruz. Burjuva ideolojisinin propagandasına kapılan herkes, zengin olma hayaliyle tüm değerlerini satmaya hazır hale getiriliyor. Patronların bir dakikalık bile para kaybına tahammülü yokken, işçi aileleri toplu intiharlara sürükleniyor.
Vahşi Kapitalizm
İngiltere, Sanayi Devriminin doğduğu ülke olarak bilinir. 18. yüzyılın sonlarından itibaren buhar gücü ve makineli üretimin yaygınlaştığı İngiltere, bol kömür ve demir rezervleri ile güçlü bir deniz ticaretine sahipti. Sanayi Devrimi, kentleşmeyi hızlandırdı ve dev fabrikaların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu gelişmeler, işçiler için daha uzun çalışma saatleri, kötü çalışma koşulları ve ağır sömürü anlamına geliyordu. Dickens, bu yüzden fabrikaları “insan öğüten makineler” olarak betimledi. Vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü o dönemin işçileri, fiziksel ve ruhsal olarak tükenmiş durumdaydı.
Bugün olduğu gibi, Dickens’ın romanında da patronlar işçilerden daha örgütlüydü. Roman karakterlerinden biri olan Stephan, haksız bir suçlamayla işten atıldığında, diğer patronlara da haber gitmiş ve artık hiçbir yerde iş bulamaz hale gelmişti.
Bugün durum farklı mı? Metal Fırtına sürecindeki öncü işçilerin, Türkiye genelinde hiçbir fabrikada iş bulamaması gibi... Patronlar, her zaman birbirleriyle dayanışma içinde, örgütlü ve güçlü. Peki ya biz işçiler?
Roman, yalnızca işçi sınıfının mücadelesini değil, kapitalist toplumun çekirdeği olan aile kurumunun baskıcı ve katı yapısını da ele alıyor. Aileler, çocuklarına adeta bir mülk gibi davranıyor, onların hayatları üzerinde sınırsız hakları olduğunu düşünüyor.
Romanda iki farklı kadın karakter var:
Louisa: Sevgisiz, soğuk ve zengin bir ailede büyümüş, genç yaşta babasının zoruyla yaşlı bir adamla evlendirilmiş.
Sissy: Yoksul, ancak sevgiyle büyümüş bir çocuk işçi.
Bu iki karakter, kapitalizmin yalnızca işçi sınıfını değil, kadınları da nasıl ezdiğini gösteriyor. Kitabın arka kapağında yazan şu sözler bugünü de anlatmıyor mu? “Sevmeye hakkı olmayan kadınlar.”
Bugün hâlâ, kadınların üzerindeki baskılar devam etmiyor mu? MESEM’lerde çocukların güvencesiz çalıştırıldığı, maden ocaklarında işçilerin ölüme sürüklendiği, yenidoğan bebeklerin açlıktan hayatını kaybettiği bir ülkede yaşadığımızı unutmamalıyız.
Zor Zamanlardan Çıkış Yolu: Okumak ve Mücadele Etmek
Bu yüzden klasik eserleri okumak ve dünyayı işçi sınıfının penceresinden görmek zorundayız.
Zor zamanlardan geçiyoruz, ama yalnız değiliz. Bizi kurtaracak olan şey, yalnızca sınıfımızla omuz omuza vermek, örgütlenmek ve mücadele etmektir.
Unutmayın: Gerçekler, gerçekler ve yalnızca gerçekler! Ama sınıfımızın gözünden gerçekler!
Okumaktan ve mücadeleden asla vazgeçmeyelim.

link: Bursa’dan MT okuru bir kadın işçi, “Zor Zamanlar” Romanından: Yalnızca Gerçekler!, 24 Şubat 2025, https://marksist.net/node/8450
Bu Pisliği Ancak Devrim Temizler