Türkiye’de azgın sermaye politikalarıyla, ekonomik çöküşle, işsizlikle, yoksullukla, doğa talanıyla her alanda yıkım kaynağına dönüşmüş bir faşist rejim hüküm sürerken, muhalefetin tüm kesimlerinde bu rejime karşı güç birliği arayışları hız kazanıyor. Sosyalist hareket saflarında da, rejime karşı mücadelede sol/sosyalist bir ittifakın yaratılması yönündeki tartışmalar yoğunlaşmış bulunuyor. Bu tartışmalar kuşkusuz önemli ve gereklidir ve neticede bu konuda doğru bir tutuma ancak somut gelişmelerin titizlikle irdelenmesi temelinde ulaşılabilir. Bunun dışında, birleşik cephelerden halk cephelerine çeşitli tarihsel deneyimlerin hatırlanması da kuşkusuz önem taşıyor. Bu nedenle, geçmiş deneyimlerin devrimci Marksist bir gözle değerlendirilmesi açısından, 1920’ler ve 30’larda Komünist Enternasyonal tarafından uygulanan “cephe” taktiklerini, çeşitli ülkelerde sergilenen pratikler üzerinden kısaca hatırlatmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Lenin dönemi Komintern’inde birleşik cephe taktiği
1919 Martında kuruluş kongresini gerçekleştiren Komünist Enternasyonal (Komintern), işçi sınıfının uluslararası birliğini sağlayıp, kapitalizme karşı mücadelesinde ona önderlik etmek amacıyla örgütlenmişti. Son derece çalkantılı bir dönemde kurulan Komintern açısından, Avrupa’da yükselen devrimci dalgayı hedefine ulaştırmak, Rusya’da kurulan devrimci işçi iktidarının hayatta kalması için de zorunlu görülüyordu. Tüm bunların yanı sıra, o dönemde dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu kapsayan sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki yoksul emekçilerin kurtuluşu da bu devrimci hedefin vazgeçilmez parçasını oluşturuyordu. Ne var ki, Komintern’in kuruluşundan kısa bir süre sonra Avrupa’daki devrimci dalga geri çekilecek, dünya ekonomik krizinin derinleşmesine paralel olarak kapitalist saldırılar daha da artacak, yalnız kalan Sovyet iktidarı ekonomik sorunların yanı sıra yıkıcı bir iç savaşla karşı karşıya kalacak ve İtalya’da faşizmin iktidara yürümesi işçi sınıfına yönelik yepyeni bir tehdit olarak kendini gösterecekti.
İşte o dönemde Komintern’in gündemine gelen birleşik cephe taktikleri bütün bu arka plan üzerine oturmaktaydı. Bu konu ilk kez, 1921 Aralığında toplanan Üçüncü Kongrede ele alınmıştı. Bu dönemden devrimci çıkış için “kitlelerin” mücadeleye sevk edilmesinin zorunlu olduğu ifade ediliyordu. Bu nedenle Üçüncü Kongre “sınıfa karşı sınıf” ve “kitlelere” şiarını kabul etmişti. Kapitalizme karşı mücadelede proletarya içindeki bölünmelerin üstesinden gelmenin ve çeşitli türden işçi örgütlerinin güç ve eylem birliğinin oluşturulmasının aracı olarak ise birleşik işçi cephesi politikası şekillendirilmişti.
Komintern temsilcileri bu politikayı pratiğe geçirmek üzere, 1922 Nisanında, İkinci ve İkibuçukuncu[1] Enternasyonalin temsilcileriyle bir araya geleceklerdi. Bu toplantıda acil sorunlar karşısında asgari müştereklerde birleşme kararı alınsa da, İkinci Enternasyonal liderliğinin Komintern’le uzlaşmaktan uzak durması nedeniyle bu karar kâğıt üzerinde kalacaktı.
İkinci Enternasyonale bağlı sosyal demokrat/sosyalist partiler Avrupa’da işçi hareketi ve sendikalar üzerinde belirleyici bir güce sahiplerdi. Ne var ki bu partiler nicedir burjuva düzene tümüyle entegre olmuşlardı. Rosa ve Liebknecht bizzat Alman Sosyal Demokrat Partisi iktidarı altında, onun bakanının onayıyla katledilmişlerdi. Avrupa işçi sınıfının devrimci bir rotaya girmesi için sadece burjuvazinin değil bu reformist örgütlerin sultasından da kurtarılması zorunluydu. Komintern, işçi sınıfı içerisinde burjuvazinin etkisini temsil eden İkinci Enternasyonal liderlerinin, “birlik” söylemine, işçileri aldatarak onları sınıf işbirliğine sürüklemek amacıyla başvurduklarını belirtiyordu. Birleşik cephe aynı zamanda bu reformist önderliklerin sınıf işbirlikçi çizgilerinin de teşhir edilmesini sağlayacaktı. Böylece söz konusu reformist önderliklerin çekim alanındaki işçilerin komünistler tarafından kazanılarak devrimci mücadele saflarının güçlendirilmesi hedefleniyordu.
Öte yandan, reformist partilerle herhangi bir anlaşmaya giren komünist partilerin mutlak özerkliği ve tam bağımsızlığı, kendi görüşlerini açıklama ve yanlış bulduğu görüşleri eleştirme özgürlüğü temel ve değişmez koşul olarak koyuluyordu. Komintern, yeterli güce sahip olmayan bazı KP’lerin çubuğu fazladan bükerek şekilsiz birlik blokları içinde erime riskiyle karşı karşıya kalabileceklerini belirterek uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyordu. Komünizm davasını ilerletmek için kullanılan bu taktiği uygulayan tüm komünist partilerin güçlü, birleşik ve ideolojik olarak net bir önderlik altında olmaları gerektiği vurgulanıyordu.
1922 Aralığında toplanan Dördüncü Kongrede kabul edilen Taktikler Üzerine Tezlerin bir bölümü de birleşik cephe taktiğine ayrılmıştı. Birleşik cephe taktiği, burjuvaziye karşı işçi sınıfının temel çıkarlarının savunulmasında, komünistlerin diğer tüm işçilerle ortak mücadele verme önerisi olarak ifade ediliyordu. Birleşik cephenin parlamenter ya da benzer amaçlar güden bir seçim ittifakı ya da reformistlerle kaynaşma anlamına gelmediği vurgulanıyor ve şöyle deniyordu:
“Birleşik cephe taktiğinin esas amacı, işçi kitlelerini ajitasyon ve örgütlenme yoluyla birleştirmektir. Birleşik cephenin gerçek başarısı, «aşağıdan», tabandaki işçi kitlelerinin saflarından gelen bir harekete dayanmasına bağlıdır.”[2]
Birleşik cephe taktiği, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde güçlerini birleştirmesini hedeflerken, faşizme karşı mücadelesinde de benzer bir hedefe sahipti. Nitekim Komintern’in Dördüncü Kongresi İtalya’yı pençesi altına alan faşizmin Avrupa’nın diğer ülkelerinin yanı sıra Amerika için de büyük bir tehdit oluşturduğunu tespit ediyor ve şöyle diyordu:
“Komünist partilerin en önemli görevlerinden biri, uluslararası faşizme karşı direnişi örgütlemektir. Komünist partiler, faşist çetelere karşı mücadelede işçi sınıfının önünde olmalı, bu sorun karşısında birleşik cephelerin örgütlenmesinde son derece aktif olmalı ve illegal örgütlenme yöntemlerinden yararlanmalıdırlar.” (age, s.301)
Komintern’in Dördüncü Kongresinde ele alınan konulardan biri de sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yükselen mücadelelerde komünistlerin görevleriydi. Doğu Sorunu Üzerine Tezlerde, bu ülkelerde komünist işçi partilerinin ikili bir görevle karşı karşıya oldukları belirtiliyordu:
“Bir yandan, ulusal siyasal bağımsızlığı kazanmaya yönelmiş olan burjuva demokratik devrimin taleplerine daha köklü bir yanıt vermek için mücadele etmek; diğer yandan da, ulusal burjuva demokratik kamptaki tüm çelişkileri sonuna dek kullanarak, işçi ve köylü kitlelerinin kendi sınıf çıkarları için mücadelesini örgütlemek.” (age, s.340)
Batı’da ortaya atılan birleşik işçi cephesi sloganına karşılık, Doğu’nun sömürge ülkelerinde anti-emperyalist birleşik cephe sloganı temel slogan olarak ortaya konuyordu. Bu sloganın bir yandan burjuva milliyetçi grupların yalpalamalarını teşhir etmeye yardım ederken, aynı zamanda işçilerin devrimci iradelerinin gelişmesine ve sınıf bilinçlerinin berraklaşmasına yardım etmesi amaçlanıyordu. Böylelikle işçi kitlelerin yalnızca emperyalizmle değil, feodalizmin kalıntılarıyla da mücadele edenlerin en ön safına yerleşmelerinin mümkün olabileceği düşünülüyordu.
Tezlerde, Doğu’nun sömürge ve yarı-sömürge ülkelerinde, proletaryanın çıkarlarının ileri ülkelerin proletaryasıyla ittifak yapmaktan geçtiği vurgulanıyordu. Aşağıdaki satırlarda yansımasını bulan bu devrimci perspektif sürekli devrim anlayışının katıksız bir ifadesiydi:
“Doğudaki işçiler, yalnızca emperyalizme karşı ortak mücadelelerinin çıkarları için değil, aynı zamanda ileri ülkelerin zafer kazanmış proletaryası, onlara geri üretici güçlerinin gelişmesinde karşılık gözetmeden yardım edeceği için de, ileri ülkelerin proletaryasıyla ittifak yapmak zorundadırlar. Batı’daki proletaryayla ittifak, uluslararası sovyet cumhuriyetleri federasyonunun yolunu döşeyecektir. Geri ülkeler için sovyet sistemi, ilkel yaşam koşullarından, üretim ve dağıtımda bütün bir kapitalist dünya ekonomisini alaşağı etmeyi hedefleyen daha yüksek komünist topluma geçişin en sancısız biçimini ifade eder. Bu, eski Rus İmparatorluğunun özgürlüğüne kavuşan sömürgelerindeki sovyet sistemi deneyimiyle kanıtlanmıştır. Köylülüğün tarım devriminin kesintiye uğramadan tamamlanmasını, yalnızca sovyet hükümet biçimi sağlayabilir.”
Tezlerde aynı zamanda işçi hareketinin anti-emperyalist cephelerde bağımsız bir unsur olarak yer almasının önemine dikkat çekiliyor, ancak bu takdirde burjuva demokrasisiyle geçici anlaşmalara izin verilebileceğinin altı çiziliyordu. Burjuva milliyetçilerin, sömürgeci emperyalist güce karşı diğer emperyalist güçlerle anlaşmaya varmasına karşı çıkılması, geniş emekçi kitlelerin uluslararası proletarya ve Sovyet Cumhuriyetiyle ittifakın zorunluluğu konusunda aydınlatılması, anti-emperyalist birleşik cephenin en önemli işlevlerinden birisi olarak öne çıkarılıyordu. Nitekim şu husus üzerine basa basa vurgulanıyordu: “Sömürgelerdeki devrim, ancak ileri ülkelerdeki bir proleter devrimin eşliğinde zafer kazanabilir ve kazanımlarını koruyabilir.” (age, s.342)
Birleşik cephe konusundaki bu enternasyonalist devrimci perspektifin hiçe sayılmasının nelere yol açtığına geçmeden önce, Elif Çağlı’nın dikkat çektiği şu önemli hususu hatırlatalım:
“Birleşik mücadelenin çekirdeğini işçi sınıfı örgütlerinin oluşturması ve proletaryanın bağımsız örgütlenmesi ilkesine titizlikle riayet edilmesi koşuluyla bu tür taktiklerin uygulanması doğrudur. Fakat bu gibi konular aslında çok hassas konulardır ve tam bir netlik gerektirir. … Anti-emperyalist mücadelede aslolan, öncelikle işçi sınıfının birliğinin sağlanmasıdır. Ancak bu temele oturtulacak olan cephe taktikleri, proletaryanın ittifaklar siyasetine doğru biçimde can verebilir ve devrimci proletaryanın mücadelesini sağlıklı bir şekilde ilerletebilir. Ne yazık ki cephe sorunu Lenin dönemi Komintern toplantılarında uzun boylu tartışılamamış ve yeterli açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu konuda Lenin’in savunduğu çizgiyi daha sonra Troçki sürdürmeye çalışmış, ama Komintern’de ve Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin egemen oluşu nedeniyle, genelde dünya komünist hareketine tamamen yozlaştırılmış bir cephe anlayışı yerleştirilmiştir.”[3]
Birleşik işçi cephesinden sınıf işbirlikçi cephelere sapış
Anti-emperyalist birleşik cephe adına sınıf işbirlikçiliğine savrulmanın ilk yıkıcı örneği ikinci Çin devriminin ezilmesi olacaktı. Daha Dördüncü Kongrede Çin delegesi Lin Yen Chin, ÇKP’nin anti-emperyalist birleşik cepheyi bizzat Kuomintang’la oluşturma kararı aldığını açıklıyordu. Komünist Parti üyelerinin bireyler olarak Kuomintang’a katıldıklarını söyleyen Chin, “bu sayede kitleleri etrafımızda toplayabilir ve Kuomintang partisini bölebiliriz” diyordu. Bu politika eğer o dönemde gerektiği gibi mahkûm edilmiş olsaydı, Stalin dönemi Komintern’inin onu resmi politika haline dönüştürmesi kuşkusuz daha geniş bir muhalefetle karşılaşırdı. Ancak bu olmadı. Stalin açılan gedikten ilerleyerek, Kumintang’ı “işçi-köylü partisi” olarak lanse edip, onun burjuva niteliğini örtmeye ve böylelikle sınıf işbirlikçiliğini gizlemeye girişti. KP’leri burjuva cepheler içinde eriten ve burjuva liderliklere tâbi kılan bu ihanet politikası, Çan Kay-şek liderliğindeki Kuomintang’ın 1927’de Şangay’da komünistlere yönelik büyük bir kıyım gerçekleştirip ikinci Çin devrimini ezerek bu işbirliğine son vermesiyle nihayetlendi. 1925-27 Çin devriminin kanlı bir şekilde ezilmesi, sınıf işbirlikçi cephe anlayışının hüsranla biten örneklerinden ilkiydi. Ama sonuncusu olmayacaktı ne yazık ki.
Stalin’in hâkimiyeti altında izlenen Komintern politikalarına, Lenin dönemindekinden farklı olarak, dünya devriminin çıkarları değil bürokrasinin sınıfsal çıkarları, devrimci ilkeler değil oportünizm ve sınıf işbirlikçiliği damgasını basacaktı. “Tek ülkede sosyalizm” anlayışının Komintern’in resmi programının temel taşı haline geldiği, proleter devrimlerin bin bir aşamayla sonsuza ötelendiği bu dönemde, birleşik işçi cephesi politikası da yerini nihayetinde burjuvaziyle ortak “anti-faşist cephelere” ve “halk cephelerine” bırakacaktı. Bu politik hattın somutlandığı örneklere geçmeden önce, Komintern’in Lenin sonrası döneminde faşizmle mücadele adına izlenen politikanın geçirdiği evrimi kısaca özetleyelim.
1920’lerin sonlarına ilerlenirken, Avrupa’da yükselişe geçen faşizme karşı mücadelede birleşik işçi cephesi politikası hayati bir öneme sahipti. Ne var ki Komintern’in Dördüncü Kongresinde faşizme karşı alarm zilleri çalınırken, Beşinci Kongrede bu tehlike alabildiğine küçümsenmişti. Birleşik cephe politikası da “tabandan birleşik cephe”ye, yani “sosyal demokrat işçilere çağrı”ya indirgenmişti. 1928’de yapılan Altıncı Kongre bunu “birleşik cephe taktiğini uygulamanın yeni biçimi” diyerek teorileştirirken, “üçüncü dönem”[4] ve “sosyal faşizm” tezlerini resmi politika haline getirmişti. Bu tespit, sosyal demokrasiyi faşizmle özdeş tutma ve ortak mücadelenin reddi gibi sekter anlayış ve taktiklerle tamamlanıyordu. Beşinci Kongrede Zinovyev, Sosyal Demokrat Partinin faşizmin bir kanadı haline dönüştüğünü söylüyordu. Aynı şeyi Stalin de şu sözlerle tekrarlıyordu: “Faşizm burjuvazinin savaş örgütüdür, Sosyal Demokrasinin aktif desteğine dayanmaktadır. Sosyal Demokrasi nesnel olarak faşizmin ılımlı kanadıdır. … Bunlar karşıt değil ikiz kardeşlerdir.”[5]
Bu anlayışa göre, komünizmin en büyük düşmanı faşizm değil sosyal demokrasi, ama özellikle de onun “sol” kanadıydı! “Bu Troçkist sapma”yla kararlı bir şekilde mücadele edilmeliydi! Komintern’in tümüyle Stalinist bürokrasinin sınıfsal çıkarları temelinde şekillendirilen Rus dış politikasının koordinasyon merkezi haline getirildiği bu dönemde, ona bağlı KP’ler de Stalinist yönetimin tahakkümü altında felçleştirilmişti. Almanya’da faşizme karşı mücadeleyi örgütleyebilecek tek güç olan Alman Komünist Partisinin (KPD) liderliği de, faşizmi ezmenin önkoşulunun “sosyal faşistleri” bozguna uğratmak olduğunu söylüyor ve Alman Sosyal Demokrat Partisini (SPD) “açık faşist diktatörlükten bin kat daha kötü” diyerek mahkûm ediyordu.[6] Bu politikaları eleştirenler “sol sekterlik”le damgalanıyordu. Bu arada SPD de boş durmuyor, Nazilerle komünistler arasında hiçbir fark olmadığını, KPD’ye verilen oyların burjuvazinin çıkarlarına hizmet edeceğini ve gericiliğe yarayacağını söylüyordu. 1933’e gelindiğinde bile durum buydu. KPD hâlâ SPD’yi “faşist burjuvazinin toplumsal dayanağı” olarak niteliyor ve işçi sınıfını ondan kurtarmaktan dem vuruyordu. Peki kendileri dışındaki tüm sosyalist partileri düşman ilan eden bu sekter anlayışların birleşik işçi cephesini hayata geçirmesi nasıl mümkün olabilirdi? “Birleşik cepheyi liderlik düzeyinde değil tabanda birliği sağlayarak oluşturacağız” söylemi apaçık bir sahtekârlıktı. Liderliği faşistlikle suçlanan bir partinin tabanındaki işçilerin bu suçlamayı yapan partiye sempatiyle yaklaşmaları, ona kulak vermeleri ve ortak bir cephede mücadele etmeleri olanaksızdı ama bu ne KPD’nin ne de SPD’nin umurundaydı.
Nihayetinde, Komintern’in, zaferinin kalıcı olmayacağından, hemen arkasından proleter devrimin geleceğinden dem vurduğu faşizm, proletaryanın siyasal ve sendikal örgütlerini tarumar etti ve ona tarihte gördüğü en büyük bozgunu yaşattı. Bu hezimetin başlıca sorumluları ise hiç kuşku yok ki SPD, KPD ve bunların bağlı oldukları İkinci ve Üçüncü Enternasyonaller idi.
Faşizmin Almanya’da iktidara gelmesinin yarattığı hezimetten sonra Komintern, 1934’ten itibaren “üçüncü dönem” politikasını terk edecek ve dümeni tam sağa kırıp burjuvaziyle “anti-faşist halk cepheleri” kurulmasını salık verecekti. O zamana kadar sosyal demokrasiyi faşist ilan eden KP’ler, şimdi burjuvazi içinde keşfettikleri “ilerici” kanatlarla ittifaka, yani burjuvaziye teslimiyete zorlanacaklardı.
Faşizmin KPD’yi de SPD’yi de en ufak hücrelerine kadar ezdiği Almanya’da faşizme karşı güçlü bir mücadele verilemeyecekti ne yazık ki. Ama Fransa, İspanya, Yunanistan başta olmak Avrupa’nın pek çok ülkesinde durum farklıydı. Buralarda komünist hareket güçlüydü ve anti-faşist mücadelenin başını devrimci örgütler çekiyordu. Ne var ki milyonlarca devrimci işçinin, emekçinin canı pahasına yürütülen anti-faşist mücadelenin ardından iktidar burjuvaziye armağan edilecekti. Üstelik bu teslimiyet, SSCB’nin emperyalist devletlerle yaptığı antlaşmalarda somutlanan ihanet politikasının ürünüydü.
(devam edecek)
[1] İkinci Enternasyonalden merkezci temellerde ayrılan sosyalist partiler 1921 Şubatında Viyana’da topladıkları bir konferansta Sosyalist Partilerin Uluslararası İşçi Birliği adı altında yeni bir enternasyonal oluşturdular. Friedrich Adler, Otto Bauer, Julius Martov gibi ünlü isimlerin liderliğinde kurulan bu enternasyonal “Viyana Enternasyonali” ya da İkinci ve Üçüncü Enternasyonal arasındaki pozisyonu nedeniyle “İkibuçukuncu Enternasyonal” olarak da anıldı. 1923 Mayısında ise İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonaller ortak bir kongre toplayarak “İşçi ve Sosyalist Enternasyonal” adı altında birleştiler.
[2] Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, c.2, Maya Yay., s.305
[3] Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., 2. baskı, s.109
[4] 1917-24 arasını “kapitalist bunalım ve devrimci kabarışın birinci dönemi” olarak tanımlayan Komintern, ikinci dönem olarak adlandırdığı 1925-28 arasını “kapitalist stabilizasyon dönemi” olarak nitelendirmişti.
[5] III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), Belge Yay., 1979, s.83
[6] Daha ayrıntılı bilgi için, bu bölümünü özetleyerek aldığımız “Nazizmin İktidara Gelişi ve Sol” adlı yazımıza bakılabilir.
link: İlkay Meriç, Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri, 23 Ocak 2022, https://marksist.net/node/7561