Erdoğan rejimi varlığını sürdürebilmek için son dönemde çeşitli cephelerde saldırgan hamleler yapıyor. Kıdem tazminatı gibi haklar başta olmak üzere içeride işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına yeni saldırılar gündeme getirilirken, daha genel anlamda demokratik hak ve özgürlükler ile hâlâ kalmış olan bazı muhalefet mevzilerini ve imkânlarını da ortadan kaldırmak üzere yasa değişiklikleri yapıyor. Dışarıda ise maceracı emperyal siyaseti derinleştiren, gerilimleri körükleyen çizgisini yeni hamlelerle sürdürüyor. Bu hamlelerle yatışmayıp aksine artan toplumsal hoşnutsuzluğu dengeleyebilmek ve rejimin oy tabanındaki kaymaları önleyebilmek için Ayasofya gibi konular ön plana çıkarılmaya çalışılsa da mızrak çuvala sığmıyor.
Ekonomik kriz ve eriyen AKP desteği
Erdoğan 2018’den itibaren ciddi ölçüde gerilemeye başlayan ekonominin çarklarını hızlandırabilmek için, bir yandan Merkez Bankası aracılığıyla faizleri yapay olarak aşağı çekme, diğer yandan da kamu bankaları aracılığıyla kredi dağıtma ve özel bankaları da bu doğrultuda zorlama politikası uyguluyor. Krediyle talebi canlandırmak ve üretimi arttırmak hedeflendi, halen de hedefleniyor. Yakın zamanda ilan edilen paketlerle oldukça düşük faizli kredilerle insanların daha da borçlandırılması pahasına başta konut ve otomobil olmak üzere çeşitli ürünlerin satışları canlandırıldı. Diğer taraftan dövizdeki yükseliş eğilimini bastırmak için kamu bankaları aracılığıyla sürekli döviz satışı yapılıyor. Ancak bu durum Merkez Bankasının elindeki döviz stoklarının hızla erimesini de beraberinde getiriyor. Bu teşvik paketleri bir yandan bütçe açığının daha da artması sonucunu doğuruyor, bir yandan da Merkez Bankasını sürekli olarak para basmak zorunda bırakıyor. Derhal ortaya çıkan sonuçlardan biri resmi enflasyonun artmasıdır. “Faiz neden, enflasyon sonuçtur” diyerek burjuva iktisadına meydan okuyan Erdoğan’ı ekonominin gerçekleri bir kez daha yalanlamış oluyor; zira her ay (geçen ay hariç) resmi faiz oranları düşürülmüş olmasına karşın, enflasyondaki artış resmi rakamlara göre bile sürmektedir. Özetle, dış ticaret açığı devam ediyor, bütçe açığı rekor kırıyor, döviz kıtlığı yaşanıyor, gerek yurtiçi gerek yurtdışı borçlar ve bu arada sıradan insanların borç miktarları da tırmanmaya devam ediyor.
Ancak unutmamak gereken bir husus var, çok yüksek maliyetle (yüksek faizle) dışarıdan para bulmak hâlâ mümkündür; yani krizin faturası emekçi halkın sırtına bindirildikçe ve emekçiler de örgütlü bir tepki vermedikçe, bu borç değirmeninin döndürülmeye devam etmesi pekâlâ da mümkündür. Erdoğan iktidarının yaptığı da budur. Alabildiğine düşük gösterilen resmi enflasyon bile artmaya başlamışken, halkın artan oranda bu yolla da soyulduğu bir gerçektir.
Yoksullaşan geniş emekçi kitleleri vuran en önemli sorunların başında işsizlik geliyor. Bu noktada TÜİK “mucizeler” yaratmaya devam ediyor. Son açıkladığı Nisan ayı istihdam verilerine göre işsizlik azalmış durumda. Milyonlarca insan ya kapı önüne konmuş ya da kısa çalışma ödeneğine veya ücretsiz izin ödeneği adı altında günde 39 liraya mahkûm edilmiştir. Bu sonuncuların önemli bir kısmı fiilen işsiz durumuna düşmüş olmasına rağmen resmen çalışır gözüktüklerinden, işsizlik istatistiklerine yansımıyorlar: İŞKUR’un Mayıs ayı verilerine göre, kısa çalışma ödeneğinden yaklaşık 3 milyon, nakdi ücret desteğinden ise yaklaşık 1,3 milyon kişi yararlanıyor; yani istihdam edilmiş görünüp işsiz sayılmayan yaklaşık 4,4 milyon kişi sözkonusudur. Dahası istihdamda 2,5 milyonluk bir düşüş yaşanmasına, milyonlarca insan kronik bir işsizliğin pençesinde olmasına rağmen TÜİK’in kriterlerine uymadıkları için işsiz sayılmıyor. İstihdam edilebilir işgücü potansiyelinde sayılması gereken diğer milyonların ise her daim bu kategori dışında sayıldığını ve dolayısıyla burjuva istatistiklerin her zaman gerçek işsizlik verilerini yansıtmaktan çok uzak olduğunu biliyoruz. Ama en trajikomik olan durum şudur ki, TÜİK’in mantığını (ki dünyada da durum farklı değil) kabul edersek, işsizlikten kurtulmanın en kolay yolu iş aramamaktan geçiyor, eğer bir aydan fazla süredir iş başvurusunda bulunmadıysanız sevinebilirsiniz, çünkü artık işsiz sayılmayacaksınız!
Ekonomik kriz derinleşip yıkıcılığı artarken, rejim işçi sınıfının haklarına dönük saldırılarını da sürdürüyor. Krizi ve koronavirüs salgınını fırsata çevirmek isteyen rejim, kıdem tazminatının yok edilmesini tekrar gündeme getirmiştir. Asıl hedef sermaye için yeni fon kaynakları yaratmaktır. Ancak rejim işçi sınıfının tepkisinden de çekinmektedir. Bu yüzden, sanki sorunun asıl muhatabı kendisi değil de patron ve işçi sendikalarıymış gibi bir hava yaratmaya çalışıyor. Krizin faturasının emekçilerin sırtına bindirilmesi yeni ya da Türkiye’ye has bir olgu değil kuşkusuz. İşçi ve emekçiler örgütlü bir tepki vermedikçe, sermayenin ve onun hükümetlerinin yapacağı şey budur. Ama kuşkusuz bu durumun sonuçlarından biri krizin altında ezilen kitlelerin siyasal tercihlerinin değişmesidir. Bugün tüm ileri kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de yaşanılan bir sonuçtur bu. ABD’de Trump’ın Kasım ayındaki seçimleri yeniden kazanması epey zorlaşmıştır. Fransa’da Macron yerel seçimlerde ağır bir darbe aldı ve başbakanını bile değiştirmek zorunda kaldı. Benzer bir destek erimesi İngiltere’deki taze başbakan Boris Johnson için de geçerlidir. Türkiye’deki manzara da farklı değildir. Çeşitli anketler AKP’yi destekleyen kitlenin daralmaya devam ettiğini ve erimenin hızlandığını gösteriyor. Hükümetin yalakalarından GENAR anket şirketi, “AKP’nin oyları radikal bir gerilemeye sahip olacak” diyor; diğer araştırmalar daha da fazlasını söylüyor. Şunu da belirtmeden geçmeyelim ki, Türkiye’deki rejimin niteliği, “tek adam rejimi”yle sonuçlanan süreçteki seçimlerin anti-demokratik ve göstermelik karakteri ortadayken, bu anket sonuçlarının sandıktan birebir çıkacağını düşünmek saflık olur. Daha da büyük saflık mevcut şartlarda salt seçimlere bel bağlamaktır. Gerek Türkiye’nin gerekse de dünyanın içinden geçtiği olağanüstü sürecin ucu açıktır; Ortadoğu’da devam eden ve Libya’da daha da kızışan savaş ortamında seçimlerin kendisi de sonucu da belirsizdir. Yine de iktidar seçimleri kaybetmemek için her yola başvuracaktır; seçim sisteminin değiştirilmesi, muhalefete “seçimlere girebilirsiniz ama kazanamazsınız” dayatmasını resmi ve hukuksal bir biçime sokmak üzere gündemdedir.
Ekonomik krizin ağır baskısı altında olan rejim, bir yandan toplumsal muhalefeti boğmak üzere yeni adımlar atarken bir yandan da dışarıda askeri maceralarını ve savaşı sürdürüyor. Geçtiğimiz ay, iktidarın, tamamen kendine bağlı silahlı bir güç olarak tasarladığı bekçilere geniş yetkiler verilmişti. Şimdi ise baroların parçalanıp iktidar blokunun denetimine sokulmasının önü yasal olarak açılmıştır. Sosyal medyanın daha da sıkı bir kontrol altına alınmasınınsa hazırlıkları sürüyor. Tehdit olarak gördüğü her türlü muhalefet odağını yok etmeye çalışan rejim, en küçük direnişi bile polis şiddetiyle bastırmaktan geri durmazken, aynı zamanda tehditler savurarak, direnen muhalif kesimleri “gayrimilli, gayrimeşru” ilan ediyor. Elbette dünyanın şu an içinden geçtiği süreç Erdoğan’ın elini güçlendiriyor. Bunu fırsata çevirmek isteyen Erdoğan’ın Ayasofya adımını da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Ayasofya’nın müze statüsüne son verilmesi
Büyük bir ikiyüzlülükle, camiye çevrilmekle “aslına rücu ettirildiği” söylenen Ayasofya, gerçekte yaklaşık 1500 yıl önce inşa edilmiş ve halen dünyanın en büyüklerinden biri olan devasa bir kilisedir. “İnsanlık mirasının” önemli bir parçası olan bir mimari şaheserdir. İstanbul’un 1453’te ele geçirilmesini takiben Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, Müslüman uygarlığının Hıristiyan uygarlığı karşısındaki üstünlüğünün ve fethin tamamlandığının sembolik bir ifadesi olarak düşünülmüştü. 1934 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye çevrilen Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesi, tüm İslamcı ya da Türk-İslamcı siyasetçilerin sürekli olarak suiistimal ettikleri bir konuydu. İslamcıların Ayasofya ibadete açılsın söylemi bir çarpıtmadır aslında, zira 1991’den beri Ayasofya’nın sonradan eklenen minarelerinden ezan okunuyor ve isteyenler onun özel bir bölümünde ibadet edebiliyorlar. Dolayısıyla mesele onun ibadete açılması değil, ona atfedilen İslami değerlerin egemenliğinin ilan edilmesidir. Bu kesimler için Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesi, Fehmi Koru’nun deyişiyle bir “kızıl elma”, “milli-manevi değerler sisteminin ülkeye yeniden hâkim olduğunu gösterecek en önemli simge” idi. Peki ne oldu da bu talepleri daha geçen yıl kendi iktidarını yıpratmak için bir “siyasi tezgâh” olarak adlandırıp, bu talebi ileri sürenleri “samimiyseniz önce gidip Sultanahmet’i bir doldurun hele” diyerek azarlayan Erdoğan bugün bu adımı atıyor?
Önce meselenin doğrudan iç politikayla ilgili olan esas yanına bakalım. Erdoğan’ın bu adımla, ekonomik sıkıntılarla boğuşan emekçilerin muhafazakâr kesimlerinin gözünü boyayıp imaj tazelemeye çalıştığı açıktır. Bu adım, imaj tazeleme çabasının esasen ideolojik alandan yürütülen bir hamlesidir ve burada Türk-İslam ideolojisinin kadim denebilecek sembollerinden birisi sahaya sürülmüştür. Halk iktisadi krizin altında ne kadar eziliyorsa, onun gözünü “yeni Türkiye” masallarıyla boyamak o kadar daha gerekli hale geliyor. Çözülmekte olan mütedeyyin tabanı bir arada tutabilmek için yeni dinsel-simgesel zaferler gerekiyor ona. İki yıl önce “başkanlık sistemi”yle her şeyin daha iyi olacağını vaat eden ama her vaadi boşa çıkan Erdoğan’ın Ayasofya adımı bu doğrultuda atılmıştır. 1934’te Ayasofya müzeye çevrilirken, iktidardaki otokratlar, içerideki dinci muhaliflere ve dış dünyaya TC’nin Osmanlı’nın geleneğini reddettiğini sembolik olarak da göstermek istiyorlardı. Türk-İslamcı Erdoğan ise bu adımı geri çevirmekle, Osmanlı’yla kurmaya çalıştığı süreklilik bağını da güçlendirmeye çabalıyor. Dolayısıyla denebilir ki, Osmanlı’nın mirasçısı olarak bölgenin yeniden hâkimi olmaya soyunan “yeni Türkiye”nin simgesel ilanlarından biridir bu adım. Hem içerideki “laik muhalif” kitleleri demoralize etme, hem de dışarıya “ben bu adımı atabilecek kadar güçlüyüm” mesajı vermektir hedeflenen.
Gelelim dolaylı ve dış politikayla ilgili boyutuna. Ayasofya Ortodoks dünyası için önemli bir simge olduğundan bu mesajın Rusya’ya da verildiği ve özellikle de Yunanistan’a dönük bir provokasyon niteliği taşıdığı barizdir. Yunan hükümetinin yanıt olarak oradaki Müslüman azınlığa ve bu azınlığın dini mekânlarına dönük yeni baskıcı adımlar atması kuvvetle muhtemeldir. Ege’nin öte yakasıyla gerilimin arttırılması Erdoğan’ın işine geliyor; zira gerilim tırmandıkça puslu hava daha da yoğunlaşacak ve TC’nin Kıbrıs ve Doğu Akdeniz hidrokarbonları konusunda attığı tek taraflı ve haksız adımlar daha da yoğunlaştırılabilecektir. Hem CHP’nin hem de Ergenekoncu diye adlandırılan asker-sivil bürokrasinin bir kesiminin ve onların siyasi temsilcilerinin bu karar karşısında sessiz kaldıklarını görüyoruz. “Halkın manevi değerleri”yle ters düşmemek kaygısındaki CHP, resmi sözcüleri ağzından konuyu geçiştirirken, kimi CHP’liler Ayasofya’da namaz kılmaktan mutlu olacaklarını dahi açıkladılar. Avrasyacı kesimlerin temsilcisi Perinçek’in şu açıklaması iktidar blokunun çimentosuna da işaret etmiş oluyor: “Atatürk mevzisi Ayasofya değil, Mavi Vatan, Barış Pınarı ve 15 Temmuz FETÖ darbesine karşı mücadele mevzisidir.” “FETÖ darbesi” mevzusu bir tarafa, saydığı diğer iki husus, (yani Kürt hareketini ezmek, Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege’de TC’nin resmi pozisyonunu eleştirisiz savunmak) mevcut burjuva muhalefetin neden kendisini sık sık bu iktidarın gönülsüz payandası durumuna düşürdüğünü de açıklamış oluyor.
Libya savaşı ve Doğu Akdeniz’de paylaşım kavgası
Liberal yazarlar, diktatörlük rejimlerinin çıkmaza girdikçe dışarıda savaş aradıkları gerçeğini hatırlatarak, Erdoğan iktidarının militarizmini bu olguya dayandırıyorlar. Militarizmi ve ona bağlı olarak şovenist histeriyi körükleyerek iktidarını güçlendirmek bilinen bir burjuva siyasettir. Ne var ki böylesi bir siyaseti hedeflemekle hayata geçirmek aynı şey değildir. Büyük sermayenin en azından bazı kesimlerinin ve askeri-sivil üst bürokrasinin desteği olmaksızın hiçbir siyasal iktidar, kendi keyfi öyle istiyor diye böylesi bir politikayı hayata geçiremez. Demek ki, gerçekliğin bir kısmı Erdoğan’ın kendi koltuğunu koruma kaygısı olsa bile, mesele asla bundan ibaret değildir. Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşının parçası olan bir paylaşım savaşı yürümektedir ve TC bu savaşın bir tarafıdır. Egemenler bu savaştan kârlı çıkarak ileri bir adım atmayı, kendi varlıklarını güvence altına almayı ve bölgede sözü geçen bir güç haline gelerek emperyalist bir sıçrama yapmayı hedeflemekteydiler. Bu savaşta aldıkları tüm darbelere, sayısız zikzaklara, iki taraflı oynama girişimlerine rağmen elde ettikleri kısmi kazanımlar onları hâlâ bu doğrultuda ilerlemeye teşvik ediyor. Erdoğan ve temsil ettiği burjuva kesimler, bu hedefin en gözü kara savunucuları durumundadırlar. Erdoğan kendi siyasi kaderini de bu savaşın gidişatına bağlamış durumdadır. TC, hangi resmi adlandırmayı tercih ederse etsin, gerçekte üç ayrı ülkede farklı güçlerle savaş halindedir. Irak Kürdistanı’nda PKK’ye karşı savaşıyor ve orada onlarca üs kurmuş durumda. Suriye’de Rojava’da Kürt güçlerle, İdlib’te ise Suriye ve dolaylı olarak Rus güçlerle karşı karşıya. Libya’da ise Mısır-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) blokunu doğrudan, Rusya ve Fransa’yı ise dolaylı olarak karşısına almış durumdadır. Bu sonuncusunun da aslında bir parçası olduğu Doğu Akdeniz cephesinde ise gerginlik giderek tırmanmaktadır.
İçeride ekonomi çöküşün eşiğinde gezinirken, dışarıda paylaşım kavgasından pay kapmak için askeri operasyonlara hız veriliyor. Parasız savaş yürütülemeyeceğinden bir yandan da uluslararası odaklardan, Çin’den ve Katar’dan para dileniliyor. Libya Merkez Bankası da kendi döviz rezervini, “koruması için” TC Merkez Bankasına aktarıyor! Hedef büyük; Irak ve Suriye’de Kürtleri sindirmek, Suriye’nin paylaşımından ve Doğu Akdeniz hidrokarbonlarından pay kapmak, Libya petrollerinin kontrolünü ele geçirmek ve oradaki savaş sonrası yeniden inşa ihalelerini garanti altına almak. Eğer bunu sağlayabilirse Erdoğan “yeni Türkiye”nin kurucu lideri olarak adını tescil ettirecek ve Saray’daki iktidarını pekiştirecektir, en azından hayal budur. Hedef büyük olunca risk de büyük oluyor ve iktidar körüklediği paylaşım kavgasını halka kabul ettirebilmek için onu bir varoluş savaşı olarak takdim ediyor. Sonucun ne olacağını kesin bir şekilde öngörmek mümkün olmasa da, kendi adlarına kimi başarılar elde etmelerine rağmen hedefe giden yolun sayısız ciddi engellerle dolu olduğu apaçık ortadadır. Bir Alman gazetesindeki şu tespitler, aslında emperyalist hayallerle onları gerçekleştirmek için gerekli nesnel temel arasındaki uyumsuzluğa işaret ediyor: “Uzak ülkelerde savaşmak sadece bir cüretkârlık ve irade değil, aynı zamanda bir altyapı, askeri birlikler ve her şeyden önce Akdeniz boyunca işleyen bir tedarik hattı meselesidir. Türkiye ise bu sonunculardan yoksun.”[*]
İktidarın Libya’da izlediği politikanın emperyalist emelleri apaçık ortadadır. Haziran ortasında Libya’ya ziyarette bulunan üst düzey bir Türk heyetinin, enerji, bankacılık, inşaat ve kuşkusuz petrol konusunda savaş sonrasına dönük görüşmeler yaptığı biliniyor. Müteahhitler Birliği Başkanı şunları söylüyor: “Bu saatten sonra çok büyük iş çıkacak çünkü harap oldu maalesef Libya... Tahmin ediyorum en az 50 milyar dolar olur.” Krizle boğuşan bir ülke için ciddi bir meblağdır bu, tabii esas pastayı yani günde 1,2 milyon varil petrol ihracı potansiyelini de unutmayalım. İşte TC’nin Libya’da yürüyen savaşa müdahil oluşunun nedeni budur. Bunda hiç kuşkusuz Libya’da etkinliği artan Rusya’yı dengelemek için ABD’nin Türkiye’nin önünü açması ve Libya’ya daha doğrudan müdahale etmesine razı gelmesi büyük rol oynamaktadır. TC, gönderdiği SİHA’lar ve Suriye’den oraya transfer ettiği cihatçı çetelerle mevcut dengeyi bozmuş, savaşın gidişatını kendi desteklediği güçler lehine şimdilik değiştirmiştir. Ne var ki, bu durumun ne kadar süreceği belirsizdir. TC devleti savaşa daha açıktan ve doğrudan müdahil oldukça bölgede gerilim daha da artmaktadır. Almanya’nın da desteklediği Rusya’nın ateşkes çağrılarına Trablus hükümeti Türkiye’nin baskısı nedeniyle karşılık vermiyor. TC, güç dengesi kendi lehine dönmüşken savaşı ilerletmek ve Sirte ile Cufra’yı ele geçirmek istiyor; böylelikle Libya petrollerinin üretimini, ikmalini, rafine edilmesini ve ihracatını kendi denetimi altına almayı hedefliyor. Ama Mısır (ve BAE), Sirte’yi kırmızıçizgi ilan ederek aşılması durumunda Libya’ya doğrudan müdahale edeceği tehdidinde bulunuyor; hemen ardından da TC’nin kurmayı planladığı iki askeri üsten biri için seçilen Vatiyye hava üssü “kimliği belirsiz modern savaş uçaklarınca” bombalanıyor, TC’nin oraya sevk ettiği askeri mühimmat ve araçlar imha ediliyor, can kaybı ise belirsiz. Saldırının Savunma Bakanı Akar’ın Libya’ya yaptığı ziyarette imzalanan askeri anlaşmanın (bu anlaşmayla TC orada resmen askeri üs kurma ve dilediği an Libya’ya askeri müdahalede bulunma hakkı kazanmıştı) hemen ardından yaşanmış olması, TC’nin planlarına diğer güçlerin kolayca boyun eğmeyeceğinin açık kanıtıdır. Aynı günlerde Fransız savaş gemisiyle Libya’ya yasadışı silah taşıyan bir gemiyi korumak için görevlendirilen Türk savaş gemisinin Libya açıklarında karşı karşıya gelmesi ve sorunun NATO merkezine kadar uzanan bir askeri krize dönüşmesi de meselenin ne denli çetrefilli olduğunu göstermektedir.
AB’yle gerilim devam ediyor
Türkiye’nin AB’nin önde gelen ülkelerinin çoğuyla arasında türlü gerilim ve gerginlikler mevcut. Bunlara son dönemde, Türkiye’ye olan seyahat kısıtlamasının kaldırılmaması da eklendi. Gerek Almanya gerekse de AB Konseyi Türkiye’ye uyguladıkları seyahat kısıtlamasını yaz sonuna kadar sürdürme kararı alarak Türkiye’nin turizm sektörüne ağır bir darbe indirmiş oldular. Rusya’nın da benzer bir karar aldığını düşünecek olursak, bu, iktidarın bu kriz döneminde bel bağladığı yaklaşık 40 milyar dolarlık turizm gelirinden mahrum kalacağı anlamına geliyor. Bu kararları engellemek ya da geri çevirmek için girişilen diplomatik adımlardan da şimdilik bir sonuç çıkmış değildir. Erdoğan iktidarı, koronavirüs salgınıyla en iyi baş eden ülke olmakla övünedursun, Alman hükümeti, salgınla ilgili olarak Türkiye’nin ilan ettiği istatistikleri sağlıklı ve geçerli bulmadığını apaçık şekilde ifade ederek, kararlarının “siyasi değil, bilimsel nedenlere dayandığını” iddia ediyor. Erdoğan iktidarının sağlık alanındaki parlak başarısı ne denli palavra ise Alman hükümetinin bu açıklamasının da diplomatik bir gerekçe yani yalan olduğu o kadar açık olmalı. Mesele, koronavirüs değil, başta Alman burjuvazisi olmak üzere AB burjuvazisi ile Erdoğan iktidarı arasındaki kan uyuşmazlığı ve bilek güreşidir.
İktidarın beklentilerini kursağında bırakan bir başka gelişme ise Alman otomotiv devi Volkswagen’in (VW) Türkiye’de planladığı milyarlarca avroluk fabrika yatırımını tümüyle iptal etmesi oldu. İktidar bu yatırım için Türkiye’nin seçilmesi amacıyla VW’ye başta bedelsiz arazi olmak üzere sayısız süper teşvik, çeşitli muafiyetler, vergi indirimleri ve “makam aracı” olarak 40 bin araç satın alma garantisi vermişti. Böylelikle VW’yi Türkiye’ye çekerek, hem önemli bir yatırım olarak bunun reklamı yapılacak, hem işsizler ordusundan dört bin kişi eksiltilmiş olacak, hem de Türkiye’nin dünya otomotiv sektöründeki yeri daha da yukarı taşınmış olacaktı. Bu proje, geçtiğimiz sonbaharda TC askerlerinin Rojava’ya girmesi üzerine askıya alınmıştı. Bu dondurma kararında VW’nin yönetim kurulunun ya da Alman hükümetinin demokratik kaygıları rol oynamadı kuşkusuz. İktidarın beklentilerini suya düşüren, Almanya’nın solcu politikacılarının ve sendikalarının bu askeri operasyona tepki göstererek hükümeti ve VW’yi ağır bir baskı altına almalarıydı. Bir başka deyişle, Erdoğan iktidarı, yürüttüğü haksız savaş nedeniyle yerli işçi sınıfından değil ama Alman işçi sınıfından bir tokat yemişti. İşte geçen sonbahar dondurulan bu proje bugün artık tamamen iptal edilmiştir. Ama bu iptal kararının ardında da, VW yönetiminin “ekonomik kriz” gerekçesinden ziyade Almanya ile Erdoğan iktidarı arasında artan gerilimin rol oynadığını tahmin etmek zor değildir.
Her ne kadar AB’li kimi yetkililer, Erdoğan rejiminde “yargının bağımsızlığının, basın ve ifade özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı”nı defalarca açıklamış ve hatta TC ordusunun Rojava topraklarına dönük askeri operasyonlarını “sert bir şekilde” kınamış olsalar bile, AB’nin Erdoğan iktidarıyla olan probleminin demokratik hassasiyetlerden kaynaklandığını düşünmek saflık olur. Hiç kuşku yok ki, sosyalist partiler, sosyal-demokrasinin ilerici kanatları ve sendikaların bu konudaki hassasiyeti samimidir ve bu güçler kendi hükümetlerine azımsanmayacak bir basınç uygulamaktadırlar. Eğer AB’den demokratik hassasiyetlere değinen açıklamalar geliyorsa bunun en başta gelen nedeni bu sol kökenli basınçtır. Ancak AB hükümetlerinin tavrında belirleyici olan bu değil, göçmen sorununda, Ortadoğu’daki savaş sorununda, Kürt sorununda, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz sorununda Erdoğan iktidarının izlediği politikalardır. Yukarıda değindiğimiz üzere, son dönemde Erdoğan’ın Libya’daki savaşa doğrudan müdahil olarak AB’yi hepten etkisizleştirme girişimleri bu gerilimleri daha da büyütmektedir. Önümüzdeki günlerde toplanacak AB dışişleri bakanları zirvesinde Türkiye’ye dönük yeni yaptırımların karara bağlanması gündemdedir.
Kapitalizm tüm dünyada tarihsel ölçekte bir sistem kriziyle sarsılıyor. Burjuva iktidarlar bir yandan sistemin devamı için bir çıkış yolu ararken bir yandan da kendi siyasi geleceklerini güvence altına almaya çalışıyorlar. İşçi sınıfına saldırılar koronavirüs salgını bahane edilerek meşrulaştırılıyor, tüm ülkelerde otoriter eğilimler daha da güçlenmiş durumda. Zaten o yola çoktan girip süreci en ileri noktalarına taşıyanlar ise bu durumdan siyaseten yararlanmaya çalışıyorlar. Erdoğan iktidarının durumu budur. Bu doğrultuda hedeflerine varıp varamayacağını belirleyecek olansa uluslararası gelişmeler ve kuşkusuz sınıf mücadelesinin ne ölçüde keskinleşeceği olacaktır.
link: Oktay Baran, Çuvala Sığmayan Mızrak, 12 Temmuz 2020, https://marksist.net/node/6988