20. yüzyılın ikinci yarısı: Afro-Amerikalıların sivil haklar mücadelesi
2. Dünya Savaşında ABD ordusunda milyonlarca Afro-Amerikalı askerlik yapmıştı. Orduda en zorlu işlerde ve ön cephelerde savaşmış bu askerler “vatan uğruna” savaşırken bile ayrımcılığa uğramıştı. Hayatını feda etmeye gelince ön sıralara, vatandaşlık ya da askerlikle ilgili haklardan yararlanmaya gelince en arkalara itildiklerini görmüşlerdi. Orduda ırk ayrımcılığı sadece rütbe edinmeyle ya da verilen görevlerle ilgili değildi. Siyah askerlerin birlikleri ile beyaz askerlerin birlikleri bile ayrıydı. Yine de siyah askerlerin birliklerine beyaz subaylar komuta ediyordu. Yaralanan askerlere kan verilirken, siyah askerlere siyahlardan alınan kan, beyaz askerlere beyazlardan alınan kan verilmişti. Kanların karışmaması gerektiğini düşünecek kadar ırkçı bir anlayış derinlere işlemişti. Ordu birliklerinde askerlerin siyah-beyaz olarak ayrıştırılması 1948 yılında kaldırıldı. Siyahların ordu hiyerarşisinde yükselmesinin zorluğu ise bugün bile devam ediyor.
Oysa Afro-Amerikalılar, İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşından (1775-1783) bu yana Kuzey Amerika’nın giriştiği her savaşa katılmışlar, hemen her seferinde “özgürlük, eşitlik, sivil haklara kavuşmak” gibi vaatlerle kandırılmışlar ve kullanılmışlardı. Savaş sonrası vaatler unutulur, bir sonraki savaşta yeniden siyahların kanına başvurulurdu.
2. Dünya Savaşında yer alan 3 milyon Afro-Amerikalı asker emekli olup evlerine dönüyordu. Terhis olan bu askerler ülkeleri için fedakârca savaştıklarına inanıyor; eşit vatandaşlık haklarına kavuşmayı, ırksal ezilme ve aşağılanmanın son bulmasını istiyorlardı. Nazi ırkçılığına karşı savaşmış, orduda maruz kaldıkları ayrımcılığa karşı bilenmiş olarak evlerine dönen bu askerlerin eski ırkçı normları kabullenmeye hiç niyetleri yoktu.
Savaş döneminde de Afro-Amerikalı nüfusun Kuzey eyaletlerine ve Büyük Okyanus kıyı şeridine doğru göçleri devam etmişti. Artık sadece pamuk tarlalarında çalışmıyorlardı. Güney eyaletlerinde bile daha ziyade şehirlerde yaşar hale gelmişlerdi. Sosyolojideki bu değişim, ilerleyen yıllar boyunca yükselecek sivil haklar hareketlerinin “kentli” olmasını sağlayacaktı.
ABD’nin 2. Dünya Savaşından emperyalist-kapitalist sistemin hegemon gücü olarak çıkması, sınıf mücadelelerinin ve tüm toplumsal hareketlerin seyrini etkileyecekti. İki kutuplu dünya oluşuyordu. ABD dünya kapitalizminin bekçisi, anti-komünist histerilerin merkeziydi artık. 1940’ların sonlarından 50’li yılların sonlarına kadar ABD egemenleri “kızıl tehlikeyi” bertaraf etmek için anti-komünist kampanyalara girişmişlerdi. McCarthycilik olarak anılan bu dönemde, gerek özel gerekse de devlet kurumları tarafından komünist olduğundan şüphelenilen herkese yönelik saldırgan soruşturmalar yürütülmüştü. Ekonominin hızla büyüdüğü, işsizliğin azaldığı, çalışanların refah düzeyinin genel olarak arttığı bu dönemde sosyalist hareket fena halde geriletilmiş, toplumdan soyutlanarak marjinal hale gelmiş; sendikaların tepesine çöreklenen bürokrasi düzenle bütünleşmişti. Bu koşullar, Afro-Amerikalıların savaş sonrası gelişecek mücadelelerinin burjuva demokratik sınırlarla çevrelenmesine yol açacaktı.
“Ayrı” ama “eşit”
Irkçılığın en zalim ve vicdansız biçimleri elbette Güney eyaletlerinde yaşanıyordu. Ancak bir bütün olarak ABD kapitalizmi ırk ayrımcılığının günahlarına ortaktı. İç savaşın sona erdiği 1865 yılından 1870 yılına kadar “yeniden yapılanma” için anayasada 3 kez değişiklik yapılmıştı (ünlü 13, 14 ve 15 no’lu değişiklikler). 1868 yılındaki anayasa değişikliğiyle birlikte “ayrı ama eşit” (separate but equal) diye adlandırılan doktrin kabul edilmişti. Bu doktrine göre kamu hizmetleri ve tesisler ırklardan her birine eşit olarak sunulduğu müddetçe, devlet ve yerel hükümetler “icap ettiği ölçüde” bunları ırklara göre ayrıştırarak sunabilirdi. ABD başkanı Abraham Lincoln anayasa değişikliklerini egemen sınıfların siyasetçilerine özgü ikiyüzlülükle, süslü laflar eşliğinde pazarlamıştı: “Bu değişikliklerle Birleşik Devletler yarı-köle yarı-özgür bir ülke olmaktan kurtulmuş, «özgürlüğün nimetleri» azat edilmiş köleler dâhil tüm nüfus için anayasal garanti altına alınmıştır.”
Oysa Güney eyaletleri siyah ve beyazların tüm yaşam alanlarını ayrıştıran yasaları “ayrı ama eşit” doktrinine dayandırmıştı. 1950’lere gelindiğinde ırk ayrımcılığını somutlayan Jim Crow[1] yasaları halen yürürlükteydi. Gerek kamuda gerekse de özel sektörde siyahlarla beyazların aynı tesislerden ve hizmetlerden beraber yararlanması mümkün değildi. Mahalleler, hastaneler, eğitim kurumları, hatta toplu ulaşım araçları dâhil her alanda ırk ayrımı sürüyordu. Afro-Amerikalıların yolun neresinden yürüyeceği bile belirlenmişti. Nerede konuşabilecekleri, dinlenebilecekleri, su içebilecekleri yasalarla sınırlanmıştı. Afro-Amerikalılar, beyazların yediği yerde yemek yiyemez, beyazların kullandığı tuvalete giremezdi. Öldüklerinde beyazların gömüldüğü mezarlığa bile gömülemezlerdi.
Devletin ya da yerel hükümetlerin Afro-Amerikalı vatandaşlara kamu hizmetlerini “ayrı da olsa eşit” sunma iddiasının ise gerçek yaşamdaki karşılığı utanç verici bir ayrımcılıktan başka bir şey değildi. Örneğin resmi raporlara göre 1930’larda, nüfusun %42’sini siyahların oluşturduğu Florida eyaletinde, Afro-Amerikalıların okudukları okulların ellerindeki varlıkların toplam değeri 5 milyon doları bile bulmazken, beyazların okullarının elindeki varlıkların toplam değeri 70 milyon doları aşıyordu. Afro-Amerikalı çocukların kimi mahallelerde okulu bile yoktu; kiliselerde ders görüyorlardı. Siyah okullarının çoğunda da su, tuvalet, sıra, karatahta gibi eğitim için en temel gereçler bile bulunmuyordu. Afro-Amerikan nüfusun beyaz nüfusa hemen hemen denk olduğu bir eyalette çocukların okuduğu okulların ellerindeki varlıkların değerleri arasındaki bu 14 kat fark “ayrı ama eşit” doktrininin toplumsal yaşamdaki tezahürünün basit bir örneğidir.
1870’te gerçekleşen anayasa değişikliği Afro-Amerikalıların oy kullanma haklarını güvence altına almıştı. O zamanlar Cumhuriyetçi Parti kuzeydeki burjuvaziyi, Demokrat Parti ise güneydeki toprak sahiplerini temsil ediyordu. Cumhuriyetçilerin seçim kazanmayı garantilemek üzere siyahların oylarına ihtiyacı vardı. Oy hakkının güvence altına alınması için ısrarları bu yüzdendi. 1890’lara gelindiğinde koşullar değişmişti. ABD’de müesses nizamı değiştirmek isteyen halkçı partiler ortaya çıkıyor, ırk ayırt etmeksizin tüm yoksulların oylarına talip oluyordu. Yüksek mahkeme, oy hakkını güvence altına alan anayasa maddesini artık “daha farklı” yorumlamaya başlayacaktı. Eyaletler vatandaşlara seçmen kütüğüne yazılabilmek için bazı şartlar getirmeye başladılar. “Poll tax” (kelle vergisi) denilen bir vergiyle her vatandaşa, devlete sabit bir para ödeme yükümlülüğü getirilmişti. Bu vergiyi ödeyemeyen bireyler seçmen kütüğüne yazılamaz yani oy kullanamazdı. Böylelikle ABD kapitalizmi, yoksulları ve tabii ezici çoğunluğu yoksul olan Afro-Amerikalıları seçmen kaydetme ve oy kullandırma derdinden kurtuluyordu. Yoksulları ve Afro-Amerikalıları seçim sandığından uzak tutmanın bir diğer yöntemi de dilbilgisi sınavıydı. Dilbilgisi sınavına tabi tutularak vatandaşların okuma-yazma becerileri ölçülüyor, sınavda muvaffak olamayanlar seçmen olma hakkı elde edemiyordu. Gerek seçim sisteminin alternatif partilerin önünü kesecek biçimde düzenlenmiş olması, gerekse de bu tür uygulamalar, Afro-Amerikalıları seçim sandıklarından soğutacak, bu soğukluk onyıllar boyu devam edecekti.
2. Dünya Savaşı bittiğinde köleliğin kaldırılmasının, özgür ve eşit vatandaşlığın ilan edilmesinin üzerinden neredeyse 80 yıl geçmişti. Ama iç savaştan siyahlara miras kalan, “bir hazin hürriyet”ten başka bir şey değildi.
1946’da Tennessee’de ırkçı gerilim ve çatışma
Savaşın bitimini takip eden aylarda ırkçı gerilim yeniden artmaya başlamıştı. Şubat 1946’da Tennessee eyaletinin Columbia kentindeki bir dükkânda, siyah bir kadınla donanmadan emekli asker oğlunun (James Stephenson) beyaz bir tezgâhtar ile radyo tamiri konusundaki basit bir anlaşmazlığı ve kavgası, ırk temelli bir çatışmaya dönüşmüştü. Stephensonlar, kırılan cam ve çıkan kavga yüzünden huzuru bozdukları gerekçesiyle para cezası ödemeye mahkûm edildiler. Ancak ırkçılar, bir beyaza kafa tuttuğu için Stephenson’a bedel ödetmek istiyordu. Kavga ettiği tezgâhtarın babasının iftirası üzerine James Stephenson adam öldürmeye teşebbüsle suçlandı. Fakat kısa sürede suçsuz bulunarak serbest kaldı. Bu durumu hazmedemeyen beyaz ırkçı çeteler toplanıp Afro-Amerikalıların yaşadığı Mink Slide mahallesini tehdit edecek ama bu sefer Afro-Amerikalılar da direnmek için silahlı olarak toplanacaktı. Bölgeye gönderilen polis devriyesine ateş açılacak, 4 polis yaralanacaktı. Polislerin yaralanması üzerine polis güçleri beyaz ırkçı çetelerle birlikte Mink Slide mahallesini bastı. Evlere rastgele ateş açıldı. Yüzlerce ev izinsiz olarak basıldı, arandı, tarumar edildi. Silahlara el konuldu, kıymetli eşyalar yağmalandı. Yüzden fazla siyah gözaltına alındı. Polis 2 kişiyi gözaltında katletti. 25 siyah, polise ateş etmekle suçlandı. Kanıt olmamasına rağmen 2’si suçlu bulundu. Beyazlardan oluşan mahkeme jürisi elbette cinayet işleyen polisleri suçsuz buldu. Her zamanki gibi, siyahlar en sert biçimde cezalandırılırken beyaz suçlular cezasız kaldı. Mahkemelerde siyahlara vekâlet eden insan hakları savunucusu avukatlar bile sürekli olarak polislerin ve ırkçı çetelerin baskı ve tacizlerine maruz kalmışlardı. Ne de olsa Tennesse, Ku Klux Klan’ın kurulduğu yerdi.
Brown davası
1954 yılına gelindiğinde Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi[2] devlet okullarının ırklara göre ayrıştırılmış olmasının anayasaya aykırı olduğuna hükmetti. Yüksek Mahkeme ayrıştırılmış okulların niteliklerinin eşit olmadığını da tescilledi ve eyaletlere ırk ayrımcılığına derhal son vermelerini emretti.
Yüksek Mahkemenin böyle bir karar verebilmesi için yıllar süren hukuk mücadeleleri verilmişti. Siyah Haklarını Geliştirme Derneği (NAACP) siyahların eğitim haklarından eşit faydalanamaması gerekçesiyle çok sayıda dava açmış ve pek çok mahkeme siyah okullarıyla beyaz okulları arasındaki eşitsizliği tescillemek zorunda kalmıştı. Mahkemeler, ırk ayrımcı eğitimin eşitsizlik yarattığını kabul etmek zorunda kalıyordu. Kansas’ta Topeka semtinde oturan Brown ailesi, kızları evlerinin yakınındaki beyazların okuluna kabul edilmediği için aynı semtte oturan 12 Afro-Amerikalı aileyle birlikte 1951 yılında toplu dava açmıştı. Yıllar süren hukuk mücadelesi sonucunda 1954 yılında “ayrı ama eşit” doktrininin devlet okullarında uygulanmasının anayasaya aykırı olduğu resmen kabul ettirilmişti. Bu sonuç, NAACP’nin sürdürdüğü hukuk mücadelesi açısından önemli bir başarıydı. Bireysel ya da toplu olarak açılan “stratejik davalar” yoluyla toplumsal değişime etkide bulunmak bu hareketin temel mücadele yöntemiydi.
Yüksek Mahkemenin bu kritik kararı sadece stratejik davalar sayesinde elde edilmiş bir sonuç değildi. ABD ile SSCB arasında “soğuk savaş” kızışıyordu. ABD “hür dünyanın” liderliğine soyunmuştu. Nazi ırkçılığıyla birlikte her tür ırkçılığın kınandığı bir dünya konjonktürü söz konusuydu. UNESCO’nun (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü) 1950 tarihli “Irk Sorunu” başlıklı bir deklarasyonunda ırkçılık kınanıyor ve mahkûm ediliyordu. Pek çok ülkeden dünya çapında ünlü akademisyen bu deklarasyonun altına imza atmıştı. Yüksek Mahkemenin yargıçları ırk ayrımcılığının ABD’nin uluslararası imajına zarar verdiğinin farkındaydılar. Yargıçları bu tür kararlar almak zorunda bırakan asıl etken anayasada tanımlanmış vatandaşlık hakları ya da NAACP’nin stratejik davaları ve hukuki manevraları değil, “soğuk savaş” ve ABD emperyalizminin imajı meselesiydi. Yani yargıçların kararları hukuki değil siyasiydi.
Okullarda siyah ve beyaz çocukların kaynaşması ve ırk ayrımcı yapının zedelenmesi Güneydeki ırkçı egemenler tarafından kabul edilemez bir gelişmeydi. Güneydeki pek çok yerel hükümet ve politikacı okulların ırk temelinde ayrılmasını yeniden sağlamak üzere “Kitlesel Direniş” diye adlandırdıkları bir planı devreye sokacaklardı. Ancak Güneyli egemenlerin çıkarları ve ırkçı kaprisleri ABD emperyalizminin uzun vadeli çıkarlarından üstün değildi. ABD başkanı Eisenhower’ın Yargıtay başkanlığına aday gösterdiği Earl Warren 1954’de Amerikan Barolar Birliğinde yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Tüm diğer ülkelerinki gibi Amerikan sistemimiz hem yurtiçinde hem de yurtdışında yargılanıyor (test ediliyor). (…) Ruhunu Haklar Yasası ile koruduğumuz anayasamızı övgü nesnesi haline getirmek uzun vadede (düzenimiz açısından) stoklarımızdaki hidrojen bombalarından daha fazla işe yarayacaktır.”
İç politika ile dış politikanın birbirinden ayrı düşünülemeyeceği gerçeği ABD’deki ırk ayrımcılığı sorununda da kendisini apaçık gösterir. Aralık 1952’de Adalet Bakanlığı bünyesinde hazırlanmış bir rapor Truman yönetiminin iç politikaya dair yaklaşımlarında dış politikaya dair kaygılarının ne ölçüde ağırlığı olduğunu ele veriyor. Raporda okulların ırk temelinde ayrıştırılmış olmasının “soğuk savaş” rekabetinde, ABD’nin özellikle Afrika’da bağımsızlığını kazanmış, beyaz olmayan halkların çoğunlukta olduğu eski sömürge ülkelerin dostluğunu ve bağlılığını zedelediği vurgulanıyordu. Başsavcı James Mc Granery “ABD’de azınlıklara karşı ayrımcılığın varlığı diğer ülkelerle ilişkilerimizi olumsuz etkiliyor. Irk ayrımcılığı komünist propagandaya kazanç sağlıyor” diyordu.
Dönemin Dışişleri Bakanı Dean Acheson’un, “Amerika Birleşik Devletleri, çeşitli ayrımcılık uygulamaları nedeniyle yabancı basında, yabancı radyoda ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası organlarda sürekli saldırı altındadır” sözleri dış dünyanın basıncını yansıtıyordu.
Afrika kıtası 2. Dünya Savaşı sonrası sömürgecilikten kurtulmanın sancılarını yaşıyordu. Kıtanın ekonomisi hızla büyüyor, dünya ekonomisiyle entegrasyonu ivme kazanıyordu. Afrika’da “beyaz adam” yüzyıllar boyu ırkçılıkla, sömürgecilikle ve kapitalizmle özdeşleşmişti. Afrikalı aydınların duygu ve fikir dünyasında bağımsızlıkçılık, milliyetçilik, kalkınmacılık ve sosyalizm gibi kavramlar iç içe geçmişti. “Afrika sosyalizmi” olarak anılan, özünde bağımsızlıkçı ve kalkınmacı fikirlere dayanan akımlar yükselişteydi. SSCB tam da bu kesimleri yanına çekecek “yeni-sömürgecilik” gibi argümanlar üretiyordu. Bir yanda “soğuk savaş”, öte yanda kara Afrika’nın özgün durumu, ABD emperyalizmini, Afro-Amerikalılara yönelik ırkçılığı açıkça ele veren yasaları, eskisi gibi sürdürmekten alıkoyuyordu.
ABD emperyalizminin dünya kapitalizminin liderliğini üstlenmesi ve imajını düzeltme mecburiyeti, düzeni ırkçılıktan tavizler vermek zorunda bırakıyordu. Ancak ABD’de demokratik haklar için mücadele edenlerin işi hiçbir dönem kolay olmadı. Mahkemelerde mücadele yürütebilmek için para gerekiyordu. Sosyal demokrat eğilimli Walter Reuther liderliğindeki 5 milyon üyesi olan Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası; işçi hakları, sivil haklar, kadın hakları, sağlık hakkı, parasız eğitim, sosyal konut, çevre kirliliği, nükleer silah karşıtlığı gibi amaçlarla mücadele eden sivil toplum örgütlerine para yardımı yapıyordu. Reuther’in 4 dönem başkanlığını yürüttüğü işçi sendikası, mahkeme masraflarına destek olmak için NAACP’ye 75 bin dolar bağışlamıştı. Kapitalist düzeni ehlileştirmenin ötesinde bir perspektifi olmayan, demokratik reformları savunan ve sivil haklar hareketinin yanında yer alan Reuther, iki kez suikasta uğramış ve şans eseri hayatta kalmıştı.
Brown davası, mahkeme kararlarının ya da yasal düzenlemelerin sosyal hayatta ırk ayrımcılığını ne ölçüde ortadan kaldırabildiğine dair çarpıcı bir örnektir. Okulların ırklara göre ayrıştırılması Yüksek Mahkeme kararıyla 1954’de kaldırıldı. Artık siyahlar da beyazların okuduğu okullara gidebileceklerdi. Ancak bu yasal düzenlemeden 10 yıl sonra bile ayrımcılığın kaldırıldığı beyaz okullarına siyah çocukların sadece %2,3’ü gidebiliyordu. ABD’li egemenler ırk ayrımcı uygulamaları kâğıt üzerinde kaldıran olumlu yöndeki yasal değişikliklerin toplumsal yaşama pek az yansıyacağını gayet iyi biliyorlardı.
Yüksek Mahkeme 1944 yılında da önseçimlere sadece beyazların katılmasını yasaklayan bir karara imza atmıştı. Ancak aradan 10 yıl geçtikten sonra bile Güney eyaletlerinde siyahların bıraktık ön seçimlere katılmasını, seçmen kaydı yaptırabilmeleri için bile mücadele edilmesi, bedeller ödenmesi gerekiyordu.
Lamar Smith ve Emmett Till cinayetleri, sivil haklar mücadelesinin başlamasını ateşleyen, toplumsal hafızaya kazınmış trajik cinayetler olarak tarihe geçecekti.
Lamar Smith ve Emmett Till cinayetleri
Lamar Smith, savaş gazisi 63 yaşında siyah bir çiftçi, aynı zamanda oy hakkı aktivistiydi. Seçmen kaydı yaptıramamış siyahlara form doldurmaları için yardımcı oluyordu. 13 Ağustos 1955’de seçmen kaydı başvuru formlarını teslim etmek üzere adliyeye gitti. Adliye’nin girişinde 3 faşist önünü kesti. Lamar Smith, formları teslim etmemesini emreden faşistlere boyun eğecek bir adam değildi. Saldırdılar, direndi. Faşistler güpegündüz adliyenin kapısının önünde herkesin gözü önünde tabancayla vurarak katlettiler Smith’i. Kendisinden önce de nice oy hakkı aktivisti faşistler tarafından alçakça katledilmişti. Sıranın kendine geldiğini biliyordu. Yaşamından endişe eden yakınlarına, ölümü göze aldığını söylemişti öldürülmeden günler öncesinde.
Şerif dâhil yaklaşık 30 kişinin gözü önünde, adliye girişinde güpegündüz cinayet işleyen faşistler, tamamı beyazlardan oluşan mahkeme jürisi tarafından suçsuz bulunarak serbest bırakıldılar. Katillerin cezasız kalmaması için hukuk mücadelesi uzun yıllar sürecek, ancak sonuç elde edilemeyecekti. Cinayetten 61 yıl sonra, 2016 yılında ABD Adalet Bakanlığı, katillerin hepsi öldüğü için dava dosyasını kapattı.
Tarihte bazı olaylar kritik dönüm noktaları haline gelirler. Tek başlarına ele alındıklarında benzer vakalardan sadece biriymiş gibi görünürler. Ancak toplumdaki birikmiş çelişkileri açığa çıkartır, kitlelerin öfkelerini dışa vurmalarına vesile olurlar. Emmett Till vakasının Afro-Amerikalı kitleler üzerinde yarattığı etki de bu açıdan önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Mississippi’den Chicago’ya göç etmiş bir ailenin 14 yaşındaki oğlu Emmett Till, 1955 yazında akrabalarını görmek için Mississippi’ye gitmişti. Yola çıkmadan önce annesi, Chicago’da doğup büyümüş, Güneyi tanımayan oğluna sıkıca tembih ediyordu: “Chicago ve Mississippi 2 ayrı dünyadır. Orada beyazların önünde nasıl özenli hareket etmen gerektiğini bilmelisin.”
Annesine “anladım” demişti ama Chicago’da yetişmiş, ergenlik çağındaki bu genç çocuk, Güneyde beyaz bir kıza asla bakmaması gerektiğini, bakarsa başına neler gelebileceğini elbette anlayamamıştı. Aile dükkânının tezgâhına bakan 21 yaşındaki Carolyn Bryant’a kur yapmış, bir iddiaya göre de ıslık çalmıştı. Dükkândaki olaydan birkaç gün sonra silahlı adamlar gelip Emmett Till’i amcasının evinden alıp kaçırdılar. Vahşice dövülen ve tanınmaz hale getirilene kadar işkence edilen çocuk infaz edilip vücudu nehre atıldı. Üç gün sonra bulunan ceset, cenaze töreni için Chicago’ya annesinin yanına gönderildi. Anne, Mamie Till Bradley çocuğunun cenazesini yüzü açık tabutta kaldırdı.
Irkçı vahşetin 14 yaşında bir çocuğu ne hale getirdiğine tüm dünya şahit oldu. Ülke çapında Güneydeki siyahların sivil haklardan mahrum yaşamak zorunda kalışı ve ırkçı şiddet gündeme geldi. Güneydeki yerel gazeteler bile Till’e uygulanan vahşeti kınamak ve adalet çağrısı yapmak zorunda kaldılar. Öte yandan bu gazeteler Mississippilileri savunma kılıfı altında katillere destek vermeyi sürdürdüler.
Eylül 1955’te tamamı beyazlardan oluşan jüri, amcasının evini silahla basıp Till’i kaçıran iki katili suçsuz buldu. Katilleri beraat ettiren jüri üyelerinden biri, “soda içmek için ara vermeseydik kararı açıklamamız 67 dakika sürmezdi” diyecek kadar yüzsüzdü. 1956’da bu iki katil bir dergiye verdikleri röportajda cinayeti açıkça itiraf edeceklerdi. İşledikleri cinayeti gayet normal buluyorlardı.
Emmett Till, faşist ruhlu ırkçı canilerin katlettiği binlerce kurbandan sadece biriydi. Chicago’daki cenazeye katılan on binler, öfkeyle dolan milyonlar, çeşitli anma etkinliklerine ve protesto yürüyüşlerine katıldı. Till için Montgomery’de Martin Luther King öncülüğünde gerçekleşen yürüyüşe katılan Rosa Parks isimli kadın, ileride sivil haklar mücadelesinin simge isimlerinden biri haline gelecekti.
Till’in işkence edilmiş cesedinin fotoğrafını görüp öfkelenen Louisville, Kentucky’den iki genç, demiryolunu tahrip ederek bir lokomotifin raydan çıkmasına neden olmuştu. Bu öfkeli gençlerden biri daha sonraları ünlü bir boksör olacak ve Muhammed Ali ismini alacak olan Cassius Clay idi.
Afro-Amerikalı kitleler artık sadece mahkeme salonlarında yürüyen hukuk mücadeleleriyle yetinemezdi. Çok daha ileri adımlar atma iradesi olgunlaşmıştı. Ayrımcı uygulamalara karşı sivil itaatsizlik ve inatçı bir kitle direnişi, gelecek aylarda patlak verecek mücadelelerin yöntemi olacaktı.
(devam edecek)
[1] Jim Crow: Thomas D. Rice tarafından 1830’larda yaratılmış bir tiyatro karakteridir. Irkçı-köleci egemen zihniyetin Afro-Amerikalı köleleri aşağılamak üzere türettiği bu karakter, paçavralar giymiş, hırpani şapkalı, yırtık ayakkabılı, tembel, ahmak, cahil bir tipoloji olarak resmedilmiştir. Köleliğin kaldırılmasının hemen ardından Güney eyaletlerinde kabul edilen ırkları sosyal hayatta ayrıştırmak üzere çıkarılan yasalara verilen isim.
[2] Yüksek Mahkeme, ABD’de eyalet yasalarını ve hukukunu federe devletin anayasasına uygunluk açısından denetleme yetkisine sahip yüksek yargı organıdır. Türkiye’deki Anayasa Mahkemesine benzetilebilir.
link: Serhat Koldaş, ABD’de İsyan Büyüyor, Tarihsel Kavga Devam Ediyor /3, 17 Temmuz 2020, https://marksist.net/node/6990