Geçtiğimiz Kasım ayı I. Dünya Savaşının resmen bitişinin 100. yıldönümüydü. Dünyanın emperyalist güçler arasında nüfuz alanları temelinde yeniden paylaşılması amacıyla yürütülen bu savaşa o günkü devletlerin yarısı dâhil olmuştu. Aslen Avrupa ve Osmanlı coğrafyasında yürütülmesine rağmen bu savaşa “dünya savaşı” adı verilmesinin nedenlerinden biri de buydu. Bu büyük savaş, yerel ya da bölgesel bir ihtilafı çözmek üzere değil, tüm dünyanın yeniden paylaşılması amacıyla çıkarılmıştı ve tam da bu nedenle dönemin Marksistleri bu savaşı “emperyalist paylaşım savaşı” olarak adlandırmışlardı.
Bu büyük savaş, burjuva ideologların parlak bir gelecek vaat ettiği, hatta dönemin reformist sosyalistlerinin de barışçıl bir gelişme içerisinde kapitalizmin tedricen dönüştürülerek aşılabileceği düşüncesini pazarladığı bir dönemde patlayıvermişti. Bu savaşta 17 milyona yakın insan katledilmişti ki bunun 6,5 milyonunu siviller oluşturuyordu. Bu denli korkunç bir tablo o zamana kadarki hiçbir savaşta görülmemişti. Başlangıçta kısa sürede bitecek diye düşünülmesine rağmen uzayıp giden savaş, kentlerin tahrip olması, milyonların katledilmesi, zorunlu iskânlar, nüfus mübadeleleri, soykırımlarla iç içe geçerek ilerlemiş ve savaşan tüm ülkelerin halklarında büyük bir travmayla birlikte muazzam hoşnutsuzluklara da yol açmıştı. Üstelik bu hoşnutsuzluk dalgası Rusya’da devasa bir devrime dönüşmüştü. İşin aslına bakacak olursak, savaşı bitiren de Batı burjuvazisinin yükselen bu hoşnutsuzluk dalgasının kendi topraklarında da devrime dönüşmesinden duyduğu korkuydu.[1]
Savaşa son veren proleter devrim ve ayaklanmalardı
Hiç kuşku yok ki, devrim tehdidini alabildiğine büyüten faktörlerin başında, iktidarı ele geçirmiş Rus proletaryasının tüm dünyaya yaydığı barış, işçilerin kardeşliği ve devrim çağrısı geliyordu. Bu çağrıların en çok yankılandığı ülkelerden biri de, savaşın ana taraflarından biri olan Almanya idi. Almanya, gerçekte savaşı sürdürebilecek maddi-teknik imkânlara sahipti. Savaşta ağır yenilgiler almamış, tersine, Rusya’nın savaştan çekilmesiyle Doğu Cephesinde daha da ilerleme kaydederek konumunu pekiştirmişti. Batı Cephesinde ise işgal ettiği Fransa topraklarını elinde tutmaya devam ediyordu. Ancak ülke içinde devrimci durum giderek güçleniyordu; 1918 yılının başından itibaren işçiler kendi konseylerini kurarak ayaklanırlarken askerler arasında da sayısız isyanlar patlak veriyordu. Kasım ayına gelindiğinde bu tepkiler en üst düzeye ulaşmış ve devrim kapıyı çalmıştı. Burjuvazi, İmparatoru tahttan inmeye razı ederek Cumhuriyeti ilan etmiş, hükümet sosyal-demokratların eline teslim edilmişti. Buna rağmen Almanya, Rosa ve Liebknecht’in başını çektiği Spartakistlerin önderliğinde patlak veren devrimci ayaklanmayla sarsılıyordu. Devrimin daha da ilerlemesinden korkan burjuvazi ve Alman Genel Kurmayı savaşa derhal son verecek bir ateşkesi imzalamaya işte bu gelişmelerden ötürü razı oldu. Ateşkesle birlikte cepheden dönen birliklerin bir kısmı, bu ayaklanmayı kanla bastırmak için kullanılacaktı![2]
Böylelikle 1914 ilâ 1918 arasında süren Dünya Savaşı, 11 Kasım 1918’de Paris’te imzalanan ateşkesle resmen sona erdi. Gerçekte ise kapitalist büyük güçleri savaşa sürükleyen temel sorunlar çözülmeden kalmış, Ekim Devrimiyle somutlanan proleter devrim tehdidi nedeniyle burjuvazi kendi arasındaki savaşı sürdürmeye cesaret edememiş, ara vermek zorunda kalmıştı. Emperyalist güçler, yeni kurulan işçi iktidarını yok etmek için devrimci Rusya’nın üzerine çullandılar. Çok ağır bedeller ödemek zorunda kalmasına rağmen işçi iktidarı bu saldırı ve iç savaştan zaferle çıkmayı başarmıştı.
I. Dünya Savaşını doğuran hegemonya krizi bu savaşın sonucunda bir çözüme bağlanamamıştı. İngiliz emperyalizmi, I. Dünya Savaşı öncesinde sarsılan ve sorgulanan hegemonyasını, savaşın galiplerinden olduğu için şeklen korur gibi gözükse de aslında çok daha yıpranmış durumdaydı ve bu durumun devam etmesi mümkün değildi. Bir yanda muazzam bir yükseliş içerisindeki ABD emperyalizmi, diğer yanda da yenilmiş olmasına rağmen iddiasından vazgeçmemiş ve kendisini kısa süre sonra faşizmin demir ökçesinin sunduğu koşullarda hızla ayağa kaldıracak olan Alman emperyalizmi, hegemonyası sarsılan İngiliz emperyalizminin koltuğuna oturma arzusundaydılar. I. Dünya Savaşının çözemediği sorun II. Dünya Savaşıyla çözüldü. İngiliz emperyalizminin tahtında artık ABD emperyalizmi oturacaktı.
Gerek ilk gerekse de ikinci savaş Alman emperyalizminin İngiliz emperyalizmiyle giriştiği hegemonya mücadelesiyle belirlenmiş[3], her iki savaş da ABD emperyalizminin sonradan dâhil oluşu ve güç dengesini değiştirmesiyle sona ermişti. Bugünse yeni bir dünya savaşını başlatan ABD emperyalizmidir. Halen onun ekonomik ve askeri gücüne tek başına meydan okuyabilecek bir güç ortada bulunmasa da, ABD emperyalizmi nicedir bir gerileme içindedir ve rakipleri daha da güçlenmeden onların önünü kesmek ve sarsılan hegemonyasını yeniden sağlamlaştırabilmek için yeni bir dünya savaşı başlatmıştır. Her ne kadar bu savaş çok daha öncesinde başlamış olsa da, Trump’ın seçim kampanyasının “Yeniden Büyük ABD” sloganı, aslında bu savaşın adı geç konulmuş mottosu olarak görülebilir.
Egemenlerin barış nutukları emperyalist savaşı gizlemek içindir
I. Dünya Savaşının bitiminin yıldönümü olan 11 Kasımda, 72 ülkenin liderleri Paris’te bir araya geldiler. Barış üzerine bolca nutuk atıldı, timsah gözyaşları döküldü. Burjuva liderler, sanki savaşı çıkartan temsil ettikleri kapitalist düzen değilmiş gibi, sanki temsil ettikleri ülkelerin bu savaşın çıkmasında hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi, büyük bir ikiyüzlülükle, “bir daha asla” temennisini terennüm ettiler. Ama içinden geçilen süreç emperyalistler arasındaki kapışmayı o denli keskinleştirmiş durumda ki, bu palavralar, sahte gözyaşları ve temenniler, emperyalistler arasındaki çelişkilerin her zamankinden fazla dışa vurmasını, liderler arasındaki atışmaları örtbas etmeye yetmedi.
Paris’teki Barış Forumundan hemen önce Fransa cumhurbaşkanı Macron’un bir AB ordusu kurma çağrısı, AB ile ABD arasındaki gerilimi daha da arttırmış görünüyor. Zira sonradan yalanlayıp arkasında durmasa bile, Macron’un çağrısı, “kendimizi Çin, Rusya ve hatta Amerika Birleşik Devletleri’ne karşı saygı sınırları içerisinde korumamız gerekiyor” şeklindeydi. Trump’tan gelen tepki ilginçti: ABD’yi tehdit olarak görüyorsunuz ama her iki dünya savaşını da Almanya çıkardı, ABD olmasaydı Paris’te Almanca öğrenmeye başlayacaktınız! Gelen tepkiler karşısında geri adım atarak esasen Rusya’dan kaynaklı tehditlere işaret eden Macron, önerisinin son halini şu şekilde formüle edip temellendirdi: “Gerçek bir Avrupa ordusuna sahip olmadıkça Avrupalıları koruyamayacağız. Tehditkâr olabileceğini gösteren ve sınırlarımıza dayanmış bir Rusya'ya karşı daha egemen, ABD'ye bağımlı olmayan ve tek başına kendini savunan bir Avrupa'ya ihtiyacımız var.”
İşin ilginç yanı, tam da kendi ülkesi bir tehdit olarak gösterilirken Rus lider Putin’in Avrupa ordusu fikrine destek vermesiydi. Putin, nasıl TC ile ABD arasındaki ihtilafları kaşıyarak NATO’yu zayıflatmaya çalışıyorsa, aynı şekilde ABD ile AB arasındaki çatlağı da büyüterek aynı hedefi gözetiyor. Almanya’yı Fransızların gözüne sokarak yaptığı tarihsel hatırlatmayla Trump’ın da AB’nin iç çelişkilerini kaşıma taktiğini güttüğünü görüyoruz. Şurası açık ki, ABD ile Almanya arasındaki ihtilaf yeni olmadığı gibi, dönemin esas belirleyenlerinden biridir. Fransa’nın bu gerilimde hangi tarafta olacağı ise halen netleşmiş değildir. Kendini beğenmiş Fransız egemen sınıfının Fransa’yı kıta Avrupa’sının liderliğine oturmuş gören gündüz düşlerini de hatırlatarak geçelim.
Macron, “önerim, NATO'da daha fazla Avrupa gücü ve kapasitesi anlamına geliyor” diyerek ABD’yle arayı çok da bozmak istemez görünse bile gerek Fransız gerekse de Alman kamuoyunda yaşanan tartışmalar ABD’yle giderek daha da artan bir gerilime işaret ediyor. Macron’un önerileri Alman hükümetince ihtiyatlı bir dille makul öneriler olarak değerlendirildi. Aslına bakacak olursak, SSCB’nin yıkılışı ve AB’nin kuruluşundan bu yana “Avrupa ordusu” fikri defalarca Almanya tarafından dillendirilmiş bir fikirdi. Alman burjuva solu bu önerinin üzerine çok daha hararetle atlamış gözüküyor. SPD Başkanı Andrea Nahles, ABD’ye karşı “dünyada dengeyi sağlayacak bir güç” olunması gerektiğini söyledi. Sosyal-demokratlar, Avrupa Ordusu fikrini, “tasarrufa yol açacağı” gerekçesiyle savunuyorlar. Birkaç yıl önce, SPD’ye yakın Friedrich Ebert Vakfı’nın yaptırdığı bir araştırmada, tek tek ordular yerine Avrupa Ordusu kurulması sayesinde 130 milyar avro tasarruf edilebileceğinden bahsediliyordu. Almanya’nın önceki sosyal-demokrat başbakanı Schröder de, ABD’nin Almanya’ya işgal edilmiş bir ülke gibi davranmasının kabul edilemez olduğunu belirtip, “Almanya’nın kendisininkilerle örtüşen çıkarları olan yeni müttefikler arayışına girmesi gerektiğini”, bunlardan birinin de Çin olduğunu söylüyor.
“Çok taraflılık”, “ABD’yi dengeleme”, “kendini koruyabilen bir Avrupa” gibi ifadelerle pazarlanan AB ordusu fikri, AB ile ABD arasındaki emperyalist rekabetin bir yansımasıdır. İşin aslı şu ki, kendisi hakkındaki tüm iddialarının aksine, AB siyasal bir birlik değildir, hiçbir zaman da olamayacaktır. Dolayısıyla bıraktık, birleşik ya da federatif bir burjuva devlet gibi bütünsel ve merkezi bir ordu oluşturmayı, mevcut haliyle AB’nin kendisi her geçen gün çatırdamaktadır. AB ordusu fikri, yalnızca bir hayal olmakla kalmayıp, gerici bir hayaldir de![4] AB ordusunun, NATO’ya bir alternatif olarak saldırganlığa karşı çıkıp barışın teminatı olacağı düşüncesi okkalı bir emperyalist yalandan başka bir şey değildir. AB’yi barış ve özgürlüğün güvencesi olarak yutturmak üzere ortaya atılan bu hayalci demagoji, Avrupalı emperyalistlerin dünyanın dört bir tarafında çevirdikleri dolapların üzerini örten bir kılıf görevi görmektedir.
Bugün kendisini çağdaş evrensel değerlerin, barış ve özgürlüğün temsilcisi olarak göstermeye çalışan Fransa, dünyanın üçüncü büyük silah ihracatçısı konumundadır. Suriye’deki savaştaki payını ustalıkla örtmektedir. Libya’yı enkaza çeviren Fransa, başta Mali olmak üzere Afrika’nın çeşitli ülkelerindeki askeri operasyonlarında pek barışçıl Avrupalı müttefiklerinin de tam desteğini almaktadır. Macron’un çıkışı, kendisini, Fransa’yı ve AB’yi barışçıl bir imajla parlatıp emperyalist günahlarını gizlemenin yanı sıra son derece somut hedeflerle de bağlantılıdır. Barış lafazanlığının ardına saklanarak, silah satışlarını da arttırıyor, ekonomileri daha da militarize ediyor, yeni çatışmaları körüklüyorlar. CNN’e yaptığı bir açıklamada Macron ağzındaki baklayı çıkarmıştır: “İstemediğim, Avrupalı ülkelerin savunma bütçelerini Amerikan donanımını satın almak için arttırmasıdır. Eğer bütçelerimizi arttıracaksak, bunu kendi bağımsızlığımızı oluşturmak için yapmalıyız.” Öyle ya, dünyanın üçüncü büyük silah ihracatçısı dururken, AB ülkeleri neden Amerikan malı silahlarla donatılmak durumunda olsunlar! Zira Trump da AB ülkelerine NATO’nun yükünü daha fazla paylaşın derken, ABD’nin silah harcamalarını azaltmayı değil, AB ülkelerinin silahlanma harcamalarını arttırmalarını ve bu artmış bütçelerle daha fazla Amerikan silahı almalarını istemektedir aslında.
Aynı Paris buluşması günlerinde Macron’un üstü kapalı olarak Trump’a yönelttiği “yurtseverlik milliyetçiliğin zıddıdır” şeklindekileri eleştiriler de yeni atışmalara yol açarak Batı kamuoyunda hayli tartışıldı. Macron’un aşırı-sağ hareketlerin ve milliyetçiliğin yükselişini bir tehdit olarak tespit eden, milliyetçiliği cüzzam olarak niteleyen açıklamaları ilk bakışta olumlu gözükmesine rağmen, detaylarına bakıldığında, burjuva ikiyüzlülüğün halis örneklerinden birini teşkil etmek dışında bir anlam taşımıyor. Fransa’da da Avrupa’nın çoğu ülkesinde de aşırı-sağ hareketlerin kendilerini “yurtsever” olarak tanımladıklarını hatırlayacak olursak, belli ki Macron, milliyetçiliği Trump gibilerine havale edip, yurtseverliği sahiplenerek aşırı-sağın tabanına göz kırpıyor. Milliyetçilik ile yurtseverlik arasında sanki aşılmaz duvarlar varmışçasına yaptığı bu karşıtlaştırma, iş somutlanmaya geldiğinde iyice sırıtıyor. Ona kalırsa, I. Dünya Savaşında cepheye giden Fransız askerlerinin sahip olduğu “cömert bir ulus olarak, bir proje olarak Fransa ve evrensel değerlerin taşıyıcısı olarak Fransa görüşü, sadece kendi çıkarlarına bakan bir halkın egoizminin tam tersi” imiş. Avrupa kimliğinden dem vurmayı çok seven Macron, “evrensel değerlerin taşıyıcısı” olma şerefini ise sadece Fransa’ya bahşederek, milliyetçiliği yeniden üretmekten başka bir şey yapmış olmuyor.
Dünyanın hali
Kapitalist sistem bir çıkmaz içerisinde debelenip duruyor. Milenyum dönemeciyle içine girilen tarihsel kriz dönemi, emperyalist savaşı, aşırı-sağ hareketlerin yükselişini, otoriterleşme eğiliminin güçlenmesini körüklüyor. Tüm ülkelerde egemen sınıflar artan ölçüde silahlanıyorlar, en başta da büyük emperyalist güçler. Yalnızca son aylarda yaşanan birkaç gelişmeyi alt alta sıralamak bile nasıl bir süreçten geçtiğimizi ortaya koymaya yetiyor:
· Japonya da, Almanya da, nice zamandır askeri harcamalarını arttırıyor, ordularını büyütüyor, “deniz aşırı operasyonlar”da daha etkin askeri birlikler oluşturmaya girişiyorlar. İngiltere, ordusunu büyütebilmek için orduya katılım şartlarını yumuşatıyor, tüm eski sömürgelerinden asker olmak için yapılacak bireysel başvuruları kabul edeceğini açıklıyor.
· Ortadoğu coğrafyası zaten savaş alanı halindeyken, Asya-Pasifik ve Doğu Avrupa coğrafyasında da hegemonya kavgası şiddetleniyor. Geçtiğimiz günlerde, gerek Rusya ve müttefikleri, gerekse de NATO son otuz yılın en büyük tatbikatlarını gerçekleştirerek birbirlerine gözdağı verdiler. Hemen ardından da ABD Karadeniz’de suları daha da ısındıracak adımlar attı. ABD’yi arkasına alan Ukrayna, Azak Denizinde Rusya’yı provoke ediyor. Bu tür adımları sineye çekmeyen Rusya da hemen karşılık veriyor.
· Yeni petrol ve doğalgaz yataklarının bulunduğu Doğu Akdeniz havzasında da rekabet ve paylaşım kavgası kızışıyor. Kıbrıs’ı da içine alan bu coğrafya, Türkiye ile ABD-İsrail bloku arasında önümüzdeki dönemde yeni kapışmalara gebe bir bölge olarak öne çıkıyor.
· ABD ve NATO nice zamandır Rusya’yı “Orta ve Uzun Menzilli Nükleer Füzeler Anlaşması”nı ihlal etmekle suçluyordu. Gelinen noktada Trump, Rusya uymuyorsa biz de uymayız diyerek, eğer bu durum devam ederse anlaşmadan çekileceklerini açıkladı. ABD ile SSCB arasında 1987 yılında imzalanan bu anlaşma, her iki ülkeye de, menzili 300 ilâ 3400 mil olan karadan atılan güdümlü nükleer füze satın almayı, üretmeyi ya da test etmeyi yasaklıyordu. Vaktiyle nükleer kıyamet senaryolarının sonu olarak göklere çıkarılan bu anlaşmanın da vadesi dolmuş gözüküyor!
· ABD’nin kızıştırdığı ticaret savaşları, bir taraftan, yürümekte olan emperyalist paylaşım savaşının gerçek temelinin ne olduğunu açığa vururken, diğer taraftan da bu savaşı daha da körüklemiş oluyor. Son yapılan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Zirvesinde (APEC) bir sonuç bildirgesi bile yayınlanamadı. Zira ABD ve Çin, karşılıklı olarak birbirini suçlayan ifadelerin bildirgeye yansıtılmasını isteyince, zirve hepten sonuçsuz kalarak boşa çıkmış oldu.
Sonuç bellidir: Militarizm içinden geçtiğimiz dönemin yükselen değeri, tarihsel kriz ve emperyalist savaş da temel belirleyenidir.
Görülüyor ki, hegemonya krizi her geçen gün daha da şiddetleniyor, onunla birlikte, yürüyen emperyalist paylaşım savaşının yeniden paylaşıma konu olan diğer alanlara yayılma eğilimi de her geçen gün güçleniyor. İstisnasız tüm emperyalist güçler, yürüyen emperyalist savaşın, hem hegemonya krizini çözebilecek hem de kapitalizmi sarsan derin ekonomik krizi bir nebze de olsun yumuşatabilecek yegâne araç olduğunun bilinciyle hareket ediyorlar. Biliyorlar ki, hegemonya krizi, eninde sonunda askeri araçlarla çözüme bağlanır. İster savaşa dair tutumlar yelpazesinin bir ucundaki ABD gibi en saldırgan söylemleri köpürtsünler, ister diğer ucundaki Çin gibi “savaşlarla sorunlar çözülmez” şeklindeki açıklamalarla emperyalist politikalarının üstünü örtsünler, bu gerçeklik değişmiyor.
Üçüncü Dünya Savaşı
Paris Barış Forumunda AB’li liderler, ekonomik kriz, yükselen milliyetçilik ve aşırı-sağın doğurduğu tehditlere işaret ederek, içinden geçtiğimiz dönemi 1930’lu yıllara benzettiler. Aslında bu benzetme epey bir süredir, gerek demokrat geçinen burjuva ideologlar tarafından gerekse de kimi sosyalist çevreler tarafından giderek artan bir vurguyla kullanılmaktadır. İçinde sosyalist sıfatlı olanların da bulunduğu kimi yazarlar, “yeni bir büyük savaşın tohumlarının ekildiğinden” dem vurarak, “tarihten ders alınmadığı” şeklinde yakınmalarda bulunuyorlar. Hâlbuki savaş, kapitalist dünyanın efendileri açısından, bir daha savaşmamak üzere tarihten ders çıkartılması gereken bir konu değil, dünyayı yeniden paylaşmak için eninde sonunda başvurmak zorunda kalacakları nihai çözüm aracıdır. Onlar tarihten, savaşmamak üzere değil, bir sonraki savaşı kazanmak üzere ders çıkarmaya çalışırlar.
Bugünkü duruma bakarak, “yeni bir dünya savaşının arifesindeyiz”, “mevcut durum gerek I. gerekse de II. savaşın öncesindeki durumu hatırlatıyor” şeklindeki yorumlar, işin özüne inecek olursak, mevcut gerçekliği çözümleyemeyen, yeni bir dünya savaşının, üçüncü dünya savaşının zaten çoktandır yürümekte olduğu gerçeğinin üzerinden atlayan değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmelerin temel yanlışlığı, dünya savaşı olgusunu, ilkini ve ikincisini donmuş bir kalıp haline getirerek kavramaya çalışmaktan kaynaklanıyor. Büyük emperyalist güçler birbirlerine resmen savaş ilan etmediğine göre, bu ülkeler birbirlerinin askeri güçlerine saldırılar düzenlemediğine göre, cephelerde açıkça ve doğrudan karşı karşıya gelmediklerine göre, demek ki henüz bir dünya savaşından bahsedemeyiz şeklindeki akıl yürütmeler, biçimlere takılıp kalarak işin özünün atlanması anlamına geliyor.
Büyük güçlerin birbirlerine karşılıklı resmen savaş ilan edip etmemesi, burjuva uluslararası hukuk açısından ya da burjuva uluslararası siyaset teorileri bakımından bir anlam ifade edebilir kuşkusuz, ancak yaşanan olguların bilimsel (yani Marksist) analizi açısından pek bir kıymet taşımaz.
Savaşın kapsadığı alanların belli coğrafyalarla sınırlı kaldığına dair itirazlarsa, diyalektik olmayan bir düşünme tarzını yansıtan biçimsel değerlendirmelere dayanmaktadır. Olguları iç çelişkileriyle birlikte bir süreç olarak ele almayan, onları dünü, bugünü ve yarınki muhtemel görünümleriyle hareket halinde bir gerçeklik olarak düşünemeyen, her birini donmuş birer fotoğraf karesi gibi yorumlayan değerlendirmelerin, gerçekliği kavraması mümkün değildir. Bu tür bir yorum, yürüyen savaşın giderek dünyanın diğer bölgelerine de yayılma eğilimi gösterdiği gerçeğini görmezden gelir. Savaş şu anda Ortadoğu coğrafyasında odaklanmıştır, ancak birbirine halkalar şeklinde eklenerek yayılma eğilimindedir. Dün aynı mahiyette Balkanlar’ın ve Kafkasya’nın ateş çemberinde olduğunu görmüştük. Afganistan’da savaş halen devam ediyor. Bunların yanı sıra, Afrika’nın çeşitli ülkelerinde askeri darbeler, iç savaşlar, soykırımlar vb. olarak somutlanan savaşların da, Rusya’nın nüfuz alanlarında vuku bulan AB ve ABD destekli “renkli devrimler”in de, Batı’nın büyük kentlerini vuran ve yanlış bir şekilde “uluslararası terör” olarak adlandırılan bombalı saldırıların da aslında bu büyük savaşla doğrudan ilintili olduğunu reddetmek mümkün müdür? Yarın benzer bir tablonun Uzak Doğu ve Pasifik’te de belireceğini, hatta Latin Amerika’nın dahi yeniden paylaşım alanlarından biri haline geleceğini öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.
Dahası savaşın coğrafyasının sınırlılığını bir kriter haline getirmek, yalnızca, süreçler yerine dondurulmuş anları değerlendirme çabasının ürünü olmak bakımından değil, tarihsel gerçeklikle uyuşmaması bakımından da bilimsel değildir. Zira mesele böyle konulursa, Avrupa ve Osmanlı topraklarıyla sınırlanan bir coğrafyada gerçekleşen I. Dünya Savaşının da, hele ki II. Dünya Savaşıyla kıyaslandığında, bir dünya savaşı mahiyetinde olmadığını söylemek mümkün olurdu. Demek ki her şey gibi, “sınırlılık” ya da “yaygınlık”ın kendisi de tarihsel ve toplumsal koşullarla belirlenen göreli bir niteliğe sahiptir.
Dünya savaşı olgusunu, kapitalist güçler arasındaki tekil paylaşım savaşlarından, onun genel bir hegemonya savaşı olması gerçeğiyle ayırt edebiliriz. Böylesi bir savaşı doğuran sorunlar, şu ya da bu spesifik alan ya da kaynağın kimin denetiminde olacağı gibi yerel ya da tekil sorunlar olmayıp, genel olarak nüfuz alanlarının yeniden paylaşımında kimin belirleyici güç olacağı sorunudur. Bir başka deyişle, kavganın konusu dünyadır, sonuçları da tüm dünyayı etkileyecektir. Hal böyle olunca, büyük güçler neredeyse istisnasız işin içine girerler, bloklaşmalar ortaya çıkar.
Tarihe baktığımızda, dünya savaşlarının, ortalık süt limanken bir anda büyük bir savaşın patlak vermesi şeklinde başlamadığını, önce tek tek paylaşım alanlarında başlayan savaşların birbirine eklemlenerek tek bir nehirde birleştiğini görürüz. Bu tekil savaşlarda, bu öncü depremlerde, sonuca ulaşılıp ulaşılmadığı ikincil bir meseledir, önemli olan bunların çok daha kapsamlı bir savaşın ısınma evreleri olduğu gerçeğini kavramaktır. I. Dünya savaşı öncesindeki Balkan Savaşları ve Trablusgarp savaşı; II. Dünya Savaşı öncesinde, Çekoslovakya’nın Almanya tarafından ilhak edilmesi, İtalya’nın Habeşistan’ı (Etiyopya) işgali, Çin-Japon savaşı bu kapsamdadır. 90’larla birlikte Balkanlar’da, Kafkasya’da, Afrika’da[5], Irak’ta yaşanan savaşları da aynı kapsamda düşünmeliyiz.
Savaşın biçimleri ve dolayısıyla izlenen askeri taktik ve yöntemler üzerinden şekillendirilen itirazlarda ise kalıpçılık en yalın haliyle sırıtmaktadır. İşin aslına bakacak olursak, II. Dünya Savaşı da ilk dünya savaşından farklı biçimlere bürünmüştü. İlkine damgasını vuran makineli tüfekler, ağır toplar ve siper savaşları olmuştu. Kentler ve siviller savaşın alanına eskisine kıyasla çok daha büyük oranda girmişler, ancak muazzam bir yıkımla karşılaşmamışlardı. İkincisinde belirleyici güçler artık zırhlı mekanize birlikler, hava kuvvetleri, denizaltılar ve savaşın sonunda da nükleer bombalar idi. Dünya, savaş tanrısı Ares için bir şölen sofrasına dönerken, kentler haritadan silindi, elli milyona yakın sivil bu savaşın kurbanı oldu. Biliyoruz ki, kullanılan donanım savaşın taktiklerini de, yöntemlerini de, orduların boyutlarını da belirler. Yürüyen savaşın büyük güçler arasındaki bir dünya savaşı olduğunu kavramak için, illâki, eskisi gibi dev orduların siperlerde ya da düz cephe hatlarında karşılıklı mevzilenerek birbirini katletmeye girişmesini bekleyenlere, mevcut askeri teknolojinin ulaştığı düzeyi (nükleer silahlar, uzun menzilli seyir füzeleri, savaş jetleri, helikopterler, İHA’lar vb.) düşünmelerini öneririz.
Her şey değişiyor, ama emperyalist paylaşım savaşları sözkonusu olduğunda bir gerçeklik değişmeksizin kalıyor: Kapitalist sistem proleter devrimle yıkılmadığı sürece, bu tür savaşlardan kaçınıp daha baştan önleyebilmek de, zaten başlamış olan bir savaşı ivedilikle ve adil bir şekilde sona erdirmek de mümkün değildir. Kendi hallerine bırakıldıkları sürece kapitalist dünyanın egemenleri insanlık için yeni mezbahalar yaratmaktan da, hâlihazırdaki katliamları daha da büyütmekten de vazgeçmeyecekler.
[1] Çeşitli ülke ve cephelerde savaşa karşı gelişen isyanlar hakkında bak: Zeynep Güneş, Birinci Dünya Savaşından: Bu Bizim Savaşımız Değil!
[2] 1918 Alman devrimi için bak: Nazım Yıldırım, Berlin’de Hüküm Süren Düzen Hâlâ Yıkılmayı Bekliyor
[3] Burjuva ideologlar, her iki dünya savaşının, ama özellikle II. Dünya Savaşının sorumluluğunu yalnız ve yalnızca Almanya’nın sırtına yıkmayı severler. Böylelikle bu ikinci büyük savaş kapitalist sömürü sisteminin kaçınılmaz bir sonucu olarak değil de “çılgın” olarak addedilen bir liderin “delice girişimi” olarak nitelenmiş olmaktadır. Durum bu olunca II. Dünya Savaşı faşizme karşı demokrasi ve özgürlük için verilen bir savaş olarak meşrulaştırılabilmiştir. Faşizmin bu savaşın patlak verişindeki sorumluluğu açık olsa da, II. Dünya Savaşı aslında I. Dünya Savaşının devamı niteliğinde olan bir emperyalist paylaşım savaşıdır.
[4] AB’nin niteliği üzerine geniş bir inceleme için Elif Çağlı’nın Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşürüne, AB ordusu tartışmasının daha detaylı bir analizi için de, Suphi Koray’ın Avrupa Ordusu Mümkün mü? başlıklı yazısına bakılabilir.
[5] Yalnızca Kongo’da, 1998-2003 yılları arasında 5,5 milyon insan savaş yüzünden hayatını kaybetti.
link: Oktay Baran, Barış Lafazanlığı ve Savaş Gerçeği, 6 Aralık 2018, https://marksist.net/node/6546
Kriz ve Sağlık
Hegemonya Savaşı ve İran’a Yönelik Yaptırımlar