Dünyanın birkaç hafta içinde sürüklendiği yeni durum, olağanüstü günlerin yaşanmakta olduğu hissini hemen herkeste tam olarak oluşturmuş görünüyor. Üzerine dört bir yandan yüksek dozda panik yaratıcı içeriklerin boca edilmesiyle abandone olan toplum, kasten oluşturulan belirsizlik atmosferinde gelişmelerin yönünü kavramaya çalışıyor. Medyanın tüm platformlarında siyasetin, ekonominin, hayat tarzının bundan sonra nasıl şekilleneceğine dair değerlendirmeler yapılıyor. Bu değerlendirmelerde değişik meşreplerden burjuva siyasetçilerin, yorumcuların dilinden “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” sözleri ile başlayan cümleler dökülüyor. Artık başka türlü bir dünyanın başladığı ilan ediliyor.
Elbette, burjuva yorumcuların dilindeki “eskisi gibi olmayacak” sözleri toplum için daha iyi, daha güzel olanın geleceğini müjdelemiyor. Çünkü çaresiz bir tükeniş noktasına gelen burjuvazi, tüm toplumu daha da koyu karanlığa sürükleyecek bir gelecek tahayyülünden başka bir perspektifi ortaya koyma yeteneğini yitireli çok uzun zaman oldu. Bu yüzden, yeni tip koronavirüs salgını bahanesiyle oluşturulan psikolojik atmosfere katkı sunacak biçimde, distopik romanlarda okuduğumuz anlatıların bir benzerine doğru yol aldığımız, bundan kaçınamadığımız söylenip duruluyor bize. Salgından sonra dünyanın artık “eskisi gibi olmayacağı” laflarının çoğunun arkasında bu korkutucu gelecek tahayyülüne ait beklentiler var.
Topluma sunulan gelecek senaryolarının neredeyse tamamı umutsuzluğa ve karamsarlığa sürükleyen bakış açılarına sahip: Muazzam derecede geliştirilmiş yapay zekâ desteği ile sokakları izleyen yüz milyonlarca kamera, akıllı telefonlara indirilen aplikasyonlarla insanların attığı her adımın bizzat devlet tarafından kaydedilmesi gibi uygulamalarla yönetimlerin daha baskıcı, daha otoriter hale gelmesi. Otoriter yönetimlerin dünyanın her yerinde iktidara gelmeleri ve kök salmaları. Hatta, daha doğmadan yapılacak genetik müdahalelerle iktidardakilerin istedikleri özelliklere uygun olarak tasarlanmış “insan”ların yaratımı. Ya da zihin okuma ve yönlendirme ile hizadan çıkanları yola getirme yöntemleri gibi insanlık düşmanı projeler! Vücutlara takılan çiplerle her bireyin tek tek takibi ve yönlendirilmesi. İnsanların bütünüyle kontrol altına alınması, ancak belirlenen kurallar ve çerçeveler dâhilinde sosyal ilişkiler kurabilmesi. Vesaire vesaire... Ürkütücü öngörüler, zihinleri olumsuz beklentilerle dolduran korkutucu gelecek projeksiyonları.
Geleceğe ilişkin olarak söylenenlerin burjuva medyadaki içeriği bu minvalde olunca, dünyanın endişe verici durumunu ve gidişatı gözlemleyen pek çok emekçi, özellikle de gençler, haliyle bu anlatılardan fazlasıyla etkileniyor. Aslında bu yaygın anlatının başta gelen amaçlarından biri tam da bu. Geleceğe dair tehditlerle özellikle genç emekçilerin dikkatini başka noktalara çekerek, yaşanmakta olan gerçek tehdide, burjuvazinin mevcut diktatörlüğüne odaklanmalarını engellemek. Geleceğe dair umutsuzluğa düşmelerini sağlayarak kapitalizme karşı mücadele etme arayışlarına yönelik heveslerini daha başında baltalamak.
Oysa dünya zaten kapitalistlerin diktatörlüğü altında inim inim inliyor. Gelecekte hayata geçeceği söylenen baskıcı uygulamalar pek çok ülkede uygulanıyor ve diğer ülkelere doğru hızla yayılıyor. Yani gelecekteki potansiyel tehlikeleri aratmayacak boyutlardaki tehditler bugünün gerçekleri olarak karşımızda duruyor. Örneğin bu türden uygulamaların hayata geçirilmesinde başı çeken Çin’de, büyük kısmı yapay zekâ ile desteklenen 200 milyon kamera, sokakları, ev ve ofis binalarının giriş ve çıkışlarını kontrol etmek üzere kullanılıyor. Üstelik bu yıl içerisinde kameraların sayısının 300 milyona çıkarılması planlanıyor. Dünyanın diğer ülkeleri de Çin’in yolunda gitmekten geri durmuyorlar. ABD’deki kamera sayısı ise 50 milyon civarında ve bunun hızla artacağı öngörülüyor.
Çin’deki yapay zekâ destekli kameralar yüz tanıma sistemine sahip ve görüş alanında bulunan bütün insanları tanımlayarak aynı anda yüzlerce kişiyi analiz ediyorlar. Ayrıca sadece yüzünü gördüğü kişileri değil, arkası dönük ve çok uzakta bulunan kişileri de tanımlayabiliyor. Üstelik kameralarla kurulan sistem görüntüdeki kişilerin psikolojik analizlerini dahi yapabiliyor. Gergin mi, sinirli mi, heyecanlı mı olduğunu belirtileri analiz ederek tespit edebiliyor. Belirlediği insanları izliyor, irtibatta oldukları diğer kişileri belirliyor ve iki hafta boyunca takipte kalabiliyor.
Bir benzerinin Rusya’da kullanıldığı bilinen bu sistem çok yakın zamanda tüm dünyaya yayılacak. Çünkü bu teknolojiyi üreten Çin şirketleri, bazı Avrupa ülkeleri de dâhil olmak üzere pek çok Asya ve Ortadoğu ülkesiyle görüşmeler ve anlaşmalar yapmış durumdalar. Yani sadece Çin, Rusya gibi otoriterliği tescilli yönetimler değil, burjuva demokrasisinin şampiyonluğunu yapan ülkeler de, bu türden uygulamaları, hayata geçirdikleri diğer baskıcı yöntemlere ekleyecekler. Burjuvazinin en ileri demokrasisi bile işçi sınıfı için diktatörlük demek olduğundan bunda şaşıracak bir durum da yoktur. WikiLeaks belgelerinde ifşa edilen, CIA’in geliştirdiği yazılımlarla akıllı telefonlara, bilgisayarlara ve internete bağlanan televizyonlara sızarak bilgi toplaması örneği bile tek başına bunu kanıtlamaktadır. Bugün dünyanın bütün ülkelerinde, istendiğinde cep telefonları sinyallerinden insanların nerede olduğu anlık olarak takip edilemiyor, sinyal çakışmaları üzerinden aynı ortamda kimlerin bulunduğu tespit edilemiyor mu? Benzer pek çok örnekle birlikte bütün bunlar yaşamakta olduğumuz dönemde burjuva diktatörlüğün istisnasız tüm devletlerinin ayan beyan hayata geçirdiği artık “normal”leşmiş anti-demokratik uygulamalar.
Devletin bireyler, örgütler üzerinde kontrolünü arttırmaya, her anımızı gözetlemeye çalışmasıyla gelecekte karşılaşmayacağız yani. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle. Yönetim biçimi nasıl olursa olsun tüm kapitalist ülkelerde burjuvazi buna ihtiyaç duyar. Çünkü sömürücü bir azınlık olarak toplumun çoğunluğu olan işçi sınıfını yönetebilmesi için baskı araçlarını etkili biçimde kullanmak mecburiyetindedir. Krizin etkilerini arttırdığı koşullarda ise bu yöntemleri yaygınlaştırmak kapitalistler için daha da önemli hale gelir. Çünkü bu dönemlerde işçi sınıfının daha geniş kesimlerinin gözlerindeki perdenin kalkmasına imkân veren gelişmeler yaşandığı için, baskının, kontrolün ve sindirmenin arttırılması gerekir. Egemen sınıf ancak baskıcı yöntemlerle işçi sınıfını kontrol altında tutmayı becerebilir. Yani burjuvazinin toplum üzerindeki baskısını ve denetimini yoğunlaştırması, kitlelerin kontrolü bakımından aslında gücünün doruğunda olmasının değil bu gücün yapısındaki kırılganlığın bir işaretidir.
Denetim araçları elbette bugün geçmişe göre çok gelişmiştir. Gelecekte daha da gelişecektir. Ancak bu durumun niteliğinin değiştiği anlamına gelmez. Çünkü “teknolojik gelişmeler, iddia edildiği gibi, kendi başlarına, ne «demokrasiye» ne de «diktatörlüğe» yol açarlar. Bunlara yol açan teknolojinin (ya da en geniş anlamıyla üretici güçler) kendisi değil, onun kullanım biçimini belirleyen üretim ilişkileri ve oradan türeyen toplumsal çatışmalardır.”[1] Burjuvazi diktatörlüğünün araçlarını bugün tarihsel krizi nedeniyle mecburen daha kapsamlı, daha etkili kullanmakta, buna uygun düzenlemeleri hayata geçirmektedir. Bunu yaparken de saldırılarını incelikli biçimlerde uygulamaya sokmaktadır.
Salgın bahanesi ile toplumu sindirme çabası
Burjuvazi ihtiyacını duyduğu baskıcı yasaları toplumu hazırlamadan hayata geçirmeye kalkmaz. Öncelikle, son derece gelişmiş ideolojik araçları ile bombardımana tuttuğu kitlelere bu yasaların bir gereklilik olduğunu benimsetmeye girişir. Bilim insanlarından din ulemalarına kadar toplumu etkileme potansiyeline sahip tüm unsurlar devreye sokulur. En önemlisi toplumun korkusunu körükleyecek olayların önü açılarak, abartılarak kullanışlı hale getirilir. Sonra da toplum iktidarın belirlediği yeni normları benimsemeye, onlara kendiliğinden uymaya başlar. İktidarın çıkarlarına göre oluşturulmuş normlara uymak zamanla normal hale gelir.
Mesela, sözü edilmeye ve kısmi uygulamaları yapılmaya ilk başlandığı zamanlarda epeyce sayıda insanın tepkisine neden olan “güvenlik” kameraları, özellikle 2001’deki 11 Eylül saldırılarının ardından hayata sokulan pek çok “güvenlik” tedbiri ile birlikte gündelik yaşantının “normal” bir parçası haline getirilmişti. “Terör” saldırıları üzerinden toplumda oluşturulan korku ve panik sayesinde söz konusu “tedbir”ler bizzat geniş kitleler tarafından benimsenmeye hatta istenmeye başlandı. Bir kere yerleşmeye başladıktan sonra ise durumun tuhaflığına değinmek bile yadırganır hale geldi.
Mesela artık havaalanlarındaki üst düzeydeki güvenlik önlemleri çoğunluğa garip gelmiyor ya da alışveriş merkezlerine girerken defalarca aranmak bile olağan hale gelmiş durumda. Sitede oturan bir arkadaş ziyaret edilirken bile kapıdaki “güvenlik” görevlisinin ahret sorularına ve şüpheli bakışlarına maruz kalarak kimlik beyan etmek vaka-i adiyeden oldu. Adım başı uygulanan kimlik kontrolleri, bilhassa şehirlerarası yollarda sabitlenmiş ve silahlı güçlerle tahkim edilmiş kontrol noktalarının oluşturulması ve defalarca bu noktalarda kimlik taramasından geçmek artık normal olarak kabul edilebiliyor. Toplumun “güvenliğini” sağlaması için polisin, askerin yetkilerinin sınırsızca genişletilmesi çok sayıda insanın onayıyla meclislerden geçebiliyor. Buna karşı sarf edilen en düşük perdeden muhalif düşünceler bile, “teröristlere destek vermek” olarak yaftalanıveriyor.
Ne var ki tüm bu uygulamalara ve her yanı sarmış milyonlarca “güvenlik” kamerasına rağmen yine de toplumun geniş kesimleri kendini bir türlü güvende hissetme duygusuna sahip olamıyor. Aksine gittikçe daha kaygılı hale geliyor. Yani burjuvazinin güvenlik sağlama vaadiyle gündelik hayatın parçası haline getirdiği her şey, emekçiler için güvensizlik duygusunu pekiştirmekten ve süreklileştirmekten başka bir işe yaramıyor. Bunun Marksistler için elbette şaşırtıcı bir tarafı yok. Çünkü burjuvazinin artan güvenlik ihtiyacı, ancak, işçi sınıfının bununla doğru orantılı olarak artan güvensiz çalışma ve yaşam koşullarıyla sağlanabilir. Bu yüzden burjuvazi kendi düzeninin güvenliği ve selameti için emekçilerin zihinlerine ve yüreklerine tam da bu duyguların, kaygı ve korkunun yerleşmesine ihtiyaç duyar. Bunu da elindeki tüm araçları etkin biçimde kullanarak gücü yettiğince sağlamaya çalışır.
Bugün de burjuvazi kendi güvenliği için işçi sınıfını sindirmek zorunda. Üstelik daha zorlu koşullar altında. Bu yüzden, kapitalist sistem, 2001’den itibaren topluma kabul ettirilen uygulamaları fersah fersah aşacak düzeydeki, işçi sınıfını denetleme, gözetleme, örgütlerini kontrol altına alma ve sosyal ilişkilerini bozma kapasitesini hayata geçirme perspektifiyle yola koyulmuş durumda. Bunun için yeni tip koronavirüs salgınını kullanıyor. Salgın bahanesiyle yarattığı korku dalgaları tsunamiler halinde işçi sınıfına vuruyor, büyük tahribatlara yol açıyor. Aldığı darbelerin şokuyla bilinçsiz biçimde burjuvazinin gösterdiği istikamette hareket eden emekçilerin çoğu bu koşullar altında yılana sarılarak boğulmaktan kurtulmaya çalışıyorlar. Olağan koşullarda benimsemeleri mümkün olmayan fikirleri, davranışları hızlı biçimde kabulleniyorlar. Burjuvazinin, sokağa çıkma yasağı dâhil pek çok yasakçı uygulamayı kısa sürede “normal” haline getirip, geniş kesimlerin kabul etmesini sağlaması bunun açık göstergesi değil mi? Emekçi kitlelerin zihinlerini ve önemlisi sosyal ilişkilerini felçleştirmek için bugüne kadar hiç ulaşamadığı düzeyde bir imkân bulan burjuvazi bunu sonuna kadar götürmekte de kararlı görünüyor.
Burjuvazinin içinde bulunduğu tarihsel kriz koşullarına verdiği cevap böyledir. Ölümcül hastalığa sahip bir sınıf olarak toplumun önüne, yaşattığının daha beterini koymaktan başka bir şey elinden gelmemektedir. İşçi sınıfının yoğun sömürüsüyle serpildiği, kendini güçlü hissettiği dönemlerine geri dönebileceği umuduyla, bildiği tek yola, işçi sınıfına saldırma yoluna başvurmaktadır. Ancak ne kadar şiddetli saldırırsa saldırsın sonucu burjuvazinin değil işçi sınıfının bu saldırılar karşısındaki tutumu belirleyecektir. Çünkü asıl güçlü olan burjuvazi değil, kapitalist sistemi yıkmayı da toplumsal kurtuluşun yolunu döşeyecek bir düzeni var etmeyi de başaracak potansiyelleri bağrında taşıyan işçi sınıfıdır.
Korku duvarları mücadeleyle aşılır
Topluma distopik bir gelecek tahayyülü çizerek, karamsarlık ve umutsuzlukla işçi sınıfını zehirlemeye çalışanların kasıtlı olarak görmezden geldikleri şey işçi sınıfının bu yıkıcı ve yaratıcı gücüdür. Yaşanan süreçte burjuvazinin tek belirleyen olduğu, işçi sınıfının sadece edilgen tutumlar alabileceği düşüncesinden (aslında temennisinden) hareket eden yaklaşımlar ne kadar önemsizleştirmeye çalışsalar da, işçi sınıfının devrimci niteliği ve potansiyeli tüm azametiyle olduğu yerde durmaktadır. Teknolojik gelişmeler egemen sınıfa ve onun devletlerine işçi sınıfı üzerinde baskı kurma ve emekçileri manipüle etme konusunda büyük avantaj sağlıyor olabilir. Bununla birlikte işçi sınıfının bugün dağınık ve örgütsüz bir durumda olduğu da bir gerçektir. Ancak bunlar ya da aynı yere çıkan başka argümanlar işçi sınıfına dair temel ve belirleyici nitelikleri değiştirmenin yakınından bile geçecek güce sahip değillerdir. Kapitalizmin dünyayı sürüklediği bataklığa karşı mücadelenin güçlükleri toplumun bu sömürü düzeninin pisliğinden temizlenemeyeceği anlamına asla gelmez.
İşçi sınıfının kapitalist üretim sürecindeki konumundan gelen gücünü zayıflatacak herhangi bir gelişme söz konusu değildir, olamaz da. Tüm toplumsal hayatın temeli üretimdir ve üretim olmazsa hayat durur. Bu yüzden bütün “evde kal” çığırtkanlıklarına rağmen, bu söylemle açıkça çelişerek işçiler fabrikalara çalışmaya gönderilmiştir. İşçi sınıfı önemsizleşti, hatta öldü zevzekliklerine de bir kalemde son veren bu durum işçi sınıfının üretim sürecindeki konumundan gelen gücünü tüm açıklığıyla göstermektedir. İşçi sınıfı kendi iradesiyle, sistemi var eden üretimi durdurmaya kalktığında onun önünde durabilecek herhangi bir teknolojik yenilik yoktur!
İşçi sınıfı büyük bir toplumsal kütledir ve bugün nüfusun büyük çoğunluğu bu sınıfın bir unsurudur. Bu büyük kütle işyerlerinde üretim sürecinin gereği olarak bizzat kapitalizm tarafından örgütlü hale getirilmiştir. Bu nedenle örgütlü mücadeleye doğal olarak yatkındır. İşte bu büyük kütle kendi sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlenir ve harekete geçerse, onu yapay zekâyla desteklenmiş yüz milyonlarca kameraya da sahip olsa hiçbir sistem engelleyemez. Ve kapitalizm işçi sınıfını kolektif eyleme yöneltecek koşulları her gün yeniden ve yeniden ürettiği için bu hareketin zemini hiçbir zaman ortadan kaybolmaz.
Bu yalın ama belirleyici niteliklerin varlığı, işçi sınıfının etkin gücünü hesaba katmadan yapılan değerlendirmelerin burjuvazinin ideolojik hegemonyasını sürdürmek için üretildiğini net biçimde açığa çıkarır. Bu nedenle emekçiler için burjuvazinin distopik tahayyüllerine kapılıp gitmenin hiçbir anlamı yoktur. Bu karamsar, korku dolu tahayyül burjuvazinin egemenliğinin sürekliliği içindir ve kesinlikle alternatifsiz değildir. Kapitalizmin toplumu sürüklediği karanlığın karşısına aydınlık bir gelecek tahayyülü ile çıkmanın imkânı vardır ve bu imkân işçi sınıfının mücadelesinin içinde saklıdır. İçinde bulunduğumuz zamanda sadece burjuvazinin ektiği karamsarlık tohumları değil, direnç çiçekleri de boy vermektedir. “… asla unutmayalım ki, kapitalist düzenin tükenmişliğini yansıtan bu zamanın ruhunun bizzat kendisinin de aslında hiçbir geleceği yok. O «ruh» çürümüştür ve tarihsel vadesi dolmuştur. Diğer yanda ise olumsuzluğun yanı sıra bir olumluluk mayalanmakta, günümüz dünyasında henüz son derece zayıf durumda görünse de, geleceği yaratma umuduyla beslenen bir devrimci mücadele azmi ve yeni bir zamanın ruhu yeşermektedir.”[2]
Bu yüzden emekçiler, burjuvazinin telkinlerinin aksine umuda ve mücadelelerini ilerletmeye odaklanmalıdır. Bugüne dair yaşadığı şaşkınlık, geleceği ile ilgili olarak hissettiği belirsizlik duyguları içerisinde benlikleri korkuyla kuşatılmış olan emekçileri bu darboğazdan çıkartmak için hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, güzel günler göreceği yeni bir dünyanın umudunu özenle büyütmek çok önemlidir. İşçi sınıfının tarihi en zorlu koşullarda umudunu diri tutarak mücadeleye devam edenlerin muazzam başarı örnekleriyle doludur. Karamsarlığa kapılarak elde edilmiş hiçbir başarılı sonuç yoktur. Ama tarih kitabının en görkemli sayfaları, sebatlı emekle, akılla, örgütlü dayanışma ve mücadeleyle donanmış umudun kalemiyle yazılmıştır.
Umutlu olmak elbette oturduğun yerde hayaller kurup göklerden mucizelerin gelmesini beklemek değildir. Umut, edilgen bir bekleyişi değil eyleme geçmeyi, gerçekçi bir iradeyle ısrarcı bir çabayı anlatır. Bugünlerde üstümüze insafsızca boca edilen korkunun karşısında akılla ve dirençle durabilmeyi, toplumsal kurtuluş için mücadeleyi sürdürmenin olmazsa olmaz gıdasını çıkınımızda bulundurmayı ifade eder. Yılgınlığa sürükleyen, amaca hizmet etmeyen düşüncelere karşı bir araya gelmeye çağırır. Devrimler, işçi sınıfına başka türlü her şeyin umutsuz göründüğü durumlarda onun önüne yeni bir umudu koyabilenlerin öncülüğünde gerçekleşir. Bu yüzden, bugün koyu karanlığa karşı umudu büyütmek devrimcilerin en önemli görevleri arasındadır.
[1] Oktay Baran, Genetik ve Robotikteki Gelişmeler: Nereye?, marksist.com
[2] Elif Çağlı, Gericilik Döneminde Devrimci Bilincin Önemi, marksist.com
link: Selim Fuat, “Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak!”, 22 Mayıs 2020, https://marksist.net/node/6945
Bir Tabuta Bile Sığmaz Vicdanınız!
Düşünün... Çünkü Henüz Yasaklanmadı!