Irak Kürdistanı’ndaki referandumun ardından, Türkiyeli egemenlerin tutarsız, temelsiz ve hesapçı salvoları devam ediyor. Asarız keseriz nidaları özellikle yandaş basının sayfalarından eksik olmadığı gibi, AKtrollerin kampanyasıyla sosyal medyadaki milliyetçi hezeyanlar köpürtüldükçe köpürtülüyor. AKP-MHP’sinden CHP’sine istisnasız tüm düzen partileri birbirleriyle kim daha milliyetçi ve devletçi yarışına girişiyorlar. Bu arada, atılan taklaların, yenilip yutulan geçmişteki açıklamaların, tutarsızlığın, ilkesizliğin bini bir para. Tüm bunlar en çok da totaliterleşen rejimin dümenindeki AKP’nin işine yarıyor. Bir yandan bu yarıştan kendisinin galip geleceğine duyduğu kesin inançla saldırganlığı körüklerken, diğer yandan, nereye kadar gidebileceğinin, sınırlarının ne olduğunun bilincinde olarak, Rusya ve ABD’nin tutumlarını gözleyerek meseleyi zamana yayıyor.
Türk burjuva basınında Irak Kürdistanı’ndaki referandumdan bahsedilirken, “gayri meşru”, “sözde”, “anayasaya aykırı” vb. sıfatlar ihmal edilmiyor. Bu haber metinlerinin hükümetin dayatmasıyla kaleme alındığını herkes biliyor. İşin ilginç tarafı, 2005 yılında hazırlanan ve Irak hükümetinin işine gelmeyen maddelerini işletmeyerek ihlal etmekte ısrarcı olduğu bu anayasayı o zamanlar TC resmi olarak kabul etmemişti. Şimdi ise Bağdat hükümetinin açıklamalarını kopyalayarak söz konusu referandumun o anayasaya aykırı olduğu için gayri meşru olduğu iddiasında!
Taklalar bununla da sınırlı değil. Bundan çok değil bir yıl önce Musul’un IŞİD elinden kurtarılması operasyonu başlatıldığında, bunu bölgeye dalma fırsatı olarak gören AKP hükümeti bu operasyona katılmak için can atmış ama sonuç alamamıştı. Ardından Başika’daki askeri üsse takviye yapmış, oradaki güçler aracılığıyla ve “Başkan Barzani”nin talebiyle operasyona katılabileceğini iddia etmişti. Bundan da sonuç alamamış, tersine Bağdat hükümetinin Başika’daki askeri üsten askerlerini çekmek için TC’ye verdiği ültimatomla karşı karşıya kalmıştı. O günlerde Erdoğan, Irak başbakanı İbadi’ye şöyle sesleniyordu: “Sen benim zaten muhatabım değilsin, seviyemde değilsin, kıratımda değilsin, kalitemde değilsin, Irak'tan senin bağırman çağırman bizim için hiç de önemli değil, biz bildiğimizi okuyacağız, bunu böyle bilesin. Kim bu, Irak'ın Başbakanı. Önce haddini bil... (…) Türkiye Cumhuriyeti'nin ordusu sizlerden talimat alacak kadar kalitesini kaybetmiş değildir.” Şimdi, “oradaki kardeşlerimizin çağrısına sessiz kalamayız” denilerek atıfta bulunulan “Başkan Barzani” gitti, yerine bir kez daha “aşiret reisi Barzani” geldi. Bu arada, “haddini bilmesi gereken” Irak hükümeti TC’nin ortağı, partneri ve tek muhatabı ilan ediliverdi; onun atacağı adımlarla koordineli adımlar atılacağı açıklandı ve güya Iraklı askerlerle sınırda “ortak” operasyonlar icra edilerek Irak Kürdistanı’na gözdağı vermeye girişildi. Kürt düşmanlığı temelinde kırk takla atan egemenler, 180 derecelik dönüşlerine bir yenisini daha eklediler. Esad’dan, Fettullah Gülen’den sonra, Erdoğan’ı ve AKP’yi kandırıp uyutanlar listesine bugünlerde Barzani de eklenmiştir. Bağımsız bir Kürdistan peşinde olduğunu dünya âlemin bildiği ve bunu hiç saklamayan Barzani’nin böyle bir niyetinin olduğunu bizim egemenlerimiz yeni öğreniyorlarmış, “yanıltılmışlar, hayal kırıklığına ve ihanete uğramışlar”!
Baş döndürücü taklalarla beyni dumura uğratılan emekçi kitlelere dönük yeni algı operasyonu bir kez daha “Kerkük-Musul bizimdir” teranesi etrafında şekillendiriliyor. Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım savaşı, bu savaşın doğurduğu çok boyutlu sonuçlar ve onunla iç içe geçen kangrenleşmiş sorunlarla iyice köşeye sıkışan Türkiyeli egemenler, döne dolaşa aynı teraneyi okumaktan bıkmıyorlar. Aslında bıkmak da değil, yapabilecekleri başka bir şey, kullanabilecekleri başka hiçbir argüman bulunmadığından bu pespaye iddialara bel bağlıyorlar.
Kerkük ve Musul’da TC’nin hakkı var yalanı
Zengin petrol yataklarına sahip olan Kerkük ve Musul’un, Misak-ı Milli dâhilinde tarif edilmesine rağmen yeni oluşan TC devletinin sınırları dışında kalması, oldum olası Türkiyeli egemenlerin kuyruk acısı olmuştur. Özellikle burjuvazinin en milliyetçi ve şoven kanadı (başta da faşist MHP) bu söylemi her daim canlı tutmaya çalışmıştır.
Bugünlerde aynı terane bu kez bağımsız bir Kürt devletinin ilanını engellemek amacıyla ısıtılıp tekrar gündeme getiriliyor. Ama kafalarının arkasında, bir punduna getirip bölge petrollerine el koyma maksadı da bulunmaktadır. Sözümona, eğer Irak Kürdistanı bağımsızlık ilan ederse vaktiyle Musul ve Kerkük dâhil bölgenin kaderini belirleyen anlaşmalar geçersiz hale gelirmiş ve bu durumda bu bölge üzerinde TC’nin hakkı doğarmış, anlaşmalarda buna ilişkin hükümler varmış. Bu iddia, uluslararası burjuva hukukun ve diplomasinin hiçbir ilkesiyle bağdaşmadığı gibi, hepten uydurmadır, koca bir yalandan ibarettir. Çünkü adı geçen anlaşmalarda böyle bir maddenin, koşulun, şerhin vb. en küçük bir izi bile yoktur.
22 Eylül tarihli MGK kararında da “uluslararası anlaşmalardan doğan haklarımız saklıdır” denilerek düğmesine basılan bu kampanya, gazete köşelerinde ve televizyon programlarında en seviyesiz biçimde sürdürülüyor. Seviyesizlik, cehalet, uydurma tezler, okkalı yalanlar öyle bir noktaya varmış durumda ki, konu hakkında gerçekten bilgisi olan akademisyenler, gazeteciler, tarihçiler, bu pespayelik karşısında saçlarını başlarını yolar hale geliyorlar. Örneğin kendisi de milliyetçi olan tarihçi Murat Bardakçı şunları söylüyor: “Söyledikleri ne varsa, hepsi yanlış! Bu iki andlaşma ve daha sonra imzalanan protokoller Türkiye’ye Irak’a müdahale hakkı verirmiş de, Musul üzerinde zaten hakkımız varmış da, bu husus Lozan’ın 16. maddesinde açıkça ifade edilmişmiş de, vesaire, vesaire... Ekran gevezelerinin konuştukları bahisleri aslında hiçbir şekilde bilmemeleri dışında ortak bir noktaları daha var: Yayınlara katılmadan önce programda anlatacakları konuları asla araştırmamaları, kitap karıştırıp tek bir satır bile okuma zahmetine katlanmamaları ama temennileri ve zanları ile internetten gördükleri yalan-yanlış kırıntıları ‘bilgi’ diye ortalığa saçmaları! ‘Cahil cesareti denen şey herhalde budur; zira, Lozan’ın ‘feragat’ bahsi olan meşhur 16. maddesini ‘Türkiye’nin Musul üzerinde vârolan hakkı olduğunu iddia etmenin yahut Ankara Andlaşması’nın Brüksel Hattı’ndan bahseden ilk maddesinin ‘garantörlük’ olduğunu söyleyebilmenin ‘cehalet ve ‘cesaret’ kavramlarının dışında izahı hiçbir şekilde mümkün değildir!” (Habertürk, 27/9/2017)
Baskın Oran, başbakan ve cumhurbaşkanı tarafından da dillendirilen bu antlaşma ve iddiaları detaylıca aktarıp ele alarak, “bütün bunların ipliğini teker teker pazara çıkarıyor” (t24.com.tr, 29/9/2017). Onun aktardıklarını kısaca özetleyelim.
Lozan Antlaşmasının 3. maddesinde Türkiye-Irak sınırı, 9 ay içinde Türkiye ile İngiltere arasında “dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır”, aksi halde konu Milletler Cemiyeti (MC) aracılığıyla çözülecektir deniliyor. Çözüm MC tarafından yapılmış ve Kerkük ile Musul İngiliz mandası durumundaki Irak’a bırakılmıştır. Madde 16, yani bilinen ismiyle “feragat maddesi”, Türkiye’nin “belirlenen sınırları dışındaki tüm topraklar[da] (…) sahip olduğu tüm hak ve senetlerden vazgeçtiğini” karara bağlıyor. Yani hak tanımak şöyle dursun, feragat kararlaştırılmış. İşin tuhaf tarafı, özellikle de dinci ve milliyetçi gericiler tarafından yıllar boyunca “Lozan bir zafer değil hezimettir” iddiası ileri sürülürken tam da bu maddelere atıf yapılmaktaydı. Şimdi ise aynı “hezimet” maddelerinin TC’ye işgal ve hatta ilhak hakkı verdiği yalanı söyleniyor. 1926 Ankara Antlaşması, Irak ile TC arasında imzalanmış ve 5. maddesinde sınırların “kesin ve bozulmaz” olduğu söyleniyor. Bağımsız bir Kürdistan kurulması durumunda, bu madde Kürt yönetimini bağlamayacağı gibi, Türkiye sınırlarına dönük bir talebi olmadığı durumda (ki yok!) bu madde ihlal edilmiş olmayacaktır. Aynı antlaşmanın 6. ve 13. maddelerinde sınırın her iki yanındaki Kürtleri denetim altında tutabilmek için iki devlete “ortak tedbirler” alma hakkı verilmiş, ama Irak’ın da Türkiye’nin de tek taraflı adım atma hakkı bulunmuyor. Dahası bu son iki madde, 1946 tarihli bir antlaşma ile daha sonra iptal edilmiş.
Görülüyor ki söz konusu iddiaların uluslararası burjuva hukuk nazarında hiçbir karşılığı yoktur. Dolayısıyla bu temelsiz iddiaların, olası TC müdahalesi açısından uluslararası “kamuoyu”nda bir meşruiyet yaratamayacağı açık. Aslında bu pespaye iddiaların diplomatik olarak da siyasi olarak da bir karşılığının olmadığını kendileri de biliyorlar. Buna rağmen bıkmadan aynı teraneleri okumalarının gerekçesi ne olabilir? Birkaç neden sıralayabiliriz. Birincisi, çaresizlikleridir. İkincisi, gayri resmi koalisyon ortaklarının (ordu, MHP) gazını almaktır. Üçüncüsü, bir nebze düşünen herkesin, tutarsızlığın, oportünist taklaların ve haksız olunduğunun farkına varabilmesinden korktukları için, halkta “haklı olan biziz” algısını oluşturmak ya da bu yöndeki şoven duyguyu pekiştirmektir. Bununla bağlantılı olarak da, iç kamuoyunu iyice köpürtülen milliyetçilikle terbiye ederek daha da hizaya sokmak, olası yayılmacı maceralar için kitlelerin beynini yıkamaktır.
Türkmenler bahane
Kerkük ve Musul’un birer Türkmen kenti olduğu yalanı da, bu pespaye iddiaları tamamlamak üzere dillendiriliyor. Ortadoğu’daki küçük Türkmen varlığı, TC’nin yayılmacı hevesleri ve saldırgan girişimleri için bir bahane olarak kullanılıyor. Komşu ülkelerdeki Kürtleri düşman addeden TC hükümeti yine oradaki Türkmenleri soydaş ilan etmekle aslında ikiyüzlü ırkçılığını açığa vurmuş oluyor. Dışişleri bakanı, “Türkmenlere müdahale olursa askeri operasyon yapılır” diyerek hem tehdit dozunu yükseltir görünüyor ve hem de askeri müdahale için yeni koşullar getirip meseleyi yokuşa sürüyor, tabii MHP zihniyetindekiler nazarında.
Hatırlanacağı gibi Türkmenlerin varlığı, TC’nin Suriye’ye girme bahanesi olarak da bir dönem fazlaca köpürtülen bir konu idi. Haftalarca Bayır-Bucak Türkmenleriyle yatılıp kalkıldı, onların Suriye’de yoğun olarak yaşadığı Türk Dağı bölgesinden bahsedildi, ardından bu dağın yerel halk arasında Kürt Dağı olarak anıldığı ortaya çıksa da demagoji devam etti. İşin ucu, o bölgede operasyon yapan bir Rus uçağının TC tarafından düşürülmesiyle Rusya ve TC arasında patlak veren krize vardı. O dönemde Türkiye’den faşist çetelerin Suriye’ye çatışmaya gönderildiği ortaya çıktı. Bugün de aynı çeteler Kerkük’te Türkmenleri korumak için göreve hazır olduklarını ilan ediyorlar. Aynı senaryo!
90’lı yılların başında Iraklı bakanlar Türkiye ziyaretlerinde Kerkük’te Türkmen yoktur dediğinde, TC yetkilileri seslerini çıkarmıyorlardı. Ama durum değiştiğinde Irak’ta 3 milyon Türkmenin yaşadığı yalanını dillendirmeye başladılar. Türk kontrgerillası eliyle Türkmenleri silahlandırmaya ve eğitmeye giriştiler. İlerleyen yıllarda ondan fazla Türkmen partisi kurulunca bu partiler Türkmen Cephesi adı altında bir araya getirilmeye çalışıldı, bu cephenin kuruluşu da Türkiye’deki toplantılarda gerçekleşti. Buna rağmen bugün Türkmenlerin yekpare bir blok halinde davranmadığına ve hatta son referandumda bile ortak bir tavır benimsemediklerine işaret etmekte fayda var.
Kerkük ve Musul’da yaşayan Türkmenlerin önemli bir bölümünün Şii olması, egemenlerin keyfini hepten kaçırıyor. Zira Türkmen Şiiler, tam da bu yüzden kendilerine Türkiye’nin sahip çıkmadığından yakındıkları gibi, son yıllarda önemli bir bölümü Şiilerin hâkimiyetindeki Bağdat hükümetinin askeri birliklerinde yer alıyorlar. Sünni Türkmenler de kendi aralarında birlik olmadıkları gibi farklı siyasal eğilimlere bölünmüş durumdalar. TC’nin politikalarına kayıtsız şartsız angaje olanlarsa, yalnızca TC’nin örtülü ödeneğinden doğrudan beslenenler ve onun etki alanındakilerdir.
Egemenlerin feryat figanları bir tarafa, gerçek şu ki, Irak’taki Türkmenlerin hem Irak genelinde hem de Kürt bölgelerindeki mevcut siyasal demokratik hakları, Türkiye’deki Kürtleri fersah fersah aşıyor. Bu hakların ne ölçüde kullanılabildiği ayrı bir sorun, zira Türkiye’de azınlıklara ya da ezilen halklara dönük bu tür haklar kâğıt üzerinde bile mevcut değil. Türkiye’de Kürtlere hiçbir etnik hak tanınmamışken, Iraklı Türkmenler, anayasal olarak tanınmış bir etnik grup. Yani tek tek bireyler olarak değil, toplumsal bir grup, bir etnik azınlık olarak resmi bir statüye ve haklara sahipler. Kendi etnik kimlikleriyle siyasal faaliyet yürütebiliyorlar; kendi partileri ve gerek Irak Meclisinde gerekse de Kürdistan Meclisinde (azınlıklara ayrılan kotalar bile mevcut) kendi milletvekilleri var; Türkiye’de Kürtlere tanındığı söylenen kendi dillerini öğrenme gibi garip bir hakları değil, kendi dillerinde eğitim yapma hakları var; nüfus çoğunluğuna sahip oldukları bölgelerde Türkmence resmi dil olarak kullanılabiliyor; yerel meclislerde de nüfusları oranında temsil kotaları mevcut.
Kerkük’te bugün demografik değişimden yakınan TC yönetimi, Saddam Hüseyin döneminde, Kerkük ve Musul’da büyük bir sürgün dalgasının yaşanmasına, bölgeden 300 binden fazla Kürdün ve yine binlerce Türkmenin uzaklaştırılarak yerlerine diğer bölgelerden Arapların yerleştirilmesine ses çıkarmamıştı. Üstelik bu Arapların bir kısmı Şii idi. Saddam, Sünni bir iktidarı temsil etse de, bölgeden Kürtleri ve Türkmenleri uzaklaştırarak Araplaştırma temelinde etnik bir değişim yaratmayı, bu arada Sünni Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgeye Şii Arapları yerleştirerek aynı zamanda gelecekte kullanmak için mezhep kavgası tohumları atmayı planlıyordu. Tüm bu zorla göç ettirme politikalarına rağmen, bölge Kürt nüfusun ağırlığında olmayı sürdürüyor. 2005 Anayasasında, tam da Saddam zulmü ve savaş nedeniyle değişen nüfus yapısından ötürü, ondan fazla yerleşim bölgesinin statüsünün nasıl saptanacağına dair maddeler vardır. Musul ve Kerkük’e bağlı yerleşim bölgelerinde, önce zorla göç ettirilenlerin geri dönebilme koşulları oluşturulacak, ardından nüfus sayımı yapılacak ve sonunda da bu yerleşimlerin hangi bölgeye bağlanacağını belirlemek üzere referandumlara gidilecekti. Bu sürecin 2007’ye kadar tamamlanması gerekiyordu. Fakat Irak merkezi hükümeti bu süreci hayata geçirmek üzere hiçbir adım atmadı. Kürdistan yönetimi ile Bağdat hükümeti arasındaki en temel sorunlardan biri buydu ve halen budur.
Kerkük ve kırsalı, ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı bir kent olsa da, bölgede birer azınlık olarak Türkmenlerin, Arapların, Hırıstiyanların ve Yahudilerin de varolduğu biliniyor. Aslında bugün Kerkük Meclisinde tüm bu azınlıklar temsil de ediliyorlar. Kürdistan bölge hükümeti Kerkük’ün bu açıdan farklılığını kabul ediyor gözüküyor, orada bu azınlıkların haklarını güvence altına alacağını, Kerkük için farklı bir yönetim modelinin düşünüldüğünü açıklıyor.
Kuşku yok ki, gerek Irak merkezi hükümetinin, gerek TC hükümetinin ve hatta gerekse de bölgesel Kürt yönetiminin Kerkük sorununda temel hareket noktası, bölgenin tüm etnik-dini-mezhepsel gruplarının demokratik haklarına kavuşması ve bunun güvence altına alınması değildir. Hepsi açısından da temel motivasyon Kerkük’ün çok zengin petrol yataklarına sahip oluşudur. Irak hükümeti bu zenginliği kaybetmek istemezken, Kürt yönetimi bu zenginliği bağımsız bir devletin ekonomik temeli olarak görüyor. TC de sırf bu yüzden Kerkük’ün Kürdistan’a bağlanmasına karşı çıkıyor. 10 yıl önce kaleme aldığımız şu satırlar geçerliliğini halen koruyor: “TC’nin Kerkük’e olan ilgisinin, orada yaşayan Türkmen azınlığın haklarını koruma kaygısıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu ilginin kaynağında Kerkük’ün sahip olduğu zengin petrol yataklarının Kürtlerin eline geçmesi kaygısı yatmaktadır. TC, bu petrol yatakları üzerinde Kürtlerin denetim kurması durumunda, Kürdistan’ın ekonomik olarak güçlü bir temele kavuşmasından ve bu temelde bağımsızlık yolunda adım atmasından korkuyor. Bir başka deyişle, mesele Kerkük meselesi de değil, Kürdistan’ın bağımsızlığı meselesidir. Nitekim geçenlerde PKK’yle mücadele koordinatörü Edip Başer’in bir televizyon programında dile getirdiği, ‘Türkiye’nin önceliği PKK ya da Kerkük değil, bağımsız bir Kürdistan kurulmasını engellemektir. Diğerleri bu stratejik hedefin sadece bir parçasıdır’ şeklindeki sözleri de bunu gösteriyor.” (Oktay Baran, Kürt Sorunu, Nisan 2007)
Bölge petrolleri üzerindeki paylaşım kavgası yalnızca yerel ve bölgesel güçlerin değil aynı zamanda büyük emperyalist güçlerin de baş gündem maddelerinden biridir. Ortadoğu’da süren paylaşım kavgası bölge petrollerinden kimin aslan payını kapacağını, hangi bölgenin hangi gücün nüfuz alanı olacağını belirlemek üzere yapılıyor. Bu durum, aslında, şu ya da bu bölgede hangi etnik grubun ağırlıklı olduğu tartışmalarını da boşa çıkarıyor. Zira emperyalist paylaşım, bunlara göre değil, emperyalist güçlerin çıkarlarına, yürüttükleri savaştan kimin galip çıkacağına, kimin daha güçlü olduğuna göre şekillenir. Yürüyen savaşın sonunda emperyalistler milli-etnik-dinsel-mezhepsel ihtilafların bir kısmını kendi çıkarları doğrultusunda çözüme bağlarken, yeni gerilimler, yeni çatışma dinamikleri, yeni ihtilaflar, yeni eşitsizlikler ve adaletsizlikler yaratacaklardır. Bundan kaçınmaları mümkün olmadığı gibi, açıkça böylesi parçalanmışlıklar, düşmanlıklar, ihtilaflar onların işine gelmektedir.
Emperyalizm, böl ve yönet politikasından vazgeçmiş değildir; küçük parçalar arasında bitip tükenmeyen ihtilaf ve çatışmalar, onlara hem gerektiğinde müdahale etme bahanesini sağlamakta hem de milyarlarca dolarlık yeni silah anlaşmalarının yolunu döşemektedir. Bu yüzden, bölgenin emekçi halkları yeter artık deyip kapitalist ve emperyalist güçlere karşı isyan bayrağını yükseltmediği sürece, içinden geçtiğimiz paylaşım savaşının ürünü olacak yeni Ortadoğu da, halklar arasındaki gerçek bir siyasal eşitliğin sağlandığı, ulusal boyundurukların ortadan kalktığı, azınlıkların haklarının güvence altına alındığı, tüm halklar için adil ve demokratik bir barışın sağlandığı bir coğrafya olmayacaktır. Tüm halkların gerçekten kardeşçe ve özgürce, gönüllülük ve hak eşitliği temelinde yan yana ve bir arada yaşayabilmesinin tek yolu emperyalist güçlere bölgeden el çektirilmesinden ve kapitalizmin tasfiyesinden geçiyor.
Musul-Kerkük ve Türkmenler sorunu hakkında daha önce kaleme aldığımız şu yazılara da bakılabilir:
Tuncay Alp, Savaş ve Kürt Sorunu Üzerine, Mart 2003, http://marksist.net/node/865
Oktay Baran, Kürt Sorunu, Nisan 2007, http://marksist.net/node/1493
link: Oktay Baran, Referandum, Musul-Kerkük, Türkmenler ve Bitmeyen Yalanlar, 30 Eylül 2017, https://marksist.net/node/5924
Çözümsüzlüğün Adı: “MEB”
Eğitim de Tutsak: Cezaevinde 69 Bin Öğrenci!