Türk burjuvazisinin iki kanadı arasındaki güç ve iktidar kavgası şiddetli bir şekilde devam ediyor. Devleti kendi mülkü olarak gören geleneksel statükocu kanat ile TÜSİAD’ın başını çektiği kanat arasındaki hegemonya mücadelesinin daha da kızışması boşuna değil. Nitekim yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri ve onunla bağlantılı olarak genel seçimler, nihai bir belirleyicilik taşımasa bile bu iki kanat arasındaki mücadelede önemli bir muharebe alanını oluşturuyor. Yürüyen tartışmaların da açığa çıkardığı gibi, biri devletin zirvesini, diğeri ise hükümeti belirleyecek olan bu iki seçimden dananın kuyruğunu kopartacak olanı cumhurbaşkanlığı seçimleri. Statükocu asker-sivil bürokrasinin ve onun siyasi-ideolojik temsilcilerinin yürüyen tartışmalar içerisinde ileri sürdükleri argümanların çeşitliliğine rağmen hemen hepsinde ortaya çıkan ana tema şu: hükümeti kaptırdık ama devleti kaptırmayacağız.
Burjuva iktidar bloğu içindeki bu çatışma, yalnızca burjuva iktidar aygıtının hangi kurumunun kimin denetiminde olacağı sorununda değil, Türkiye’nin iç ve dış politik sorunlarının çoğunda da kendisini açığa vuruyor. AB sorunundan Kıbrıs sorununa, son zamanlarda yeniden canlanan Ermeni sorunundan artık kangren haline gelmiş Kürt sorununa kadar birçok ciddi sorunda bu kapışmanın tarafları kimi zaman nüanslarla kimi zaman da daha köklü yaklaşım farklılıklarıyla kendilerini belli ediyorlar. Bu sorunlar içerisinde en önemlisi, hiç kuşku yok ki, Kürt sorunudur. TC devletinin anayasal yapısıyla, onun resmi ideolojisi ve pratiğiyle doğrudan ilişkili olduğundan ve egemen sınıf tarafından devletin birliği ve bekası sorunu olarak algılandığından durum budur. Ne var ki Kürt sorunu denildiğinde hiç de yalnızca Türkiye’yle ilgili bir sorundan bahsedilmiyor demektir. I. Dünya Savaşının sonuyla birlikte Kürtlerin yaşadıkları toprakların dört ülke arasında (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) bölüştürülmesiyle birlikte Kürt sorunu tek bir burjuva devletin değil, tüm bir bölgenin sorunu haline gelmiştir. Hele emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin kızıştığı ve başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyanın yeniden paylaşımının gündemde olduğu günümüzde, Kürt sorunu bölgesel bir sorun olmanın da ötesine taşarak uluslararası bir sorun haline bürünmüştür.
Gerek cumhurbaşkanlığı seçimleri gerekse de Kürt sorunu üzerinden yürüyen tartışmalar, rejimin ciddi bir kriz geçirdiğini göstermekle kalmıyor, geleneksel devlet yapılanmasının militarist, otoriter ve ırkçı doğasını da açığa vuruyor. Kürt hareketinin tüm adımlarına rağmen, statükocuların yürüttüğü ırkçı inkâr ve imha politikası özünden bir şey kaybetmeden devam ediyor. Türkiye’deki Kürt sorununun müzakere yoluyla çözümüne olanak yaratmak üzere PKK tarafından ilan edilen tüm ateşkes ve diyalog çağrıları hep tek taraflı kaldı. Büyükanıt’ın ABD ziyareti sırasında dile getirdiği “en büyük tehdit terörün siyasallaştırılmasıdır” şeklindeki sözleri, bu haksız savaşı hangi tarafın istediğini kanıtlıyor. “TC devletinin bölünmez bütünlüğü” noktasında TC burjuvazisinin iki kanadı hemfikir olsa da, bunlar arasında Kürt sorununa bakış noktasında önemli nüanslar bulunduğu biliniyor. Ne var ki, liberal geçinen burjuva kesimin geliştirdiği çeşitli açılımlar, onun siyasal korkaklığı ve tutarsızlığı nedeniyle her seferinde geleneksel politikanın duvarına toslayıp geri çekiliyor. Onun makyaj kabilinden reform girişimleri ve sözde açılımları bugüne dek her seferinde statükocuların provokasyonlarıyla, savaş çığırtkanlığıyla ve milliyetçi hezeyanlarıyla yanıtlandı ve geri püskürtüldü.
Özellikle son dönemde, aristokratik bürokrasinin milliyetçiliği her türlü araçla ve apaçık ırkçılık temelinde körüklemesine şahit oluyoruz. Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşın çok daha sıcak olduğu ve PKK’nin “bağımsız ve birleşik Kürdistan” programıyla mücadele ettiği 90’lı yılların başlarında bile böylesine açık bir ırkçılıktan ve Kürt ve Türk halklarını doğrudan doğruya karşı karşıya getirme girişimlerinin yaygınlığından bahsedilemezdi. Bugün PKK’nin ilan ettiği tek taraflı ateşkese ve diyalog çağrılarına rağmen devletin yürüttüğü bu haksız savaşta her iki taraftan da yoksul emekçi çocukları yaşamlarını kaybetmeye devam ediyorlar. 90’lı yıllarla karşılaştırıldığında yaşamını yitiren insanların sayısı çok daha azalmış olmasına rağmen, ölen askerlerin cenaze törenleri o günkülerle kıyaslanmayacak ölçüde bir milliyetçi-ırkçı gösteriye dönüştürülüyor. Peki neden? Bu sorunun birbiriyle bağlantılı iki yanıtı var.
Birincisi, aristokratik bürokrasi, Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte “teröre karşı zafer kazanıldığı”nı ama ardından gelen dönemde hükümetin Kürtleri cesaretlendirerek “terörü azdırdığı” yalanını yayıyor. Böylelikle başta hükümet olmak üzere AB’ci liberal burjuvaziyi yıpratmak, geri çekilmesini sağlamak ve geleneksel militarist politikanın devamını garantileyerek kendi üstünlüğünü korumak istiyor. PKK zorla sıcak savaşın içine çekilmeye çalışılıyor, o geri çekildikçe üzerine gidiliyor. Sorun Türkiye içinde bir sorun değilmiş de, Irak’taki PKK kamplarından kaynaklı bir sorunmuş gibi algılatılmaya ve bu nedenle sınır ötesi operasyon yapılmasının kaçınılmaz olduğu görüşü işlenmeye çalışılıyor. Koca kolordular, tanklar, zırhlı birlikler Irak sınırına kaydırılıyor, operasyon ha yapıldı ha yapılacak şeklinde bir hava yaratılıyor. Ardından da hükümetin böyle bir operasyonu istemediği ve engellediği görüntüsü yaratılarak, sözde “artan terörün” faturası yine hükümete kesilmeye çalışılıyor. Bu çizgi son dönemde hükümeti, burjuva liberal aydınları ve hatta açıkça TÜSİAD’ı PKK işbirlikçisi, bölücü ve vatan haini ilan etmeye kadar vardırıldı. Açık ki, yeniden tırmandırılan milliyetçilik ve savaş kışkırtıcılığı, esasında burjuva iktidar bloğu içindeki kızışmış çatışmanın bir yansımasıdır.
İkincisi, Kürt sorunu artık uluslararası bir sorun haline gelmiş ve özellikle Irak’taki Kürtler belli politik mevziler kazanmıştır. Bu atmosferde Güney Kürdistan giderek diğer coğrafyalardaki Kürtler için de bir çekim merkezi haline gelmekte ve Kürdistan’ın farklı parçalarındaki Kürtler giderek birbirlerine yaklaşmaktadır. Artık eskisi gibi TC’nin Kürtleri birbirine kırdırma politikasını yürütmesi mümkün değildir. TC devletinin geleneksel Kürt politikası artık yalnızca kendi sınırları içinde değil, sınırları dışında da iflas etmiştir. Irak’ta anayasal bir statüye kavuşan Kürdistan’ın gelecekte bağımsız bir devlete dönüşmesi ihtimali, statükocuları zıvanadan çıkarıyor. Böylesi bir gelişmenin TC devletinin geleneksel yapısı ve hiç kuşkusuz bu yapı içerisinde kendi konumları açısından çok büyük bir risk oluşturduğunun farkındalar. Bunun önüne geçebilmek için yalnızca PKK’ye karşı değil, tüm Kürt oluşumlarına ve genel olarak Kürtlere karşı ırkçı-faşist bir söylemi körükledikçe körüklüyorlar. Tam da bu nedenle generallerimizin kendilerini anti-emperyalist pozlara bürüdüklerini, emekli subaylar aracılığıyla kontr-gerilla örgütlerini artık aleni biçimde kurmaya başladıklarını ve yine bu tür oluşumlarla anti-Amerikancı söylemi körüklediklerini görüyoruz. Tüm bunlar, körükledikleri milliyetçiliğin gerçek doğasının anti-emperyalizm ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığını, gerçekte Kürt düşmanlığına dayandığını ve başka türlü de olamayacağını gösteriyor. Onlar, ABD’nin TC’yi gözden çıkaramayacağı düşüncesiyle, ellerindeki kozları güçlendirmenin, körükledikleri milliyetçi hareketle ABD’ye blöf ve baskı yaparak onun Irak’taki Kürtlere verdiği desteği sınırlandırmanın hesabını yapıyorlar.
Kerkük ve Türkmenler bahane
2007 yılının Aralık ayında yapılması beklenen Kerkük referandumu bu açıdan büyük önem taşıyor. Irak’ta bugün geçerli olan anayasaya göre uluslararası burjuva hukuk çerçevesinde meşruluk kazanmış olan bir “Kürdistan Bölge Yönetimi” mevcut. Bu yönetim, Dohuk, Erbil ve Süleymaniye vilayetlerinin birleşmesiyle oluşmuş durumda. Kerkük’ün de bu federatif yapıya katılıp katılmayacağı, yani onun da Kürdistan’ın bir parçası olup olmayacağı bu referandum ile belirlenecek. Kerkük’ün Kürdistan’a katılması, TC devleti tarafından engellenmeye çalışılıyor. TC’ye bakılırsa Kerkük bir Kürt şehri değil, Türk şehridir! Bu şehirde bulunan Türkmen azınlığın haklarının çiğnendiği, eğer Kerkük Kürdistan’a katılırsa Türkmenleri büyük bir felâketin beklediği yalanının arkasına sığınarak gerçekliğin üstünü örtmeye çalışıyorlar.
Gerçek şu ki, birçok etnik azınlığı barındıran Kerkük, Saddam Hüseyin zamanında Araplaştırılması için 300 bine yakın Kürt’ün sürgüne gönderildiği, buna rağmen Kürt nüfusun ağır bastığı bir şehirdir. Daha da önemlisi Kürtlerden sonra kentin en büyük ikinci grubu olan Türkmenler, TC’nin tüm iddialarının aksine, onun bölgedeki kontr-gerilla örgütlerine destek vermiyorlar. TC’nin dış bürosu gibi çalışan “Türkmen Cephesi”, Irak’taki seçimlerin de kanıtladığı gibi, Türkmenlerin son derece küçük bir bölümünün desteğini alabiliyor ancak. Geriye kalan büyük çoğunluk Kürtlerle bir anlaşmazlık yaşamadığı gibi, TC’nin Kerkük meselesine müdahil olma çabalarına da karşı çıkıyor. Kürdistan bölge parlamentosunda kendi kimlikleriyle temsil edilen Türkmen milletvekilleri de TC’nin politikasına destek vermiyorlar.
TC’nin Kerkük’e olan ilgisinin, orada yaşayan Türkmen azınlığın haklarını koruma kaygısıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu ilginin kaynağında Kerkük’ün sahip olduğu zengin petrol yataklarının Kürtlerin eline geçmesi kaygısı yatmaktadır. TC, bu petrol yatakları üzerinde Kürtlerin denetim kurması durumunda, Kürdistan’ın ekonomik olarak güçlü bir temele kavuşmasından ve bu temelde bağımsızlık yolunda adım atmasından korkuyor. Bir başka deyişle, mesele Kerkük meselesi de değil, Kürdistan’ın bağımsızlığı meselesidir. Nitekim geçenlerde PKK’yle mücadele koordinatörü Edip Başer’in bir televizyon programında dile getirdiği, “Türkiye’nin önceliği PKK ya da Kerkük değil, bağımsız bir Kürdistan kurulmasını engellemektir. Diğerleri bu stratejik hedefin sadece bir parçasıdır” şeklindeki sözler de bunu gösteriyor.
Burjuva demokrasisi çürümüştür
Iraklı Kürtlerin bağımsızlığı sorununu tartışan burjuva ideologların çoğunluğu böylesi bir gelişmenin kesinlikle engellenmesi gerektiği hususunda hemfikirler. İçlerinde diğer olasılığı da düşünen şimdilik küçük bir azınlık ise, bu durumdan TC’nin çıkarına nasıl yararlanılabileceğinin hesabını yapıyor. Ama ne tuhaftır ki, pek demokrat burjuva ideologlarının içinden biri çıkıp da, ezilen bir ulusun bağımsız devlet kurma hakkını siz nasıl reddedebilirsiniz, hatta böylesi bir girişimi askeri yollardan ezmeyi nasıl düşünebilirsiniz diye bir soru yöneltmiyor.
Oysa, bu pek demokrat geçinen burjuva ideologların baş tacı ettiği uluslararası hukuka ve onun en somutlaşmış hali olarak Birleşmiş Milletler’e göre, her halkın kendi kaderini tayin hakkı vardır! Nitekim, “Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” adıyla 1966 yılında BM tarafından kabul edilen anlaşmanın 1. maddesine göre: “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.” Durum buyken, TC’nin tutumu, yaklaşık 40 yıl sonra bile olsa onun da altına imza attığı uluslararası bir sözleşmeyi açıkça çiğnemesi anlamına, temel burjuva demokratik haklardan biri olan ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmesi anlamına gelmiyor mu? Kuşkusuz geliyor ama demokratik haklar kimin umurunda!
Gerçek şu ki, demokratik hakları saptayan bu tip sözleşmeler başta büyük emperyalist güçler olmak üzere burjuvazinin çıkarına uyduğu sürece kullanılır, uymadığı sürece göz ardı edilir. 1966 yılında kabul edilmesine rağmen ancak 1976’da, yani ABD’nin Vietnam Savaşında yenik düştüğünü kabul etmesinin ardından bu sözleşmenin yürürlüğe sokulması kuşkusuz bir tesadüf değildir. Bu sözleşme, Afrika ve Asya’da yürüyen ulusal kurtuluş mücadeleleri üzerindeki Sovyet etkisini zayıflatmak ve bu hareketlere burjuva hukuku çerçevesinde bir meşruluk kazandırabilmek üzere hazırlanmıştı. Tıpkı I. Dünya Savaşı sırasında, sömürge sahibi emperyalist rakiplerini zayıflatmak üzere ABD’nin Wilson Prensipleri adı altında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ileri sürmesi gibi. İşin aslı, emperyalist güçlerin işine gelmeyen ulusal hareketler her zaman terörist olarak görülmüş, emperyalist sistemle uzlaşma içerisine giren ulusal hareketler açısından ise bu self-determinasyon maddesi, genellikle kültürel haklar çerçevesinde değerlendirilmiştir. Kaldı ki bağımsızlık hakkını bir şekilde tanısalar bile emperyalistler hiçbir zaman, halkların barış ve özgürlük içinde yaşayabileceği bir ortam yaratamazlar.
Rejimin çıkışsızlığı
Statükocular AKP’nin rejimi tehdit ettiği propagandasını yapadursunlar, aslında geleneksel devlet yapılanması artık derinden sallanmaktadır. Egemen burjuva sınıfın kendi içinde bu denli derin bir çatışma yaşaması bunun göstergesidir. Bizzat bu düzenin has adamları birbiri peşi sıra sahne alarak, TC’nin Kürt politikasının iflas ettiğini ve yeni bir politikanın şart olduğunu söylemeye başladılar. Şimdilik sınırlı sayıda bile olsalar, bu şahısların bugün ya da geçmişte temsil ettikleri pozisyonlar o denli önemlidir ki, onların açıklamalarını dikkate almamak ya da birer sayıklamadan ibaret saymak büyük bir yanlış olurdu. Öyle görünüyor ki, önderliğini aristokratik bürokrasinin yaptığı statükocu burjuvazi cephesi içinde de çatlaklar oluşmaya başlıyor. Ancak daha baştan belirtmekte fayda var: bu arayışlar, Kürt halkının özgürlüğünü ve eşitliğini hedefleyen değil, TC’nin şu ya da bu şekilde daha da güçlendirilmesini, Ortadoğu’da alt-emperyalist bir güç olarak öne çıkmasını hedefleyen emperyalist çözüm arayışlarıdır. Bu tür çözümlerin ezilen uluslara özgürlüğü, eşitliği ve barışı getirdiği görülmemiştir. Bizzat Ortadoğu’nun kendisi bu gerçeğin canlı bir kanıtıdır.
Sıralayalım. Önce, Susurluk rezaleti açığa çıktığında “bin operasyon yaptık” diye övünen ve hakkında soruşturma bile açılmayan Mehmet Ağar sahne aldı. Geçen Ekim ayında yaptığı açıklamalarla, bölünme korkusundan kurtulmak gerektiğini, ateşkes sürecinin yürümesinden yana olduğunu, af konusunun ihtimal dışı görülmemesi gerektiğini belirterek, “PKK’lı dağda silah tutacağına düz ovada siyaset yapsın” dedi. Bir süre sonra da, Kafkasya’dan Irak’a kadar uzanan bir coğrafyada uzun vadede siyasal birlik hedefli bir ekonomik birlik modeli olarak “Benelüks modelini” gündeme getirdi. Ardından MİT müsteşarı Emre Taner, dünya durumunun değiştiğinden, gerçekleri görmek ve kabullenmek zorunluluğundan dem vurarak, “statükocu yaklaşım”dan dert yandı. MİT’e göre, artık çok daha stratejik yeni politikalara ihtiyaç vardı, Kürt politikası iflas etmişti, “sadece savunmadan ibaret bir politika kabul edilemez”di ve aktif bir siyaset gerekiyordu. TC’nin Kürt politikasının yanlış olduğunu ve değişmesi gerektiğini açıklayan MİT’in emekli müsteşar yardımcısı Cevat Öneş de, Ocak ayında Ankara’da toplanan “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansına katılarak epey bir şaşkınlık yarattı. Düzenin emekli baş solistlerinden Kenan Evren ise en son sahne alarak en açık konuşan isim oldu. 12 Eylül faşizminin bir numaralı ismi, devrimci işçi hareketinin cellâdı, Kürt halkının azılı düşmanı ve inkârcısı, bugünkü genelkurmay komutanlarının hepsinin geçmişteki komutanı Kenan Evren şunları söyledi: “DTP Meclis’e girsin. Biz istediğimiz kadar hayır diyelim, orada bir Kürt devleti var. Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir. Kürtlere kardeş muamelesi yapmalıyız. Kerkük’te haklarımız var ama gidip de işgal etmemize karşıyım.” Son olarak, sınırötesi operasyonlarda komuta görevi almış ve görev bölgelerinde yüzlerce Kürt devrimcisinin faili meçhullerle katledilmesinin sorumluluğunu taşıyan emekli korgeneral Korkmaz Tağma da, devletin Kürt politikasında birçok yanlış yaptığını dile getirerek benzer açıklamalarda bulundu: “En azından gerçekler neyse öyle davranılmalıydı. Herkesi Türk yapmaya kalkışmak doğru değildi! Şimdi herkes kabul etti Kürt varlığını. Hatta abarttılar. Nevruzu önce reddettik, sonra kabul ettik. Yetmedi, hızımızı alamayıp Türk bayramı bile yaptık. Elimize çekiç alıp ta Ergenekon'dan çıkışa kadar götürdük.”
MİT’ten, kontr-gerilla şeflerinden, darbe liderlerinden ve TSK generallerinden gelen bu açıklamalar ne anlama geliyor? Belli ki, egemen sınıf saflarında yeni arayışların söz konusu olduğuna. Burjuva devletin politikalarında köklü birtakım değişimleri dile getirenlerin ya da icra edenlerin, burjuva düzenin en gerici temsilcileri olması hiç de yadırganacak bir durum değildir. Nitekim değişim zorunluluğu ne denli yakıcıysa, bu ihtiyacın belli ağızlardan dile getirilmesi de o denli sarsıcı, etkili ve sonuç getirici olacaktır. Türkiye’deki burjuva düzene sadakatleri kanıtlanmış bu isimlerin aynı zamanda ABD’ye de pek sadık oldukları gerçeğini de unutmayalım.
Öyle görülüyor ki, burjuva iktidar bloğu içindeki çatışma Türkiye’deki burjuva düzeni haddinden fazla yıpratmakta ve ABD emperyalizminin politikalarıyla da uyuşmamaktadır. Kürtleri Ortadoğu’da yeni müttefiki olarak kullanmak isteyen ABD, Kürtler ile TC arasındaki sorunun bir şekilde çözümünden yanadır. Hiç kuşku yok ki, ABD’nin elinde birbirinin alternatifi olan birçok plan mevcuttur. Ama Amerika’nın esas arzusu, kendi içinde Kürt sorununu kangren olmaktan çıkarmış ve burjuva düzen içerisinde makul bir çerçeveye oturtmuş bir Türkiye’dir. Türkiye Güney Kürdistan’la petrol karşılığında ona hamilik yapma temelinde bir işbirliği geliştirebilirse, böylece oluşturulacak bir Kürt-Türk ittifakı hiç kuşkusuz ABD’nin bölgeye dönük projeleri için son derece önemli olacaktır.
Mehmet Ağar’ın “ben Diyarbakır’ı vermeye değil, Musul’u almaya çalışıyorum” demesi de, ABD’nin has adamlarından İlnur Çevik’in “Türkiye’ye göbekten bağlı bir Kürt devleti Türkiye’nin yararına olacaktır, buna göre politikaların hazırlanması gerekir” demesi de aynı anlama geliyor ve ABD’nin yukarıda dile getirdiğimiz arzularını dışa vuruyor. Ama belki de en çarpıcı kanıtlardan birini Can Dündar, Milliyet gazetesindeki 6 Mart tarihli yazısında aktardığı anekdotla veriyor. Yurtdışındaki bir Türk büyükelçisinin verdiği yemekte, Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti tartışılıyor ve en şaşırtıcı yorum ve öneri bizzat Türk büyükelçisinin kendisinden geliyor: Petrol karşılığında denize ulaşım olanağı yaratmak üzere, Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti ile TC arasında bir Kürt-Türk federasyonu!
Tekrar edelim; bu proje Türkiye’nin Ortadoğu’da alt-emperyalist bir güç olarak öne çıkmasını hedefleyen bir emperyalist çözüm arayışıdır. Cengiz Çandar bunu apaçık dile getiriyor: “Türkiye, Kuzey Irak’tan Kürdistan’a yol alamazsa, Ortadoğu’da da yol alamaz; kendi iç dengelerini oluşturmakta da zorlanır.” (Referans, 20/03/2007) Güney Kürtleriyle birleşilirse TC’nin “tarihinin kendisine tanıdığı en büyük imkânlardan biriyle yüz yüze olduğu”na vurgu yapılıyor. Büyük sermaye, kendi denetiminde ve güdümünde olduğu sürece Irak’ta bağımsız ya da federatif bir Kürdistan’ın kendi çıkarına olduğunun bilincindedir. Ve günü geldiğinde eğer bu tip emperyalist çözümler egemen sınıfın bütünü tarafından benimsenirse, sağcısıyla solcusuyla tüm burjuva ideologlar bu çözümü hem işçi-emekçi yığınlara hem de Kürt halkına en demokratik çözüm olarak pazarlamak üzere seferber olurlar.
Ama Türkiye büyük sermayesinin arzuladığı bu emperyalist planlar, Kürt halkının bağımsızlık ve birlik sorununu çözmüş olur mu? Elbette ki hayır! Unutulmamalı ki, merkezine, dört parçaya bölünmüş Kürt halkının bağımsızlık ve birleşme hakkını tanımayı koymayan planların hiçbiri kalıcı ve gerçek bir çözüm getirmeyecektir. Hele Ortadoğu gibi, emperyalist güçlerin at koşturduğu, halkları birbirine düşürmekten asla vazgeçmediği ve paylaşım kavgasının bir numaralı alanı durumundaki coğrafyada, bu hak tanınmaksızın bugün çözüldü gözüyle bakılan bir sorunun yarın daha da büyük bir sorun olarak karşımıza çıkması kaçınılmazdır.
Devrimci işçi sınıfı, ezilen ulusların ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkını koşulsuz bir şekilde tanır. Ezilen bir ulusun bu hakkı hangi yönde kullanacağı; eşitlik ve özgürlük temelinde gönüllü bir federatif birliği mi seçeceği, yoksa ayrılıp bağımsız bir devlet mi kuracağı ya da bir başka devletle mi birleşeceği sorunu bütünüyle kendi kararına bağlıdır. Lenin’in hep vurguladığı gibi, ayrılma hakkını tanımayan hiçbir öneri ulusal soruna gerçek bir çözüm oluşturamaz. Hiç kuşku yok ki, enternasyonalist komünistler halkların kardeşçe bir arada ve eşit bir temelde yaşamasından yanadırlar. Ancak unutulmamalıdır ki, eşitliğe giden yol halkların kendi kaderlerini özgürce tayin edebilmelerinden geçer.
Tüm ırkçı inkârcı imha saldırılarına rağmen, Kuzey Kürtleri bugüne dek özgürlük ve eşitlik temelinde birlikten yana olduklarını siyasi sözcüleri aracılığıyla defalarca dile getirmişlerdir. Kürt halkı da bütün halklar gibi savaş istemiyor, ama kölece ve boyun eğerek yaşamak da istemiyor. Türkiye işçi sınıfı ve yoksul Kürt emekçileri başlarına çorap örmek için hazırda bekleyen emperyalist kapitalist güçlere karşı yan yana mücadele etmek zorundalar. Aksi takdirde, emperyalist paylaşım kavgasının alevleri içerisinde Kürt halkını ve Türkiyeli işçi-emekçileri hiç de güzel günler beklemiyor!
link: Oktay Baran, Kürt Sorunu, Nisan 2007, https://marksist.net/node/1493
Sendikal Hareketin Krizi
Har(a)ç ödeyemeyen öğrenciler sınavlardan atılıyor!