Milenyum dönemecinden bu yana patlak veren ekonomik krizler dizisi giderek derinleşip ağırlaşan bir görünüm sergiliyor. 2008 krizi 2001’dekinden çok daha derin, yaygın, küresel ve eşzamanlıydı; 2020 krizi tüm yönleriyle daha şimdiden onu da aşıp geçmiştir. 2008’den bu yana emperyalist metropollerdeki Merkez Bankalarının basıp finans-kapitalin emrine sunduğu on trilyonlarca dolara rağmen, ileri kapitalist ülkelerde dişe dokunur bir ekonomik canlılık sağlanamamıştır. Bugünse muazzam bir iflas ve işyeri kapanma dalgası yaşanmaktadır. Burjuva kurumların yayınladığı iyimser tahminler bile yaşanmaya başlayan çöküşün boyutlarını ortaya koymaktadır: İleri kapitalist ülkelerde yüzde 10’lara varacak ve hatta aşacak iktisadi küçülmeler, 195 milyon yeni işsiz! Daha şimdiden yalnızca ABD’de dört hafta içerisinde 22 milyon işçi kapı önüne konulmuştur!
Burada yaşanmakta olan iktisadi krizi çeşitli görünümleriyle uzun uzadıya sergilemeyi gerekli görmüyoruz. Özetle ifade edecek olursak, tıpkı tedavilere cevap vermediği için koşullar daha uygun hale gelene kadar zaman kazanmak üzere makinelere bağlı olarak uyutulan bir hasta gibi, bugün yoğun bakımdaki kapitalizme de IMF’nin tabiriyle “Büyük Kapatma” uygulanıyor. Salgını bahane eden burjuva hükümetler, çöküşün kontrolsüz bir şekilde gerçekleşmemesi için birçok ülkede ekonomiyi büyük ölçüde durdurmayı, onu “uyutmayı” göze almak zorunda kalıyorlar. İleri ülkelerin neredeyse tamamında karşımıza çıkan distopik manzaralar, iddia edildiği gibi koronavirüs salgınının görülmedik ölçüde ölümcül oluşundan değil, krizin bu denli ağır oluşundan kaynaklanıyor.
Bu son iktisadi krizin bu denli ağır oluşu hiçbir şekilde tesadüf değildir. Ertelenen tüm çöküşlerin misliyle büyüyerek kapitalizmin karşısına dikilmesi sistemin işleyiş kurallarından biridir. Bugün yaşananın bir yönü budur. Öte yandan kapitalizmin tarihi boyunca geçerli olan bu kuralın yanı sıra bugünkü ekonomik krizin bu denli ağır yaşanmasındaki esas belirleyici faktör, milenyum dönemecinden bu yana kapitalizmin varoluşsal bir sistem krizi içine girmiş oluşudur. Kapitalizmin tarihsel sistem krizi olarak adlandırdığımız bu olguyu kavramak bakımından, periyodik krizler, uzun süreli yükseliş ve gerileyiş dönemleri ve sistem krizleri hakkındaki değerlendirmelerimizi kısaca hatırlatmak faydalı olacaktır.
Tarihsel sistem krizi ne anlama geliyor?
Kapitalizmin temel çelişkisi, üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin ve üretici güçlerin toplumsal karakteri arasındaki çelişkidir. Bu çelişki iktisadi alanda kendisini kâr oranlarının düşme eğiliminde, aşırı-üretim olgusunda ve kimi belirgin orantısızlıklar/dengesizliklerde açığa vurur. Kapitalizmin bu yapısal çelişkiden kaynaklanan periyodik krizlerden kaçıp kurtulması mümkün değildir. Marx’ın vaktiyle saptadığı tüm bu gerçekler bugün de geçerliliğini aynen korumaktadır.
Elif Çağlı’nın 2003 tarihli Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum adlı broşüründe altını çizdiği gibi, periyodik krizlerin yanı sıra, kapitalist gelişmeye damgasını basan uzun süreli yükseliş ve gerileyiş dönemleri de vardır. Bu dönemler içerisinde de kapitalizm sınai çevrimler temelinde yol almaya devam eder. Bu uzun dönemin niteliğini sınai çevrimlerin gidişatı belirler. Neticede, uzun gerileme dönemlerinde, ekonomik canlanma ve boom evreleri kısalıp cansızlaşırken, kriz ve durgunluk evreleri ise uzayıp ağırlaşır. Kapitalizmin tarihi içerisinde bu tarz uzun gerileme dönemleri ve son derece şiddetli krizler yaşanmıştır. Bu tarz dönemlerde, krizler o denli şiddetlenmiş, uzamış ve sıklaşmıştır ki, ekonomi adeta bir durgunluk ve kriz batağına saplanmış gibidir. Aslında yalnızca iktisadi bir kriz değil, bir bütün olarak sistemin tüm alanlarda kriz içinde debelendiği bir durum sözkonusudur: “yaygın emperyalist paylaşım savaşlarıyla seyreden tüm tarihsel dönemeçlerde gözlemlenen ve ekonomik, siyasal, sosyal yaşamda kapitalizmin yol açtığı birikimli çelişkilerin ürünü olan büyük sistem krizleri”.[1] 1870’lerden 1890’lara uzanan süreçte yaşanan ilk uzun ve derin kriz dönemi, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçişinin de zeminini döşemişti. 1930’lardaki büyük buhran dönemi ise, insanlığı faşizmin vahşi yüzüyle ve II. Dünya Savaşı dehşetiyle karşı karşıya bırakmıştı. Gerek insanlığa yaşatılan çok boyutlu yıkım, gerek dünya pazarının genişletilip derinleştirilmesi ve dünya ticaretinin önündeki engellerin azaltılması, gerekse de en önemlisi kredi mekanizmasının görülmedik ölçüde genişletilmesiyle kapitalizm bu krizi de atlatabilmişti. Ne var ki, önemli yeniliklerle ya da yapısal dönüşümlerle atlatılan her büyük kriz dönemi, aslında kapitalizmin kullanabileceği cephanenin biraz daha tükenmesi, kullanılan enstrümanların yıpranması ve işlerliğinin azalması anlamına gelir. Yani, “tarihsel eğilim, kapitalist işleyişin sıkışma momentlerini sona erdirecek ve ekonomiyi anlamlı bir canlanma temelinde yeni bir dengeye kavuşturacak potansiyellerin giderek azalması yönündedir.”[2] İşte milenyum dönemecinden itibaren, “kapitalist ülkelerde peşpeşe patlak veren ve bir sistem krizi olarak gelişen ekonomik kriz, dünya ticaretindeki ani düşüşlerle de kendini ortaya koymuştur.”[3]
Elif Çağlı, tarihsel sistem krizi demekle, “kapitalist sistemin artık tarihsel bir gerileme ve durgunluk eğilimi içine girmiş”[4] oluşuna dikkat çekmektedir. “Bu son örnek, artık yeni bir aşamaya yükselme şansı bulunmayan emperyalist kapitalizmin adeta kendi içinde sıkışmaya başlayan bir sisteme dönüştüğünün ipuçlarını sergiler. Özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde olgunlaşmaya başlayan ve kapitalizmin tarihsel açmazına dönüşen bu sıkışma hali”[5] her alanda yansımasını bulmaktadır.
Demek ki, kapitalizmin tarihsel sistem kriziyle, çok boyutlu, çok katmanlı, toplumsal yaşamın her alanını kapsayan ve geçmişte görülmeyen nitelikte bir krizi anlatmaktayız. Bu tespitlerimizi son somut gelişmelerle örneklendirip, maddeler halinde bir kez daha sıralayıp açmak yararlı olacaktır.
- Bu bir sistem krizidir, tüm sistemi, onun tüm alanlarını kapsamakta ve sistemi bir varoluş sorunuyla karşı karşıya getirmektedir. “Dünyanın kapitalistleşmesi ve kapitalizmin bir dünya sistemi olarak iyice olgunlaşması neticesinde bu üretim tarzı artık iyice yaşlanıp köhnemiştir. Ortalama kâr hadlerindeki düşüş eğilimi, ürkütücü düzeyde büyüyen bir işsiz nüfus, çözümü olmayan bir eksik tüketim sorunu, bunalım erteleyici mekanizmaların giderek daha yıkıcı bunalımları hazırlaması gibi belirtilerden de anlaşıldığı üzere kapitalizmin tarihsel ölüm çanları çalıyor. Kapitalizm insanlık açısından artık tamamen yıkıcı bir sisteme dönüşmüştür.”[6]
- Bu tarihsel ölçekte ve önemde bir krizdir, tarihsel bir krizdir. Bu tarihsel sistem krizi, kuşkusuz ki her şeyden önce, son derece şiddetli ve uzun süreli bir ekonomik durgunluk ya da gerileme anlamına gelmektedir, ancak ondan ibaret değildir. Tarihsel önemde bir kriz demekle, kapitalizmin, geçmişteki büyük bunalım dönemlerindekilerden farklı olarak yapısal bir tıkanmışlık içinde olduğuna işaret etmekteyiz. Kapitalizm artık ihtiyarlık dönemindedir, geçmişteki gibi, böylesi bir dönemi çeşitli yapısal dönüşümlerle atlatıp yeniden uzun ve güçlü bir yükseliş dönemine girme potansiyelini tüketmiştir.
- Bu “tükeniş”in temel nedeni, geçmişte krizleri atlattırma aracı olarak tepe tepe kullandıkları kredi mekanizmasının aşınıp büyük ölçüde tıkanmasıdır. Tarihte görülmedik bir borç dağı oluşmuştur. Geçmişte kredi sistemi esasen ticari ve sınai kredilerden ve devletlere verilen borçlardan oluşuyordu. Özellikle 90’lı yılların sonlarından itibaren tüketici kredilerinde de muazzam bir artış yaşanmaya başlanmıştı. “Tüm kapitalist ülkelerde tüketici kredilerinin yükselişinde büyük sıçramaların yaşandığı bu yıllar boyunca, gerçekte satın alma güçleri son derece sınırlı olan işçi ve emekçi kitlelerin harcama kapasitesi kredi mekanizmasıyla şişirilmiştir. Geniş kitleler bizzat kapitalist sistem tarafından yaratılan «tüketim çılgınlığı» yıllarında, bu kredilerin faiziyle birlikte geri ödeneceği gerçeğini hatırlamak istemeksizin, kapitalist ekonomiyi uzun bir süre boyunca canlı tutmuşlardır.”[7] Sonuç, gerek “hane halkı” denen tek tek insanların, gerek şirketlerin, gerekse de burjuva devletlerin boğazlarına kadar borca batmasıdır. Bugün gelinen noktada 250 trilyon doları aşan toplam borç/kredi hacmi, bu borç dağının eritilmesinin giderek imkânsız hale geldiğini ve dolayısıyla kredi mekanizmasının eski işlevini yerine getirmekte artan ölçüde zorlandığını gösteriyor.
Çağlı’nın 2012 yılında kaleme aldığı Kapitalizm Çıkmazda adlı broşüründe, hem kredi mekanizmasının kapitalizmde oynadığı çelişkili rol genel düzlemde analiz edilmiş, hem de yaşanan krizde kredi mekanizmasının artık tıkanmış olmasının oynadığı özel rol detaylı bir şekilde gözler önüne serilmişti. Kredi sistemi, “bireysel kapitalist sermayenin pabucunu dama atan devasa hisse senetli şirketlerin, tekelci kapitalizmin, kapitalizmin emperyalist aşamasının ve netice olarak kapitalist küreselleşmenin de yaratıcısıdır.”[8] Ama aynı zamanda “kapitalist üretim ve dolaşım süreçlerinde hızlandırıcı rol oynayarak aşırı üretim krizlerini büsbütün derinleştirip kızıştırır. Kapitalizmin harlı işleyişine ket vuran bunalım dönemlerinde geri ödenmeyen krediler ise, kapitalist finans kuruluşlarını ve kapitalist devletleri bir türlü içinden çıkamadıkları devasa bir borç sorunuyla yüz yüze getirir. Özetle vurgulamak gerekirse, kapitalizm geliştikçe alabildiğine çeşitlenen kredi türleriyle kredi mekanizması pek çok açıdan sorun çözerken peşi sıra sorun yaratan bir sistemdir.”[9] İşte bugün kapitalizmin içinde bulunduğu “çıkmazın en çarpıcı örneklerinden birini, bir zamanlar kapitalizme yeniden ve yeniden can vermiş olan kredi mekanizmasının artık krize çare olamayan aşınmış durumu oluşturuyor. (…) [Bir zamanlar] eşsiz bir kurtarıcı addedilen kredi mekanizması giderek yeni krizleri mayalayan bir canavara dönüştü.”[10] Yani kredi sistemi, oynayacağı rolü icra etmiş ve o da kapitalizm gibi ömrünün sonuna yaklaşmıştır. Bugün bu mekanizmayı canlandırmak umuduyla bizzat burjuva zirvelerden gelen “borçların silinmesi”ne dönük çağrıların artması, kapitalizmin kendini inkâr noktasına doğru ilerlediğinin itirafı niteliğindedir.
Kapitalizmin tarihsel bir tıkanmışlıkla karşılaşıp çıkmaza girmesinde, kredi mekanizmasının aşınmasına ek olarak rol üstlenen bir dizi diğer faktöre daha işaret edip geçelim: Pazarı genişletme ve derinleştirme olanaklarının giderek tükenmesi; teknolojik yeniliklerin hızlıca ve yaygın şekilde uygulanmasında giderek artan sıkıntılar; küreselleşmeyle birlikte krizleri periferi ülkelere ihraç ederek merkez ülkelerin rahatlama olanağının büyük ölçüde tükenmesi.
- Sistem krizlerinin, iktisadi alandaki sistemik tıkanmışlıktan kaynaklanmakla birlikte, iktisadi bir krizden ibaret olmadığını söyledik. Tarihsel sistem krizini, ana eksenini iktisadi krizin oluşturduğu, tüm şu alt başlıkların bir bileşkesi olarak kavramak gerekir.
- Yeni yükselen emperyalist güçlerle artan ve şiddetlenen rekabet, hegemonya kavgasını bir hegemonya krizi düzeyine çıkarmıştır. Çağlı, daha 2005 yılında bu durumu şöyle tespit etmişti: “Kapitalizm insanlık tarihinin yeni milenyumuna, derinliği, şiddeti ve yaratacağı sonuçları önceden tam kestirilemeyen sarsıcı bir sistem kriziyle giriş yaptı. Bu kriz, emperyalist kapitalizmin periyodik bunalımlarının çok ötesindedir. Yaşanmakta olan, tekelci ilişkilere eşlik ettiği bilinen durgunluk eğilimini derinleştirip neredeyse kalıcılaştıran boyutta bir yapısal krizdir. (…) Bu durum aynı zamanda bir hegemonya krizi olarak somutlanıyor. ABD’nin hegemon konumunu tamamen yitirmesi ve yeni bir hegemon gücün kendini kabul ettirmesi şimdilik son derece zor görünüyor. Bu özellik, günümüzde yaşanmakta olan sistem krizinin uzatmalı karakteri hakkında bir fikir vermektedir.”[11]
- Bu temelde yürüyen bir emperyalist paylaşım savaşı, 3. Dünya Savaşı sözkonusudur, militarizm tırmanıştadır. Sosyalist hareket hâlâ yaklaşan büyük savaş “tehlikesi”nden bahsediyor, böyle bir savaşın, kendine özgü biçim ve yöntemlerle çoktan başladığını göremiyor. Biz ise 2003 gibi erken bir tarihte şöyle tespit etmiştik: “ABD’nin karşısına dikilecek çapta bir güç henüz ufukta görülmemiş olsa da –ve bu nedenle ona artık süper güç değil «hiper güç» sıfatı yakıştırılsa da–, içine girdiğimiz yeni konjonktürün çok büyük altüstlüklere gebe olduğu bellidir. Böyle bir dünyada hegemonyayı elde tutabilmek, «baskın bastıranındır» misali, yeni dönemin rakipleri henüz hazırlanmadan ani bir hücumla bir an önce yeni köprü başlarını tutmayı gerektirir. Amerikan emperyalizminin özellikle 11 Eylül’le birlikte tüm dünya karşısında ilan ettiği yeni saldırganlık dönemi, «yeni dünya düzeni»ni biçimlendirecek olan zalim ve kanlı bir yeniden paylaşım savaşının, adeta üçüncü dünya savaşının başlangıcıdır.”[12] Savaşın halka halka genişlediği, giderek diğer paylaşım alanlarına da yayılma eğilimi taşıdığı gün gibi ortadadır. Milyonlarca insan katledilmiş, on milyonlar göç yollarına düşmüş, kentler harabeye çevrilmiş durumdadır.
Savaşın yöntem ve biçimleri geçmiştekilerden farklıdır. Savaşların yürütülme tarzını ve alacağı biçimleri belirleyen en başta gelen faktörler, tarihsel koşullar ve askeri teknolojidir. Geçmişteki iki büyük dünya savaşından farklı olarak bugünkü savaş emperyalist metropollerin uzağında tutulmaya ve paylaşıma konu olan nüfuz alanlarında yürütülmeye çalışılmaktadır. Büyük güçler cephe hatlarında doğrudan karşı karşıya gelmeksizin kozlarını paylaşıyorlar. Doğrudan askeri yöntemlerin yanı sıra, emperyalist metropollerde sivillere dönük saldırılar, kimi ülkelerde kışkırtılan iç savaşlar, “renkli devrimler”, hükümet darbeleri, siber saldırılar vb. de bu büyük savaşta kullanılan yöntemlerdir. Yeni dünya savaşı ticari savaşlarla da iç içe yürümektedir. ABD-Çin arasındaki “ticaret ve teknoloji” savaşı ne bitmiştir, ne de istisnai bir durumdur. ABD, AB ve Japonya dâhil tüm rakiplerine karşı iktisadi savaşa hazırlanmaktadır. Gümrük vergilerini arttırmak gibi korumacı önlemlere başvurulması, küreselleşmenin bittiği ve bir genel korumacılık döneminin başlayacağı anlamına gelmez. Vurgulamakta fayda var: Eski korumacılık tedbirlerinin tam kapsamıyla hayata geçirilmesi, kapitalizm için büyük bir yıkım demek olurdu. Küreselleşme, kapitalizmin göğsüne iliştirdiği ve canı istediğinde söküp atacağı bir süs değil, başından beri onun içkin bir eğilimidir.
Ayrıca Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, “küreselleşme ya da diğer deyişle globalleşme kapitalizmin emperyalizmden sonra gelen yeni bir aşaması değildir. Küresel kapitalizm ve bu temelden yükselen kapitalist ilişkiler, bizzat emperyalist kapitalizmin iyice olgunlaşmış ve dolayısıyla da köhnemiş halidir. Artık kapitalizmin geçmişte olduğu şekilde büyük bir yapısal dönüşüm yaşayarak sistem krizini atlatabilme, bir başka üst aşamaya yükselerek feraha çıkma benzeri bir şansı yoktur. Olup olabileceğiyle kapitalist sistem işte budur, bundan öte ve farklı bir başka kapitalizm olmayacaktır”.[13]
- Büyük güçler arasında yürüyen hegemonya savaşı, aynı zamanda, uluslararası ilişkilerde diplomasi krizi olarak da kendini dışa vuruyor. Tüm eski dengeler sarsılmış ve onlara dayanan uluslararası burjuva kurumların altı oyulmuştur. Birleşmiş Milletler ve ona bağlı tüm uluslararası kurumlar tam bir kabuğa dönüşmüştür ve hiçbir uluslararası sorunda çözüm odağı olamamaktadır. Emperyalist Batı’nın askeri kalkanı NATO bile artan çatlaklarla maluldür. Burjuva diplomatik teamüller, karşılıklı jestler, ikiyüzlü saygı gösterileri vb. giderek silikleşerek yerini apaçık güç gösterilerine, had bildirmeye, düpedüz aşağılamaya, açıktan yapılan şantajlara bırakıyor. Bir benzetmeyle diyebiliriz ki, uluslararası ilişkilerde “monşerler” etkilerini kaybederken “Kasımpaşalılar” ağır basıyor!
- 2004’te kaleme aldığı Bonapartizmden Faşizme adlı hacimli çalışmasında Çağlı, çalışmasının aslında giderek büyümekte olan faşizm tehlikesine dikkat çekmek amacını güttüğünü belirtiyordu. Gerçekten de tüm ülkelerde burjuvazi devrimci patlamalara hazırlık yapmak üzere otoriter/totaliter eğilimleri körüklemekte, demokratik hak ve özgürlükleri tırpanlamakta, devletin baskı aygıtlarını tahkim etmektedir. Kısaca faşizm eğilimi güçlenmektedir. Bu tablo ileri kapitalist ülkelerde istikrarsızlık ve siyasal krizler olarak somutlanıyor. ABD’de Trump koronavirüs belasından kurtulabilirse ikinci başkanlık dönemine hazırlanıyor ve en gelişmiş demokrasilerden biri olmakla övünen ABD’nin sokaklarında Trump’ın silahlı destekçileri dolaşıyor. İngiltere’de aynı kumaşta olan Boris Johnson iktidar koltuğuna oturmuştur. Almanya’da siyasi kriz derinleşmekte ve faşist hareket ciddi bir güç kazanmaktadır. Fransa da bir adım geriden onu takip ediyor. İtalya’da faşist ya da aşırı sağ partiler koalisyonu iktidarı kazanmıştır. Brezilya’da faşist kimliğini sergilemekten çekinmeyen Bolsonaro iktidara gelmiştir. Hindistan’da yeniden iktidar koltuğuna oturan Modi giderek faşist baskıları tırmandırmaktadır. Türkiye’de bu yolda çok daha ileriye gitmiş olan tek adam rejimi bu süreçte kurumsallaşmıştır. Rusya’da Putin’in Bonapartist diktatörlüğü, Çin’de ÇKP’nin tek parti diktatörlüğü devam etmektedir. Bu sayılanlar dünyanın en büyük 20 ekonomisi içindekilerdir. Bunun dışında Macaristan’da, Polonya’da ve Filipinler’de de faşist liderler iktidardadırlar.
- Bu süreç içerisinde giderek olgunlaşan ve bugün artık saklanamaz olan bir ideolojik kriz de sözkonusudur. Milenyum başındaki globalist ideoloji çökmüştür, onun evrensel barış, demokrasi ve refah vaatlerinin ne büyük bir sahtekârlıktan ibaret olduğu her somut gelişmeyle tekrar tekrar doğrulanmıştır. Avrupa Birliği’nde yaşanan gelişmeler, sözkonusu ideolojinin ne denli çürük olduğunu gözler önüne sermiştir. AB yalnızca ekonomik bir birliktir. Başından beri, bu birliğin siyasi bir birliğe dönüşemeyeceğini, kriz kapıya dayandığında ve emperyalist rekabet sertleştiğinde AB içindeki dağılma eğilimlerinin güçleneceğini savunageldik.[14] Koca İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden resmen ayrılmasıyla birlikte bu gerçek inkâr edilemez şekilde gün yüzüne çıkmıştır.
İdeolojik krizin bir diğer boyutunu da “sürdürülebilir bir kapitalizm” arayışı ve dolayısıyla neoliberalizmin artan ölçüde sorgulanışı oluşturuyor. İşsizlik, yoksulluk ve toplumsal eşitsizlikler zaten çeyrek yüzyıldır sıçramalı ve genel bir artış içerisindeydi. 2018’den bu yana olgunlaşan ve nihayet patlak veren son ekonomik kriz bu tabloyu daha da ağırlaştıracaktır. Nicedir neoliberalizm düzenin akil adamları nezdinde zaten itibar kaybetmekteydi, bugünse artan sayıda burjuva ideolog, “düzen değişikliğine duyulan ihtiyacı” dillendiriyor. Kapitalizmi ayakta tutmak için bir kez daha devlet müdahalesini temel alan Keynesçi uygulamalara başvurmayı deneyebilirler. Doğan tepkileri yatıştırmak için kimi sektörlerin (sağlık gibi) tekrar devletleştirilmesini bile gündeme getirip, tüm bunları “düzen değişikliği” olarak pazarlamaya çabalamaları mümkündür. En küçük sosyal reformları bile sosyalizm olarak adlandırdıkları düşünülecek olursa, “durun bakalım sosyalizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” diyerek burjuva sosyalizminin lafzen de olsa önümüzdeki dönemde parlatılışı sürpriz olmayacaktır. Ne var ki, bunların hiçbiri dertlerine deva olamayacaktır.
- Emeğin yanı sıra doğanın da dizginsizce talan edilmesi, kapitalizm çerçevesinde aşılması mümkün olmayan bir ekolojik kriz de yaratmıştır. Sistem krizinin son derece önemli boyutlarından biridir bu. Bu krize karşı son yıllarda özellikle gençlik arasında artan bir mücadele arzusu kendisini göstermektedir.
- Tüm bunlar, on milyonlarca insanın hem yoksul bölgelerden hem de savaş alanlarından kaçıp hayatta kalmak üzere yollara düşmesiyle doğan bir göç krizini de beslemektedir. Bu durum suiistimal edilerek ileri kapitalist ülkelerde ırkçılığın yükseltilmesinin bahanesi haline getirilmektedir. Avrupa’daki faşist hareketler bu konuyu suiistimal ederek güç topluyorlar. Dolayısıyla göçmen sorununun doğru bir temelde çözülmesi için mücadele aynı zamanda faşizme karşı mücadele anlamına gelmektedir.
- Gündelik yaşamda artan şiddet, suç oranlarındaki patlama, çürüme, yozlaşma ve lümpenleşme ile kendini ortaya koyan bir kültürel kriz de söz konusudur.
Tek çıkış yolu sosyalist devrimdir
Kapitalizm tıkanmıştır ve ne kadar çabalarsa çabalasın burjuvazinin bu tıkanıklığı aşması olanaksızdır. 2001’de Latin Amerika’da başlayan isyan dalgası bir süreliğine geri çekilirken, 2008 sonrasında çok daha büyük ve yaygın ölçekte patlak vermişti. Geçtiğimiz üç yılda ise doruk noktasına çıkmıştır. Bu süreçte, kapitalist saldırı programlarına, kapitalizmin doğurduğu eşitsizliğe, yoksulluğa, işsizliğe karşı on milyonlarca emekçi ayağa kalkmıştır. Çeşitli ülkelerde militarizme ve anti-demokratik uygulamalara karşı ayağa kalkan emekçiler, cinsel baskı ve ayrımcılıktan bunalan kadınlar, ekolojik krize karşı egemenlerin politikalarına başkaldıran gençler de bu isyan dalgasına eklenmiştir. Ortadoğu’daki emekçi halk hareketlerinde bilhassa gençlik “devrim” sloganlarını yükseltmiştir. İleri kapitalist ülkelerde anti-kapitalist hissiyat gelişirken, ABD gibi dünya gericiliğinin ve anti-komünizmin kalesi olarak bilinen bir ülkede bile emekçiler ve özellikle gençlik arasında sosyalizm fikri itibar kazanmaya devam etmektedir.
Burjuvazinin bugün virüs salgını korkusunu körükleyerek bir süreliğine dondurabildiği bu dalga, yaşanan iktisadi çöküşün yaratmaya başladığı muazzam yıkım nedeniyle çok daha büyük bir kabarmayla eninde sonunda geri gelecektir. Kapitalizmin tarihsel sistem krizi tarihsel devrimleri de hızla mayalamaktadır ve sosyalizm her alanda kendini dayatmaktadır.
[1] Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa /6, Mayıs 2009
[2] Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa /6
[3] Elif Çağlı, Kapitalizmin Hal ve Gidişatı, Mart 2008
[4] Elif Çağlı, Kapitalizmin Hal ve Gidişatı
[5] Elif Çağlı, Dünyanın Üzerinde Bir Heyulâ Dolaşıyor, Kasım 2008
[6] Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa /6
[7] Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Kasım 2003
[8] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, Şubat 2012
[9] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda
[10] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda
[11] Elif Çağlı, Küreselleşme, Haziran 2005
[12] Elif Çağlı, Emperyalist Savaşa ve Kapitalizme Karşı Görev Başına!, Mart 2003
[13] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda. Bu konuda ayrıntılı bir analiz için bkz. Elif Çağlı, Küreselleşme.
[14] Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Nisan 2003
link: Oktay Baran, Kapitalizmin Tarihsel Sistem Krizi, 22 Nisan 2020, https://marksist.net/node/6943
Ben Bunlara İnsan Diyemiyorum!
Bir Tabuta Bile Sığmaz Vicdanınız!