Yaşlı dünyamız 21. yüzyıla oldukça hızlı girdi. Neredeyse her gün ya da her hafta yeni sarsıcı siyasi, ekonomik veya toplumsal gelişmeler gündemimize geliyor. Olayları ve süreçleri doğru kavrayabilmek için resmin bütününe odaklanmak, uzun vadeli eğilimleri ayırt etmek, kısa vadeli ve geçici karakterde olan gelişmelerin görüş alanımızı bulandırmasına izin vermemek şarttır. Bu da, yol gösterici bir kılavuza, yani sağlam bir ideolojik temele ve doğru bir politik hatta sahip olmakla mümkündür.
Bu bağlamda, Marksist Tutum olarak uzun yıllardır üzerinde durduğumuz ve tekrar tekrar altını çizdiğimiz bazı temel tespitlerimiz ve öngörülerimiz bulunuyor. SSCB’nin çöküşünden sonra dünyadaki siyasi dengelerin kökten değiştiğini, kapitalizmin tarihsel bir sistem krizi içine girmiş bulunduğunu, buna hegemonya krizinin, 3. Dünya Savaşının ve siyasi gericileşmenin eşlik ettiğini, sonuç olarak dünyanın olağanüstü bir dönemden geçtiğini, önemli altüst oluşların yaşandığını ve daha da yaşanacağını ne zamandır söylüyoruz. Dünyadaki ve Türkiye’deki tüm gelişmeleri de bu çerçeve ve bütünlük içinde değerlendirmek gerektiğini, yoksa hiçbir şeyin anlaşılamayacağını ve açıklanamayacağını belirtiyoruz.
Dünyanın gidişatı bu temelde ele alınmayınca, hâlâ eski ve yanlış ideolojik-politik kodlarla durum kavranmaya ve açıklanmaya çalışılınca gelişmeler izah edilemiyor. Tarihsel gelişmeler karşısında geriye çekilip daha yukardan bakılamıyor. Uzun vadeli ve bağımsız politikalar üretilemediği için, çoğu zaman burjuva siyasetlerin kuyruğuna takılmaktan kurtulmak mümkün olmuyor. Sonuç olarak da işçi sınıfına yönelik devrimci bir alternatif oluşturulamıyor. Sürekli bir patinaj ve tıkanıklık hali söz konusu oluyor.
Oysa tarihsel bir sistem krizi içinde debelenen ve çürümekte olan kapitalizm, dünyanın her yerinde muazzam ölçekte çelişkiler biriktiriyor. Emperyalist ve kapitalist güçler bu çelişkilerden birbirleri aleyhine yararlanmak dışında bir şey yapmıyor, yapamıyorlar. Çelişkiler ortadan kalkmadığı gibi her geçen gün daha da derinleşiyor. Yani tarih, giderek ancak bir toplumsal devrimle, “dünya devrimi”yle çözülebilecek ölçüde (ya da emperyalist güçlerin birbirlerini ve kuşkusuz dünyayı yok edecekleri biçimde) çelişkileri keskinleştiriyor.
21. yüzyılın doğru kavranıp açıklanması ve Türkiye’nin durumunun da bu büyük resim içinde görülebilmesi için meseleyi bütünselliği içinde ele almak şarttır. Bu sebeple, biraz tekrar pahasına da olsa, gelişmelerin ana hattını ve tahlillerimizin genel bir hatırlatmasını yaparak işe başlayalım.
Kurulamayan “Yeni Dünya Düzeni” ve kapitalizmin gidişatı
90’ların başında baba Bush, SSCB’nin yıkılmasının yarattığı zafer sarhoşluğu içinde “Yeni Dünya Düzeni”ni ilan ederken, takip eden yıllarda burjuva ideologlar da büyük bir şevkle sosyalizmin sonunun geldiğini, sınıf mücadelesi denen şeyin bittiğini, kapitalizmin artık savaşlardan ve krizlerden kurtulduğunu, insanlığın görüp göreceği son toplumsal sistemin kapitalizm olduğunu ve bu anlamda da tarihin sonunun geldiğini ilan ediyorlardı. Ancak bu sözlerin üzerinden birkaç yıl geçmeden, gerçekliğin bu olmadığı apaçık ortaya çıkacaktı. Gerçek durumu Marksist Tutum sayfalarında şöyle ifade etmiştik: “1989’da Berlin Duvarı debdebeli gösterilerle yıkıldığında, burjuva yorumcular, dünyaya yeni bir barış çağının geleceğini vazettiler. Öyle ya, yeryüzündeki tüm kötülüklerin kaynağı «Şer İmparatorluğu» artık yıkılıyordu. Ancak o günden bugüne yaşananlar, bırakalım yeni bir barış çağının açılmasını, eskisi kadar bile bir istikrarın sağlanmadığını ortaya koydu. Gerçek, kapitalist despotluğun mutlak hâkimiyetini ilân ettiği günümüz dünyasında, «barış çağının» da «şer imparatorluğu» gibi bir palavra olduğunun açığa çıkmasıyla birlikte, militarizmin ve çatışmaların tırmanması oldu.”[1]
Burjuvazi zafer naraları atarken biz Marksist Tutum olarak, savaşlar ve devrimlerle karakterize olacak yeni bir dönemin başladığını söylüyorduk. SSCB’nin ve ardından diğer bürokratik diktatörlüklerin, yani Stalinist imparatorluğun çöküşüyle birlikte kısa bir süre için “tek kutuplu” hale gelen dünyada, emperyalist güçler arasındaki rekabetin ve çatışmaların ortadan kalkmak bir yana, yeni bir kızışma evresine girdiğinin altını çiziyorduk. “Soğuk Savaş” döneminin sona ermesiyle birlikte tüm dengeler bozulmuş ve dünya hızla yeni bir paylaşım kavgasına sürüklenmeye başlamıştı. Tüm dünyayı saran çok boyutlu ve derin bir kriz söz konusuydu. Bu kriz küresel ekonomiden hegemonya yarışına, insanların günlük yaşantısından toplumun kültürel ve ahlaki dokusuna kadar her alanda etkisini gösteriyordu. Barış, huzur ve istikrarın değil; büyük toplumsal ve uluslararası çalkantıların, savaşların, iç savaşların, devrimlerin ve karşı-devrimlerin damgasını basacağı bir döneme girilmekteydi.
Bu dönemde önemle üzerinde durduğumuz bir husus da, SSCB’nin çöküşüyle yıkılanın sosyalizm değil bürokratik diktatörlükler olduğuydu. Marksizmin Işığında adlı kitapta Elif Çağlı’nın son derece detaylı, doyurucu ve özgün bir şekilde açıkladığı bu gerçekliğin kavranması o kadar önemliydi ki, parti anlayışından devrim ve sosyalizm anlayışına kadar pek çok temel konunun doğru kavranması ve doğru tarzda örgütlenmelerin yaratılabilmesi, devrimci politikaların hayata geçirilmesi buna bağlıydı. Yıllarca Stalinizm tarafından tahrif edilmiş Marksizmin yeniden gün yüzüne çıkartılması ve hak ettiği değere kavuşması için sarf edilen çabaların hayatiyeti de böylece ortaya çıkıyordu. Eskinin gerçek anlamda ve derinlemesine bir sorgulaması yapılmadan bunun başarılması mümkün değildi. Ve ancak bu sorgulamaları hakkıyla yapabilenler yeniyi inşa edebilecek ideolojik-politik-örgütsel donanıma sahip olabilirlerdi. Eskinin Stalinist ideolojik ve politik kalıplarıyla yeni dönemi kavramaya ve açıklamaya çalışanların zaman içinde nasıl savruldukları ve iflas ettikleri düşünülürse, bu hususun önemi daha iyi anlaşılacaktır.
11 Eylül saldırılarından sonra ortaya çıkan dünya konjonktürü, kapitalizmin nasıl bir döneme girdiğine dair öngörülerimizin doğrulanmasıydı. 11 Eylül saldırılarının ardından bu kez de oğul Bush’un liderliğinde dünyaya “çeki düzen” vermeye çalışan Amerikan emperyalizmi, “uluslararası terörle mücadele” adı altında emperyalist savaşı bir üst evreye taşıyan, daha geniş bir coğrafyaya yayan bir sürecin kapısını araladı. Çağlı, Gerçekler Ortada adlı yazısında durumu şöyle tasvir ediyordu: “2000’li yılların başlarından bu yana vurguladığımız gibi, kapitalizmin pek çok yönden derinleşen sistem krizine, ABD, AB, Rusya, Çin gibi büyük güçler arasında kızışan ve geleceği belirsiz hegemonya mücadelesi eşlik etmektedir. Çeşitli kapitalist ülkeler arasında tırmanan rekabet ve gerginlikler nedeniyle gelişen bölgesel sorunlar diplomasi masalarından siperlere taşınıyor, emperyalist savaşların alanı genişliyor. Günümüz tam anlamıyla sıcak savaşlar dönemidir. Tarihin bu son kesitinde zincirleme biçimde yaşanmakta olan emperyalist savaşlar, yeni tipten bir «Dünya» savaşının parçalarıdırlar. Üçüncü Dünya Savaşı aslında Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben Balkanlar’da yürüyen paylaşım savaşıyla başlamıştır. ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak işgalleri ile devam etmiştir ve emperyalist güçlerin kozlarını paylaştıkları çeşitli bölgeleri ateşe vermeleriyle savaş yayılmıştır, yayılmaktadır.”
11 Eylül’den bu yana, emperyalist savaşın alevleri Afrika’dan Asya-Pasifik’e kadar çok geniş bir coğrafyayı sarmış durumdadır. Son derece yerinde bir tespit olan 3. Dünya Savaşı saptaması ise, aradan geçen zaman içinde doğrulanmıştır. Bugün Papa’dan çeşitli burjuva ideologlarına kadar pek çok kişi tarafından kullanılmaktadır. Bu noktada, bunun yeni tipten bir “Dünya” savaşı olduğuna, bir ve ikinci dünya savaşlarından farklı biçimler altında yürüdüğüne dair yapılan vurguyu da unutmamak gerekir. Geçmişte olduğu gibi büyük emperyalist güçlerin açıktan birbirleriyle savaşa tutuşmamış olmaları ve diğer bazı farklılıklar, algıda bozulmalara sebep olmuş ve yaşanan emperyalist savaşın bir “dünya” savaşı niteliğine sahip olduğunun kavranmasını zorlaştırmıştır. Oysaki bu tespit, burjuvazi tarafından “terör saldırıları”,“vekâlet savaşları” ve “terörist gruplar” diye kodlanan şeylerin aslında tam da bu dünya savaşının çeşitli görünümleri ve araçları olduğunun anlaşılması bakımından son derece önemlidir.
Kapitalist dünyanın hegemon gücü ABD, planladığı “yeni dünya düzeni”ni henüz kuramadığı gibi eskisi de bozulmuş olduğundan, dünya eskiye göre çok daha kaotik hale gelmiştir. Kapitalistlerin pek sevdiği “istikrar”ın yerinde yeller esmektedir. Aksine kapitalizm her alanda köklü bir krizle ve çıkışsızlıkla karşı karşıyadır: “Olağanlaşan ekonomik kriz, kâr oranlarının düşmesi, katlanarak artan işsizlik, işçi ücretlerinin düşmesi, yaşam standartlarının gerilemesi, on milyonların açlıktan kırılması, azgınca ilerleyen militarizm ve silahlanma, çıkışsızlığın yıkıcı ifadesi olarak emperyalist savaş, özellikle Avrupa’ya vuran göç dalgaları, burjuva demokrasisini daha da daraltan polis devleti uygulamaları, geleneksel burjuva siyaset sahnesinin çökmesi ve sağ eğilimlerin/faşist hareketlerin/liderlerin yeniden hortlaması, toplumsal ilişkilerin her alanında çürüme ve kitlelere egemen olan derin bir umutsuzluk!”[2] İşte kapitalizmin insanlığı getirdiği nokta budur…
İnsanlık 21. yüzyıla “sosyalizm” diye bilinen rejimlerin yıkılışı ve kapitalizmin zafer ilanlarıyla girmiş, ama hızlı biçimde emperyalist-kapitalist sistemin insanlığı uçurumun eşiğine sürüklediği olgusuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden de Elif Çağlı, kapitalizmin hal ve gidişatını tahlil eden yazılarında, hem sürecin hem de buna bağlı olarak insanlığın yok oluştan kurtulması için ne yapmak gerektiğinin üzerinde durmaktadır. Onun bu görüşlerini şöyle özetleyebiliriz.
Birincisi;
“Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra kapitalizmin kendini sorunsuz ve ebedi bir düzen olarak yansıtmaya çalıştığı «cicim ayları» bir daha geri dönmemek üzere geçmişte kaldı. Devrimciler kapitalizmin kaçınılmaz krizlerine dikkat çekip kitleleri uyarmaya çalıştıklarında, onları «dinozor» ilan ederek keyif süren bilumum dönek ve liberal kalemşor tayfasının da süngüleri düştü. Özetle, kapitalizmin hal ve gidişatı son derece kötü. Kapitalist sistemin derinleşen krizi devrimci durumlar gibi olumlu olasılıklara olduğu kadar, faşizm ve emperyalist savaşlar gibi olumsuz olasılıklara da işaret ediyor!”[3]
İkincisi;
“Günümüz dünyasını kavrayabilmek için, kapitalist gelişme konusunu yerli yerine oturtmak gerekiyor. Kapitalizm bir zamanlar gençti, tarihsel açıdan toplumu ilerleticiydi ve geçmiş dönemlerle kıyaslandığında üretici güçleri muazzam ölçüde geliştirme kapasitesine sahipti. Nitekim kapitalizmin yarattığı sanayileşme ve büyük ölçekli üretim, bir ölçüde sosyalizmin maddi temellerini de döşedi. Ama bu sonuçlar kapitalizmin yarattığı gerçekliğin yalnızca bir yüzüdür. Madalyonun diğer tarafında ise, emperyalist aşamaya ulaşan kapitalizmin artık gençlik dönemini geride bıraktığı ve giderek yaşlanan bünyede çürüme eğiliminin ağır bastığı gerçeği yer alır. Lenin’in yıllar öncesinden dikkat çektiği gibi, emperyalizm asalaklaşan ve çürüyen kapitalizmdir.”[4]
Üçüncüsü;
“Böylesi dönemler son derece uyanık olmayı ve asıl olarak genel eğilimler üzerinde odaklaşmayı gerektiren hassas dönemlerdir. Dolayısıyla, günübirlik siyasi yaşamdaki geçici iniş ve çıkışların genel görüş alanını bulandırmasına asla izin verilmemeli. Kapitalist sistemin küresel krizi öyle ya da böyle hükmünü sonuna dek icra edecektir. Hiçbir ülke, bu durumun dünya ölçeğinde yaratacağı yıkıcı sarsıntılardan muaf değildir ve de muaf olamayacaktır. Hele stratejik paylaşım alanlarının ve enerji koridorlarının kesişme noktasındaki Türkiye’nin, kapitalist sistem krizinin yaratacağı şok dalgalarından fazlasıyla etkileneceği gün gibi aşikârdır.”[5]
Dördüncüsü;
“Ya kapitalizm insan soyunun mahvına neden olacak, ya da örgütlü ve devrimci proletarya kapitalizmi dünyamızdan süpürerek insanlığı kurtaracak. Yakıcı sorunların olumlusundan çözümlenme olasılığı, bugün yaşanan olayların tozu dumanı ve kitlelerin örgütsüzlük koşullarının yarattığı karamsarlık nedeniyle henüz berrak biçimde algılanamıyor. Ancak, aslında tarih önümüze istenirse çözümü pekâlâ mümkün olan sorunları koymuş bulunuyor. Dünya işçi sınıfı, emperyalist-kapitalizmin insanlığı uçuruma sürükleyecek topyekûn saldırısını püskürtecek tarihsel kudrete sahiptir. Bu muazzam potansiyel, dünyanın kaderini yoksul ve masum insan yığınlarının lehine değiştirmek üzere devrimci bilinç ve örgütlenmenin tılsımıyla fiili güce dönüşmeyi bekliyor.”[6]
“Devrim olasılığını gerçekliğe dönüştürmek, günümüzde de, tarihin akışını insan toplumunun büyük çoğunluğunun çıkarına değişikliğe uğratabilmenin yegâne yolu olarak görünüyor. Doğanın kapitalizmin yıkıcı pençelerinden kurtarılabilmesi de devrim sayesinde mümkün olabilecektir. Bu tarihsel görev dünya işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir. Ne var ki, sınıfın bilinçli öncü güçleri planlı ve sebatlı bir hazırlık çalışması yürütmedikleri sürece umulan tarihsel değişim asla gerçekleşmeyecektir. Derinleşen ve yaygınlaşan krizlerle sarsılan kapitalist sistem içinde her an devrim olasılığını barındırsa da, devrim ancak, olmaz denileni olduracak azim ve kararlılıkla mücadele yürüten proleter güçlerin örgütlü çabası sayesinde başarıya ulaştırılabilecektir. Bunun dışında kapitalist sistem asla kendiliğinden çökmeyecektir. Bu düzen değişmediği sürece de, işçi-emekçi kitlelerin yaşamını perişan eden koşullar daha da kötüleşerek varlıklarını sürdüreceklerdir.”[7]
Gelişmeleri Marksizmin ışığında yorumlamak
Anlaşılacağı üzere 21. yüzyılı doğru şekilde kavramak için, günübirlik siyasi yaşamdaki geçici iniş ve çıkışlara değil de genel eğilimlere odaklaşmayı becerebilmek ve olayları, olguları bütünsellik içinde değerlendirebilmek gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyasındaki emperyalist savaşa ve Türkiye’nin durumuna da tastamam bu çerçeveden bakmalıyız. Aksi takdirde, BOP’un ya da daha sonraki adıyla GOP’un (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) devam ettiği yönündeki saptamamız, ABD’nin “batağa battığı” gibi tespitlerin yanlış olduğu yönündeki değerlendirmelerimiz, dengelerin altüst olduğu bir dünyada eski ittifakların ve bu ittifaklara yahut dengelere dayanan emperyalist kurumların-üst birliklerin de ayakta kalamayacağı yolundaki tahlillerimiz anlaşılamayacaktır. Yine bu çerçevede ele alınmadığında Türkiye’nin AKP iktidarıyla karakterize olan son 15 yılda geçirdiği dönüşüm, alt-emperyalist bir güç haline gelmesi, Batı ve ABD’yle olan ilişkilerinin “taşeronluk” kalıbıyla neden anlaşılamayacağı, Türkiye’nin yapısal sorunlarını çözme iddiasıyla başa gelen ve bir dönem demokratik dönüşümlerden bahseden AKP’nin neden önce otoriter ve sonra da totaliter bir rejim kurma yönelimine girdiği, emperyalist savaştan pay kapma hevesindeki Türkiye’nin hesaplarının aksine kayıplara uğrayabileceği anlaşılamayacaktır.
Asıl oyun kurucu olan ABD’nin, bugün Ortadoğu’da izlediği politikaların ya da daha özgün adıyla GOP’un temelinde, SSCB’nin çöküşünü izleyen dönemde şekillenen uzun vadeli stratejik planlar yatmaktadır. ABD emperyalizmi, bir yandan önüne açılan “yeni ve bakir” coğrafyalarda nüfuz alanları oluşturabilmek; diğer yandan da asıl rakipleri olarak gördüğü Rusya ve Çin’i kuşatmak ve onların henüz sınırlı olan güçlerini bölüp dağıtmak için emperyalist savaşın cephesini alabildiğine yaymaya çalışmıştır.
90’lı yıllarda Balkanlar’da yaşanan kapışmanın ardından ABD emperyalizmi hızlı biçimde Ortadoğu’ya dalmıştır. Afganistan’a ve Irak’a yerleşmiştir. Üstelik de “ABD Ortadoğu’yu terk ediyor” ya da “ABD Ortadoğu’da batağa battı” gibi yorumların aceleciliğini ve yüzeyselliğini gözler önüne serercesine her defasında gücünü pekiştirecek hamleler yapmayı bilmiştir. Taktik hamlelerle stratejik planlar arasındaki farkları göremeyenlerin yorumları, ABD’nin veya diğer emperyalist güçlerin attığı her adımda değişir ve çoğu zaman da çuvallarken, ABD GOP’u uygulamaya devam etmiştir.
ABD’nin Ortadoğu’daki temel taktiği de, “böl, parçala, karıştır, yönet” olmuştur. Afrika’da farklı yerel grupları birbirine karşı kışkırtarak çatışmaları körükleyen, Asya-Pasifik’te Çin’i çevreleyen ülkelerdeki dini, etnik ve/veya mezhepsel ayrımları kurcalayan, Rusya’nın güneyindeki kuşağa da radikal İslamcı gruplar ve etnik/ulusal ayrımlar üzerinden el atmış olan ABD emperyalizmi, Ortadoğu’da da tarihsel Sünni-Şii ayrımı temelinde kamplar oluşturarak, maalesef bu taktiği başarılı şekilde uygulamaktadır. ABD de, tıpkı kendinden önceki hegemon güç olan İngiliz emperyalizmi gibi ulusal, dini, etnik, mezhepsel vb. ayrımları kullanarak ve önce El Kaide, ardından IŞİD gibi kullanışlı belâları vesile ederek planlarını hayata geçirmek için elverişli zeminleri yaratmakta ustalaşmıştır.
Taktik hamleler ne yönde olursa olsun, ABD’nin Ortadoğu’da değişmeyen yaklaşımları vardır. Bunlar; İsrail devletinin varlığının korunması ve güçlendirilmesi, müttefik bölgesel güçlerin (S. Arabistan, Türkiye, Mısır gibi) fazla palazlanarak bağımsız politikalar geliştirmelerinin önlenmesi ve ABD’nin planlarına tâbi kılınması, İran başta olmak üzere ABD karşıtı tüm rejimlerin yıkılması, Rusya’nın bölgedeki nüfuzunun kırılması ve sınırların ABD’nin nüfuzunu arttıracak şekilde yeniden çizilmesi. Kuşkusuz bu hedefleri ve genel olarak GOP’u hayata geçirmek noktasında ABD’nin mutlak bir güce sahip olduğundan bahsedilemez. GOP’un ne ölçüde hayata geçeceğini belirleyecek olan Rusya’nın karşı hamlelerinin başarısı ya da başarısızlığı, Türkiye gibi çeşitli bölge güçlerini bu projenin çeşitli ayaklarına ikna etmekte ya da etkisizleştirmekte ne ölçüde muvaffak olacağıdır. Ayrıca Batı kampını da homojen ve tamamen ABD’nin politikalarına angaje bir yapıda düşünmemek gerekir. AB’nin dağılması ihtimaline karşı söylediklerimiz hatırlardadır. AB’yi bir bütün olarak değil, içinde bolca çelişkiler barındıran, Fransa ve Almanya’nın farklı çıkarlar temelinde farklı politikalar izlediği bir birlik olarak görmek gerekmektedir. Ama bugün itibarıyla ve genel hatlarıyla GOP hayattadır ve ilerlemektedir. Gereken her dönemeç noktasında ABD planlarını revize etmekte, bazı şeylerden vazgeçmekte ya da yeri geldiğinde rakipleriyle uzlaşmaktadır.
Bu bağlamda Türkiye’nin pozisyonunu da şöyle özetlemek gerekir. Geçmişte sadık bir NATO üyesi olan ve genel olarak ABD’nin çizgisinden çıkmayan Türkiye’nin Batı ve ABD’yle olan ilişkisi SSCB’nin çöküşünden sonra değişikliğe uğramıştır. Birinci faktör değişen dengelere ve değişen ihtiyaçlarına göre Türkiye’nin ABD için eski önemini kaybetmiş olmasıdır. İkinci faktör ise, yaşanan ekonomik büyümeye paralel olarak Türkiye’nin emperyalist heveslere kapılmış olmasıdır. Başlangıçta Türkiye’nin, yani Erdoğan-AKP iktidarının planları ABD’ninkiyle de uyum içinde olduğundan önü açılmış ve destek görmüştür. Ancak esasen Kürt sorunundan kaynaklı anlaşmazlıklar ve Erdoğan-AKP iktidarının boyunu aşan emperyal hevesleri yüzünden zamanla ABD ve Batı’yla ipler gerilmiş, Türkiye Batı açısından “güvenilmez müttefik” konumuna gelmiştir. Ortadoğu politikaları önemli ölçüde iflas eden Türkiye, Rusya’ya yanaşarak Batı’yı/ABD’yi dengelemeye çalışan bir politika izlemeye çalışmaktadır, ama bu arada ABD GOP’u hayata geçirmek noktasında her gün yeni bir adım atmaktadır. ABD’nin, Kürtleri yeni bir müttefik olarak gören politikaları da Türkiye burjuvazisinin çıkarlarına ters düşmektedir.
Kim ne derse desin, GOP’un bir parçası olan sınırların değişmesi hedefine doğru adım adım yaklaşılmaktadır. Suriye fiilen ikiye, Irak ise üçe bölünmüştür; Şii bölgesi, Sünni bölgesi ve Kürt bölgesi. Rusya, İran üzerinden Şii bölgesini nüfuz alanı haline getirmekte, Kürtler yüzünü ABD’ye dönmekte ve Sünni bölgesi de Suudiler üzerinden (ABD lehine) kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. Halen önemli bir bölge gücü olan Türkiye ise bir Kürt devletinin kurulmasına izin vermeyeceğini, gerekirse bunu savaş yoluyla engelleyeceğini söylemektedir. Yine Türkiye Suriye’nin Sünni bölgelerinde nüfuz sahibi olmaya uğraşmış, bunu Müslüman Kardeşler üzerinden yapmayı denemiş ama ABD’nin de engellemesiyle başarısız olmuştur. Unutmamak lazımdır ki, emperyalist paylaşım masasında yer kapmaya çalışan ve bu uğurda son derece hırslı ve saldırgan bir dış politika izleyen Türkiye, bizzat bu politikalarının sonucu olarak, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olabilir!
İktidar güçleri, medyadaki borazanlarının da yardımıyla, bu gerçekliği yalnızca bir yönüyle göze sokarak kitlelerin korkutulup sindirilmesinin ve totaliter rejimin meşrulaştırılmasının bir aracı kılmak istemektedirler. Oysa ortaya çıkan bu durum bizzat iktidarın izlediği emperyalist ve Kürt düşmanı politikaların sonucudur. Teşhir edilmesi ve karşı bir mücadele hattı örülmesi gereken şey buyken, muhalefetin dilini belirleyen asıl olarak burjuva partilerin veya güçlerin Kemalist-devletçi-milliyetçi ideolojik ve politik altyapısıdır. CHP’nin başını çektiği burjuva ve küçük-burjuva muhalefet güçlerinin kullandığı söylem, kavramlar, argümanlar ve hemen her önemli dönemeçte ortaya koydukları milliyetçi ve devletçi refleksler iktidarın elini güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Bu şartlarda bağımsız bir sınıf siyaseti izlemek çok daha fazla hayatiyet kazanmaktadır.
[1] Deniz Moralı, “Yeni Dünya Düzeni” ya da Yeni Emperyalist Paylaşım, Şubat 2002, marksist.com
[2] Utku Kızılok, Kapitalizmin Tarihsel Krizi, Nisan 2017, marksist.com
[3] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, Kasım 2007, marksist.com
[4] Elif Çağlı, age
[5] Elif Çağlı, Kapitalizmin Hal ve Gidişatı, Mart 2008, marksist.com
[6] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, marksist.com
[7] Elif Çağlı, Uzak ve Yakın Tarihin Prizmasından Yansıyan Gerçekler, Ekim 2008, marksist.com
link: Kerem Dağlı, 21. Yüzyılı Doğru Kavramak, 5 Temmuz 2017, https://marksist.net/node/6478
Uyuşturucu Sorununda da Gerçeklik Tersyüz Ediliyor
Özgürlüğün ve Devrimci Onurun Sembollerinden Biri: Elektra