Çatışma eğilimi azalıyor mu?
Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası sermayenin küreselleşmesini ve büyük iktisadi birliklerin oluşumunu hızlandırırken, yanı sıra daha da büyük bir eşitsizlik ve kızışan bir rekabet üretiyor. İktisadi temelden kaynaklanan birlik eğiliminin, yine aynı kaynaktan beslenen rekabet eğilimiyle çatışarak yol almaya mahkûm olduğu çok açık. Nitekim günümüzdeki gelişmeler de ifadesini, büyük kapitalist güçlerin kendi iktisadi egemenlik alanlarını genişletme çabasında, rakip güçlerin nüfuz alanlarında üstün bir pozisyon sağlama ve yeni nüfuz alanları oluşturma hırsında bulmaktadır. Emperyalizm hiçbir zaman dünyaya bir barış dönemi getirmedi, bundan sonra da getirmeyecek. Küresel kapitalizmin saldırgan yüzü, dünyadaki verili dengelerin altüst olduğu ve ciddi hegemonya krizlerinin yaşandığı tarihsel kesitlerde iyice açığa çıkmaktadır. Kapitalizm, dünyadaki nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak veya rakip güçlerin yükselişini engellemek ya da onların gücünü zayıflatmak amacıyla çeşitli emperyalist savaşlara başvurmadan yol alamaz.
Oysa kapitalizm altında ilerleyen küreselleşme, bazı burjuva ideologları ve onların kuyruğundan sürüklenen kimi dönek sosyalistler tarafından kapitalizmin yeni bir dönemi, savaşların sona ereceği bir barış çağı olarak tanıtıldı. Unutulmasın, vaktiyle Marksist geçinen bazı düşünürler de kapitalizmin kolonyalizmden emperyalizme sıçramasını, savaşçı yayılmacılık dönemini kapatacak barışçı bir kapitalist evreye yükseliş diye yorumlamışlardı. Bir zamanlar Marksizmin papası geçinen Kautsky, bu ultra-emperyalizm teorisiyle epeyce kafa karıştırmıştı.
Bu gibi teorilerin asıl dikkat çekici yönü, dünyanın tam da emperyalist güçler tarafından yakılıp yıkıldığı ve kapitalist sistemin krizden krize sürüklendiği bir tarihsel kesitte barışçı bir dünya tablosu çizmeleridir. Nitekim Lenin, Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisini eleştirirken bu son derece önemli hususa işaret etmiştir. Dünya üzerindeki tüm ülkelerin tam bir iktisadi entegrasyonunu sağlayacak ve ulusal ayrımlardan kaynaklı çatışma olasılıklarını ortadan kaldıracak bir kapitalist işleyiş tahayyülü teoride pekâlâ mümkündür. Fakat pratikte bu entegrasyon eğiliminin yeni ve devasa çatışmaları kışkırtması kaçınılmazdır. O halde buradan türeyecek siyasal ve toplumsal gerçeklik, emperyalist savaşlara ve devrim olasılıklarına gebe bir dünyadan başkası olamaz.
Zaman, Lenin’in bu yaklaşımının haklılığını gözler önüne serdi. Marksizm adına ileri sürülen “ultra-emperyalizm” benzeri görüşlerin tutarsızlığı ve daha da önemlisi kapitalizm yanlısı niteliği o dönemde yaşanan olaylarca ispatlandı. Ne var ki, kapitalizmin dünyayı tekrar büyük krizlere ve savaşlara sürüklediği tarihsel dönemeç noktalarında bu tip görüşler hep yeniden ısıtılıp gündeme sokuldu. Örneğin Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla içine girilen dönemde burjuvazinin şişirdiği globalizm balonu, bazılarını yine barışçı bir kapitalizm yalanına savuracaktı. Ancak tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi bu kez de yalanın ömrü uzun olamadı. O kadar reklâmı yapılan küresel sistem, Balkanlar’dan başlayıp Afrika’ya, Ortadoğu’ya ve Asya’ya uzanan haksız savaşlarla dünyayı tam bir yangın yerine çeviriyordu!
Hatırlanacağı gibi, yayılmacı ülke ordularının eski dönemlerde yürüttükleri savaşların nedeni yeni bölgeler ve ülkeler fethedip kendi imparatorluklarına katmaktı. Oysa kapitalizmin ilerleyişiyle birlikte geçmiş dönemlerin toprak ilhaklarına dayanan imparatorluklarının yerini, siyaseten bağımsız ülkeleri bile iktisaden kendi nüfuz alanlarına katan büyük emperyalist güçler almıştır. Zamanla savaşların niteliği değişmiş, fakat egemen sınıfların kendi çıkarları için çeşitli halkları birbirine kırdırdığı haksız savaşlar ortadan kalkmamıştır. Emperyalist güçlerin çeşitli nüfuz alanlarında kozlarını paylaşmak üzere dünyayı kana boyayabilecekleri, günümüzde yaşanan gelişmelerle bir kez daha kanıtlanmıştır. Ayrıca günümüzde emperyalist savaşlar, sistemin hegemon gücü ABD örneğinde en çarpıcı biçimde görüldüğü üzere, savaşın alanı, savaş teknikleri ve araçları bakımından da çok daha karmaşık bir niteliğe bürünmüştür.
20. yüzyılın başında emperyalist güçler bazı sömürge alanlarını yeniden paylaşmak ve kendi nüfuz alanlarını genişletmek amacıyla birbirleriyle doğrudan kapışıyorlardı. Günümüzde rakip emperyalist güçler arasındaki çatışmalar, yeniden paylaşıma konu olan bölgelerde yürütülen hegemonya savaşlarıyla karakterize oluyor. Bugün emperyalist güçlerin, savaş çıkarttıkları bölgelerde yer alan ulus-devletleri tamamen haritadan silmek ve onların topraklarını ilhak ederek kendi sömürgelerine dönüştürmek gibi bir niyetleri yoktur. Elbette farklı güçler arasındaki çıkar çatışmaları yüzünden, kimi ulus-devletlerin parçalanarak yenilerinin biçimlendirilmesi pekâlâ mümkündür. Ama esas hedef kontrollü siyasal yapıların oluşturulmasıdır. ABD buna “demokrasi ve medeniyet götürmek” diyor. Amerikan emperyalizminin birincil amacı ise, eski dönemde elde etmiş olduğu hegemonyayı şimdi değişen koşullarda yeniden kurabilmektir. ABD askeri alandaki üstünlüğüne dayanarak, diğer ülkeleri kendi savaş oyunlarının bir parçası durumuna indirgemeye çalışıyor. Rusya ve Çin gibi yükselişe geçen güçleri[1] daha işin başında kontrol altına alabilmeyi ve böylece hegemonyayı başkasına kaptırmamayı planlıyor.
Eski ve yeni nüfuz alanlarının çeşitli emperyalist güçler, uluslararası ölçekte at oynatan büyük mali sermaye grupları, tekeller tarafından paylaşılması bu güçler arasındaki rekabeti körüklerken, yeni emperyalist savaşları da gündeme getirecektir. Diplomasi masasında çözümlenemeyen sorunların silahların eşliğinde çözümlenmeye çalışılması emperyalist kapitalizmin değişmez özelliğidir. Burjuva yazarlar küreselleşen dünyada insanlığın kaderini ilgilendiren sorunları, “hepimiz aynı geminin içindeyiz” nakaratı eşliğinde dile getirmekten pek hoşlanıyorlar. Geçmişe nazaran çok daha küreselleşen kapitalizmin tüm dünya ülkelerinin kaderini birbiriyle yakın ilişki içine soktuğu tespiti tamamen doğrudur. Ne var ki bazıları bu kaderin belirlenmesinde diğerlerine oranla çok daha fazla söz ve güç sahibidir. Kısacası, bu gemide son derece eşitsiz ilişkilerin egemen olduğu ve kaptan köşküne kurulmuş bulunan hegemon gücün rotayı hiç de hayırlı bir istikamete yöneltmediği aşikârdır.
Günümüzdeki gelişmelere bakıp, küresel kapitalizmin farklı güç odakları arasındaki çıkar çatışmalarını sürekli bir savaş durumuna dönüştüreceği gibi yanlış bir sonuç da çıkartılmasın. İşin aslında, rakip emperyalist güçler arasındaki gerilim hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Fakat bu gerilimin kendini dışa vuruş biçimleri (sıcak savaş, soğuk savaş, diplomatik çatışmalar veya görece barış koşulları) ve yarattığı sonuçlar dönemden döneme değişir. Unutulmasın ki kapitalizm fetihçi bir üretim sistemi değildir ve varlığını durduk yere savaşlar çıkartıp, yeni savaş ganimetlerine el koyarak sürdürmez. Emperyalizmle birlikte yükselen militarizm, artan askeri harcamalar ve savaş baronlarının sıcak savaş dönemlerinde vurdukları vurgunlar elbette küresel kapitalizmin gerçekleridir. Ama kapitalist sistemin olağan işleyiş biçimi yalnızca bu hususlara indirgenemez.
Genelde olağan dönemlerde kapitalist iş âlemi, çok çeşitli alanlara dağılmış olan kârlı yatırım düzenini sürdürecek bir siyasal istikrara ve görece barış koşullarına ihtiyaç duyar. Olağan denilen dönemler ise, kapitalist sistemin esaslı bir hegemonya krizi yaşamadığı dönemlerdir. Kapitalist sistemin hiyerarşik yapısının sağlıklı işleyip işlemediği, hegemon ülkenin istikrarına ve güçlü konumuna bağlıdır. Bu yüzden yeni bir hegemonya krizi mayalanmadığı sürece, kapitalist sistem önceki dönemde paylaşılan kozlar neticesinde sağlanan “uzlaşma” temelinde yol alabilir. Bu “uzlaşma” dönemleri, sorunların henüz çözümlenmediği (veya yeni sorunların belirdiği) kimi bölgelerde pekâlâ yeni çatışmaları ve sıcak savaşları gündeme getirebilir. Ancak yine de dünyanın önemli bir bölümü için, yaygın savaşlar dönemine oranla bir anlamda görece “barış” dönemleridir bunlar.
Nitekim ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında açılan “barış” döneminde kimi bölgesel savaşlar varlığını sürdürmüştü. Başta gelen bir örnek olarak Vietnam’daki savaş hatırlanabilir. Vietnam’da daha önce egemen pozisyona sahip olan Fransız emperyalizminin üstünlüğü 1954 yılında son bulmuş ve onun yerini Amerikan emperyalizminin müdahaleleri almıştı. 60’lı yıllardan savaşın sona erdiği 1973’e ilerleyen süreçte Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesinin kaydettiği başarı, bu bölgede ABD emperyalizminin çıkarlarına darbe indirdi. Ve uzunca bir süre kendisini demokrasi şampiyonu diye tanıtmayı beceren Amerika’nın dünya ölçeğinde prestij kaybetmesine neden oldu. Fakat bu gibi durumlar yine de, dünyadaki dengenin çok açık ve bütünsel olarak sarsıldığı ve yeni bir hegemonya krizinin iyiden iyiye patlak verdiği genel dengesizlik ve istikrarsızlık dönemlerinden farklıdır.
Emperyalist güçler arasındaki çekişmeler diplomasi masasından savaş alanına taşındığında, açıktır ki askeri üstünlük büsbütün önem kazanır. Nitekim ABD’nin muazzam askeri gücüne güvenerek son dönemde başlattığı emperyalist savaş atağı bu gerçeği bir kez daha kanıtlıyor. Aslında Amerikan emperyalizmi Avrasya’da uzun süreli bir savaş stratejisinin hayata geçirilmesine nicedir hazırlanmaktaydı ve 11 Eylül saldırısını bu yolda bir fırsat olarak değerlendirerek Irak’ı işgal etti. Bu savaşa hazırlıksız yakalanan ve askerî alanda ABD ile boy ölçüşemeyen Avrupa’nın kimi burjuva güçleri, başlangıçta tam manasıyla ikiyüzlü bir savaş karşıtlığı ve asıl olarak da Bush karşıtlığıyla vakit kazanmaya çalıştılar. Fransa ve Almanya’nın oynadığı kart, savaşçı ABD karşısında Avrupa Birliği’ni bir demokrasi ve barış projesi olarak yutturmaya çalışmak oldu. Bugün ABD ve AB’yi simgeleyen siyasal temalar arasında farklılıklar olsa bile, AB’nin de neticede bir emperyalist birlik olduğu asla unutulmamalıdır. İşine geldiğinde barış yanlısı geçinen bu birlik, değişen koşullar altında emperyalist savaş cephesine daha büyük bir güçle katılabilir. Son ABD seçimi öncesinde görüldüğü üzere, başını Avrupa emperyalistlerinin veya Bush’a muhalif Soros benzeri sermaye baronlarının çektiği “savaş karşıtı” cephelere asla güvenilemez.
Ancak işçi sınıfı kendi örgütlü gücü ve bağımsız siyaseti temelinde seferber olur ve kitleleri harekete geçirirse, emperyalist savaşlara karşı anlamlı bir mücadele cephesi oluşturulabilir. Dünya tarihi tümüyle bu gerçeği kanıtlıyor. Nitekim bu tarihsel dersin doğruluğu, son dönemde yaşanan gelişmelerle de bir kez daha sınandı. Burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmış bir savaş karşıtlığı, nasıl yükseldiyse her an öyle de geri çekilmeye mahkûmdur.
Hegemonya mücadelesi
Kapitalizmin tarihi içinde, daha emperyalist aşama öncesinden başlayarak, ileri atılan ve gerileyen ülkeler olduğu biliniyor. Örneğin kapitalizmin erken dönemlerinde İtalya ve Hollanda gibi ülkeler denizaşırı büyük ticaret temelinde öne fırlamışlardı. Daha sonra koskoca bir sömürge imparatorluğuna sahip olan ve sanayi kapitalizminde atılım yapan Britanya öne çıktı ve dünyanın hegemon gücü olarak sivrildi. Fakat 20. yüzyıl içinde bu kez Amerika emperyalist işleyiş temelinde muazzam bir atak gerçekleştirecek ve Britanya eski üstünlüğünü yitirecekti. Amerika’nın yükselişinin yanı sıra, Almanya ve Japonya da emperyalizm döneminde devasa sıçramalı gelişmeler kaydettiler.
20. yüzyılın ilk yarısı emperyalizmin yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Eski üretim ilişkilerini tasfiye ederek, kapalı ve yerel ekonomileri çözerek ilerleyen kapitalizm, küresel bir ekonomik sistemin ağlarını örmeye koyuldu. Artık kapitalist ilerleyiş, dünyasal ölçekte at oynatma kapasitesine sahip emperyalist ülkelerin öne fırlayışında somutlanıyordu. Dünya üzerine yayılan ekonomik ilişkiler çeşitli kapitalist ülkelerin kaderini giderek çok daha fazlasıyla birbirine bağlasa da, ekonomik entegrasyon hiç de bu ülkeler arasında kardeşçe ilişkilerin tesisi anlamına gelmedi. Kapitalist sistem, tepede hegemon gücün yer aldığı ve çelişkilerle yüklü hiyerarşik bir piramit biçiminde yapılandı.
Emperyalist işleyiş temelinde güç kazanan kapitalist ülkeler arasında cereyan eden hegemonya mücadelesinin tarihi de geçmişe uzanır. Hegemonya kapışması 20. yüzyılda dünyayı iki kez büyük bir paylaşım savaşının ateşiyle kavurmuştur. Birinci Dünya Savaşını izleyen süreç, geçici bir ateşkes dönemini takiben kapitalist sistemin çelişkilerinin keskinleşmesi ve hegemonya iddiasındaki güçlerin yeni bir kapışmasıyla sonuçlanmıştır. Aslında Birinci Dünya Savaşı, emperyalist aşamaya yükselen kapitalist sistemin hegemon gücünü belirlemeye yetmemiştir. Bu yüzden kozlar ikinci bir dünya savaşıyla yeniden paylaşılmış ve hegemonya iddiasıyla dünyayı kana bulayan Hitler Almanyası boyunun ölçüsünü almıştır. Amerikan emperyalizminin hegemonyasını diğer kapitalist güçlere kabul ettirmesiyle, muazzam çalkantılı bir boy ölçüşme dönemi de kapanmıştır. Böylece kapitalist sistem, savaş sonrasının ABD öncülüğünde yürüyen uzun ekonomik yükseliş dönemine adım atmıştır.
Bu dönem boyunca sermaye birikiminde görece istikrarlı bir yükseliş temposuna izin veren koşullar, dünya pazarının büyümesini mümkün kıldı ve artı-değer realizasyonunu da olumlu yönde etkiledi. Yanı sıra, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının yaşam standartları yükseldi. Bütün bu süre içinde emperyalist güçlerin kendi nüfuz bölgelerine müdahaleleri ve bu temelde çıkartılan haksız savaşlar gerçeği varlığını sürdürdü. Fakat gelişmiş kapitalist ülkeler coğrafyasını kapsayan büyük savaşlar dönemi artık geride kalmış gibi görünüyordu. Dünya üzerinde belirli bir tarihsel kesit boyunca, ABD ve Sovyetler Birliği arasında kurulan güç dengesi temelinde Soğuk Savaş dönemi egemen oldu. İki süper gücün etkisi altında biçimlenen bu dönemde, dünya bir yanda “sosyalist” blok ve diğer yanda kapitalist blok olarak ikiye bölünmüştü. Dünya böylece uzunca bir süre iki sistem arasında cereyan eden sürekli bir gerilime tanık oldu. Kapitalist güçler açısından bu dönemin tartışmasız hegemon gücü ABD idi. Bu durum Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle dünya dengelerinin alt üst olmasına ve yeni bir denge ihtiyacının kışkırttığı hegemonya savaşlarının patlak vermesine dek böyle devam etti.
Sınıflı toplumlar tarihine her zaman rakip güçler arasındaki savaşlar eşlik etmiştir. Büyük savaşlar arasında yaşanan görece barış dönemlerine ise, bu savaşlarla gücünü kabul ettiren krallıkların veya imparatorlukların egemenliği damgasını basmıştır. Dünyamız vaktiyle köleci üretim tarzı üzerinde yükselen Roma İmparatorluğu’nun nice kanlı savaşlar ve başarılı fetihler neticesinde gücünü diğer ülkelere kabul ettirmesiyle bir pax Romana (Roma barışı) dönemi yaşamıştır. Uzun yıllar sonra bu kez sömürgeci kapitalizm temelinde Britanya’nın egemen olduğu pax Britannica dönemi yaşanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise, kapitalist dünya açısından, hegemon Amerikan emperyalizminin belirlediği pax Americana dönemidir. Ne var ki, SSCB ve benzeri rejimlerin çöküşü, “ortak düşmana” karşı ABD etrafında oluşan kapitalist ittifaka da son vermiştir.
Artık koşullar değişmiş ve emperyalist güçler açısından yeni bir paylaşıma konu olan alanlar açılmış bulunuyordu. Yugoslavya’yı parçalayan emperyalist savaş, Avrupalı emperyalist güçlerin yeni nüfuz alanları üzerinde biraz da kendi borularını öttürmek istediklerini açıkça ortaya koymuştu. AB’nin başını çeken Almanya ve Fransa, art arda patlak veren uluslararası krizlerde, ABD hegemonyasının artık eski anlamını yitirdiğini hatırlatmaya çalışan bir tutum sergilemekteydiler. Bu durum karşısında ABD, değişen dünya koşullarında hegemon konumunu yeniden hem de daha şiddetli yöntemlerle kanıtlama ihtiyacıyla atağa kalkacaktı. Rusya, Çin gibi devasa büyük ülkelerin, artık kapitalist yolda kaydettiği yükselişler de dünya kapitalist sisteminin güçler bileşenini çeşitlendirmekteydi. Bu durum hiyerarşik dizilimde gerçekleşecek muazzam değişimleri ve dolayısıyla sistemin hegemonya krizinin derinleşmesini gündeme getirmişti.
Hegemonu olmayan bir hiyerarşik sistem düşünülemez. Hegemon gücün yer değiştirmesi ise son derece karmaşık ve verili tüm dengeleri en derinden sarsan sıradışı bir olaydır. Bu tür yer değiştirmeler, sistemin olağan işleyişi içinde gerçekleşen periyodik ekonomik krizlerle açıklanamaz. Sistemi yeni bir hegemonya krizine sürükleyen koşullar büyük alt üstlükler ve adeta bir kaos dönemiyle kendilerini açığa vururlar. Bu türden tarih kesitleri dünya işçi sınıfına bu sistemden kurtulmayı mümkün kılacak devrimci fırsatlar sunarken, burjuvazi açısından ise yeni bir dengenin kurulmasını zorunlu kılar. Uzun bir dönem boyunca dengeye ulaşamayan bir sistem yaşayamaz, sürekli çatışmalar içinde parçalanıp gider.
Dünya kapitalist sisteminin işleyişi içinde yeni bir denge, iktisadi, siyasi ve askeri güç ilişkileri temelinde üstünlüğünü kanıtlayan emperyalist ülke öncülüğünde kurulabilir. Sıralanan faktörler arasında son tahlilde belirleyici olan kuşkusuz iktisadi güç düzeyidir ve sistemin hegemon gücünün kim olacağını da özünde bu belirler. Burada iktisadi güç ölçütü, örneğin kişi başına ulusal gelir benzeri nispi kriterler olamaz. Zira buradan bakıldığında örneğin küçük ve zengin bir Avrupa ülkesinin ön sıralarda yer alması pekâlâ mümkündür. Nitekim 2004 yılı verilerine göre kişi başına milli gelirde Lüksemburg 69 bin 929 dolarla birinci, ABD ise 39 bin 934 dolarla yedinci durumdadır. Oysa belirleyici olan, küresel ölçekte gidişatı etkileyen mutlak üstünlüklerdir. Hegemonya, ABD örneğinde olduğu üzere geniş bir kapitalist coğrafyaya sahip olan ve dünya ekonomisi içinde mutlak anlamda en büyük yeri tutan ülke veya ülkeler topluluğuna nasip olabilir.[2]
İkinci Dünya Savaşı sonrasından günümüze dek geçen zaman dilimine damgasını vuran Amerikan hegemonyası gücünü mutlak üstünlüklerinden aldı. Tek bir birleşik ulus-devlet yapılanması nedeniyle de, örneğin Avrupa Birliği modelinden tamamen farklı olarak sağlam ve bütünlüklü bir siyasal-hukuksal güç kaynağına dayandı. Fakat her şey zamanla yıpranır ve eski gücünü yitirir. ABD emperyalizmine tartışmasız üstünlüğünü veren iktisadi faktörler bu ülkeyi zirveye taşıdıktan sonra görece bir iniş başlamıştır. Diğer ülkeleri yüksek faizlerle borç batağına sürükleyen bu kapitalist dev, şimdi kendi yatağında derin bir borç yüküyle boğuşuyor. ABD’nin dünya arenasındaki kükremesine, bütçe açıklarının ve cari açığın tetiklediği sorunlar eşlik etmektedir. Sistemin hegemon gücünün içine düştüğü krizin derinliği, sistemin tümünün ne denli kırılgan bir hale sürüklendiğinin de resmidir.
Yıllarca önce Troçki, kriz döneminde ABD’nin hegemonyasının, yükseliş dönemine oranla daha açıkça ve daha acımasızca işleyeceğine değinmişti. Önemli gelişmelere dikkat çekiyordu. Örneğin Birleşik Devletler’in uluslararası gücü ve bundan kaynaklanan karşı konulmaz yayılışı, Kuzey Amerikan kapitalizmini modern çağın birincil karşı-devrimci gücüne dönüştürmekteydi. ABD, barış ya da savaş yoluyla gerçekleşmesine bakmaksızın, Avrupa’nın zararına kendi sıkıntı ve hastalıklarının üstesinden gelmeye çalışacaktı. Böylece Amerikan politikasının genel çizgisi, özellikle onun ekonomik sıkıntıları ve krizi sırasında, tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da çok derin çalkantılara yol açacaktı. Troçki buradan hareketle, ileride devrimci durumların eksik olmayacağı ve Avrupa ile Amerika’nın karşılıklı ilişkilerinin nice devrimci kabarışı tetikleyeceği öngörüsünde bulunuyordu. “Birleşik Devletler’deki büyük bir kriz, yeni savaşlar ve devrimler için tehlike çanlarını çalacaktır”[3] diyordu. Bu ve benzeri önemli tespitleri günümüz koşullarında tekrar tekrar hatırlamak gerekiyor.
Bugün ABD’nin, dünyada değişen güç dengeleri karşısında yeniden tartışmasız hegemon güç olduğunu kanıtlama çabası en başta kendi çıkarları tarafından güdülüyor. Ancak bu durumun kapitalist sistemin bekasını ilgilendiren bir boyutu da var. Zira sistemin işleyişinin tehlikeye düşmesi durumunda, tek başına Amerikan emperyalizminin çıkarlarının da bir öneminin kalmayacağı çok açıktır. Rakip emperyalist güçler, uzun süren hegemonya savaşlarının dünya kapitalizmini işçi sınıfı karşısında kırılgan hale getirdiğini gördüklerinde hesaplarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalırlar. Nitekim Büyük Ortadoğu projesiyle atağa geçen ABD’ye başlangıçta karşı çıkan Avrupa ülkelerinin, bugünkü sallantılı ve uzlaşmacı tutumu bu gerçeklikle bağıntılıdır.
Uzatmalı kriz dönemi
Sovyetler Birliği’nin ve benzerlerinin çöküşüyle birlikte, kapitalist sistem karmaşık bir denklemin bilinmeyenlerinin tamamen değiştiği yeni bir döneme adım atmış oldu. Dünya üzerinde tek egemen sistem konumuna geçen kapitalizm, bu yeni durumun moral açıdan getirdiği geçici hazla sarhoş olmuşken kendini aniden ürkütücü bir istikrarsızlık ve dengesizlik uçurumunun eşiğinde buluverdi. Kapitalizm insanlık tarihinin yeni milenyumuna, derinliği, şiddeti ve yaratacağı sonuçları önceden tam kestirilemeyen sarsıcı bir sistem kriziyle giriş yaptı. Bu kriz, emperyalist kapitalizmin periyodik bunalımlarının çok ötesindedir. Yaşanmakta olan, tekelci ilişkilere eşlik ettiği bilinen durgunluk eğilimini derinleştirip neredeyse kalıcılaştıran boyutta bir yapısal krizdir.
Böylece içinden geçtiğimiz dönem, büyük güçlerin kozlarını yeniden paylaşmak üzere kıran kırana rekabete sürüklendikleri bir tarihsel kesit olarak belirginleşiyor. Bu kesit bazı açılardan Birinci Dünya Savaşı konjonktürünü hatırlatıyor. Ama aslında o dönemdekinden daha da derin bir sistem krizi yaşanmaktadır. Bu durum aynı zamanda bir hegemonya krizi olarak somutlanıyor. ABD’nin hegemon konumunu tamamen yitirmesi ve yeni bir hegemon gücün kendini kabul ettirmesi şimdilik son derece zor görünüyor. Bu özellik, günümüzde yaşanmakta olan sistem krizinin uzatmalı karakteri hakkında bir fikir vermektedir.
Almanya ve Fransa gibi başta gelen Avrupa ülkelerinin burjuvaları, muazzam büyüklükte topraklara sahip bir birleşik devletler topluluğunun rekabetine tek başına karşı koymanın olanaksızlığını nicedir görmüşlerdi. Bu nedenle de daha 20. yüzyılın başlarında Avrupa Birleşik Devletleri ütopyasını geliştirmişlerdi. Ayrı ulus-devletler biçiminde örgütlenmiş kapitalist Avrupa’yı, ABD gibi bir birleşik devletler topluluğuna dönüştürme fikri nihayetinde bir düş olsa da, birleşik Avrupa fikri ekonomik bir topluluk oluşturma düzeyinde ürün verdi. Önce AET ve daha sonra da yeni katılımlarla genişleyen bir AB oluştu. Eğer 20. yüzyılın kapanışında eski dünya dengelerini altüst eden gelişmeler yaşanmamış olsaydı, AB ile ABD arasındaki gerilimin alışılmadık boyutlarda yükselişe geçmesi için bir neden de olmayabilirdi. Ne var ki “sosyalist” blokun çöküşüyle birlikte, eski hesapların mazi olduğu ve artık yeni stratejilerin gündeme getirilmesinin zorunlu hale geldiği nesnel bir ortam oluştu.
İlk bakışta bütünüyle kapitalist sistemin yararınaymış gibi görünen bu değişim, kısa bir süre sonra sistemin zaaflarını açığa vurmaya başlayacaktı. Kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki görece sorunsuz yükseliş dönemini kapatmış olduğunun anlaşılmasıyla birlikte, ABD ile AB arasındaki gerilim de iyice tırmanmaya başladı. Bugün sanki bu iki güç odağı arasında cereyan ediyor görünen hegemonya kapışmasına rağmen, dünya üzerinde egemenlik kurabilmek bakımından Avrupa, ABD ile eşit bir iktisadi ve askeri güce sahip bulunmuyor. ABD’ye rakip Avrupalı güçlerin biraraya gelerek oluşturduğu AB paktının geleceğinin ne olacağı bile belli değil. Bir zamanlar kapitalizmin yarattığı son mucize olarak tapınılan Japonya uzun süredir kendi derdine düşmüş vaziyette. Dünya hegemonyasına göz dikmeye namzet yeni odaklardan Rusya, daha bir süre güç toplamaya ihtiyaç duyuyor ve bu nedenle ABD’ye açıktan kafa tutmak henüz işine gelmiyor. Diğer namzetlerden Çin ise, asyatik geleneklerin simgesi olan yüksek duvarların ardında sinsice gelecekteki ataklara hazırlanıyor.
Bu gibi nedenlerle şimdilik görünürde daha ziyade AB ve ABD çatışması yer alıyor. Oysa her bir güç odağı esasında yalnızca bugünün koşullarını değil, yarının olası koşullarını da hesaba katmaktadır. Asıl kavga, Rusya ve Çin gibi iki devasa ülkede eski rejimin çöküşüyle başlayan kapitalist inşa sürecinin sonucunda yarın emperyalist sistemin hegemon gücünün kim olacağı üzerine yürümektedir. Ayrıca, Brezilya ve Hindistan gibi büyük ülkelerde kaydedilen kapitalist gelişimin sistemin yeniden yapılanmasını nasıl etkileyeceği de çok önemli bir faktördür. Emperyalist güçlerin çeşitli bölgelerde sıcak savaşa dönüşen çatışmalarının nedeni, yaşanan gelişmeler sonucunda oluşacak yeni güçler dengesinde elverişli pozisyonlar kapmaya yöneliktir. ABD ideologlarının, içinden geçmekte olduğumuz dönemi uzun süreli savaş dönemi olarak nitelemeleri boşuna değildir.
Dünyamız, kıran kırana bir hegemonya kapışmasında yer alacak yeni emperyalist güçlerin sahneye çıkmaya hazırlandığı büyük bir çalkantı dönemine girmiştir. Geçmiş dönemin güçler dengesi gereğince kapitalist sistemin hegemon gücü olmayı sürdüren ABD, karşısına daha önce hesapta bulunmayan yeni güçlerin dikileceğinin farkındadır. Ve aslında bu yeni durumun endişesi içindedir. AB ile ABD arasında artan gerilimin başlıca nedeni de yalnızca iktisadi kriz koşulları veya Ortadoğu petrolleri üzerindeki paylaşım kavgası olmayıp, gelişmekte olan bu yeni durumdur. ABD ile AB arasındaki çekişme yeni başlamamıştır, fakat 21. yüzyılda oluşan yeni dünya koşullarıyla birlikte bu çekişmenin niteliği ve şiddeti de değişmiştir.
ABD, “medeniyetler çatışması” veya “uluslararası teröre karşı mücadele” biçimindeki propaganda motifleri eşliğinde yeni bir uluslararası stratejiyi yürürlüğe koymuş bulunuyor. Bu yeni strateji, hegemonya mücadelesini geçmiş dönemin AB veya Japonya gibi bilinen emperyalist güç odaklarına kaptırmamak gibi sıradan hedeflerle sınırlı değildir. Asıl önemli olan geçmiş dönemin emperyalist rakiplerinden çok, gelecek dönemde ABD’nin karşısına dikilecek Rusya ve Çin gibi yeni rakiplerin şimdiden önünü kesebilmektir. Zira, ortaya çıkmaya başlayan bu yeni emperyalist güçlerin daha da kuvvetlenmesi, zamanla bunların AB ya da Japonya gibi eski rakiplerle yeni iktisadi bloklar oluşturması, ABD’nin hegemonyasını yalnızca sarsmakla kalmaz. Bu tip gelişme olasılıkları, ABD açısından kendi hegemon konumunu sona erdirme potansiyeli taşıyan gerçek bir tehlike kaynağıdır. O nedenle AB’nin nereye evrileceği, Türkiye gibi bir ortağı içine kabul ederek sınırlarını Ortadoğu’ya genişletip genişletmeyeceği muamması asla dinsel ve kültürel ya da salt günün görünebilir iktisadi sorunlarıyla sınırlı bir boyuta sahip değildir. Bu, yarınki büyük kapışmalara endeksli devasa bir problemdir.
Yarınki büyük kapışmalar için bugünden önemli mevziler tutma yarışında ABD hanidir ipi öncelikle göğüsleme telâşı içindeydi. İşte bu koşullarda gündeme gelen 11 Eylül 2001 saldırısıyla birlikte ABD atağa geçti. SSCB egemenliğindeki blokun çöküşünden sonra Balkanlar’da yürütülmüş olan paylaşım savaşının ateşi doğru dürüst sönmemişken, bu kez Orta Asya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’ya koskoca bir bölge ateşe verildi. Avrasya denilen bu geniş coğrafyada biri bitmeden diğerinin başlatılmak istendiği bir emperyalist savaşlar zinciri gündeme getirildi. ABD, yarınki olası rakipleri Rusya ve Çin’in burnunun dibine sokulmaya, mümkünse içlerine doğru uzanmaya ve kontrol altına almayı tasarladığı bölgelerde askeri üsler, askeri birlikler konuşlandırmaya çalışıyor. Türkiye’nin ünlü 1 Mart tezkeresi sorunuyla patlak verip, takiben ABD’nin İncirlik üssüne yönelik istemlerinde somutlanan askeri planlar da bu durumun bir uzantısıdır. Amerikan emperyalizmi bu planlarını yaşama geçirerek, yarının olası gelişmelerini bugünden doğrudan kontrol altına almayı amaçlamaktadır.
Ortadoğu ve diğer bölgelerde çıkartılan emperyalist savaşlar, yalnızca üç beş savaş baronunu zengin etmek ya da o bölgelerdeki petrol rezervlerini kontrol altına almak gibi alışıldık ve neredeyse sıradanlaşmış gayelerin ötesine geçen büyük bir paylaşım savaşının halkalarıdır. İçinden geçtiğimiz süreçte ortaya çıkabilecek geçici yumuşama evreleri ve dönemsel ateşkes aralıkları bizleri yanıltmasın. Kapitalist sistemin birikmekte olan ve daha da birikecek sorunları çok ciddidir. Bu bakımdan, Irak savaşının Bush’un aptallığı veya ABD’nin orada yeni bir Vietnam bataklığına saplandığı gibi argümanlar eşliğinde hafife alınarak geçiştirilmesi doğru bir eğilim değildir. Kuşkusuz daha önce benzeri örneklerde yaşandığı üzere, haksız bir savaşa karşı dünyada ve ABD içinde pekâlâ dikkate değer bir muhalefet gelişebilir. Veya Amerikan emperyalizmi, icabında kendini dünya kamuoyuna başka bir maskeyle sunabilmek için, misyonunu tamamlayan Bush’u ya da benzeri politikacıları günah keçisi ilan edip bir kenara atabilir. Ne var ki tüm bu olasılıklara karşın, ABD’nin Suriye ve İran gibi ülkeleri sıraya dizerek emperyalist savaş alanını genişletme planları mevcuttur ve bu gibi planları yalnızca bir blöf olarak değerlendirmek, emperyalist savaş gerçeğini küçümsemek anlamına gelir.
ABD emperyalizmi, Japonya’nın ilerdeki önlenemez yükselişini frenleyebilmek için İkinci Dünya Savaşı bitiminde Hiroşima ve Nagazaki’de yaşamı nükleer bombalarla kavurmakta tereddüt etmemişti. Rekabet hırsıyla gözü dönmüş kapitalist güçlerin bugün de aynı şeyleri yapabilecekleri aşikârdır. İran’daki siyasal rejimin İsrail’e yönelik tehditleri bahanesiyle bölgede nükleer bir savaşın gündeme getirilmesi pekâlâ olasıdır. Ayrıca, ABD’nin Rusya ve Çin gibi geleceğin rakip güçleriyle şimdilik sözde dostane ilişkiler sergilemesi kimseyi yanıltmasın. Sermayenin karakteri zaten bu ikiyüzlülüğüdür. Bir yandan bugün kuzu postuna bürünüp ticari ilişkileri geliştirirken, diğer yandan rahatlıkla yarın kurt dişlerini göstereceği sinsi savaş planlarını yürütür. Rakip emperyalist güçler arasındaki kapışmalar nedeniyle çeşitli ülke halklarının başına örülen çoraplar, küreselleşen kapitalizm altında dünyayı daha nelerin beklemekte olduğunu göstermektedir.
Yalan imparatorluğuna son!
Küreselleşmenin, iktisadi ilişkilerin artan entegrasyonu nedeniyle her yerde sağlıklı bir büyümeyi kamçılayacağı ve dolayısıyla kapitalizmin bunalımına son vereceği iddia ediliyordu. Oysa gerçekleşen, tüm dünyaya yayılan ve kapitalizm yanlısı yazarları bile derin endişelere sürükleyen bir durgunluk eğilimi ve art arda patlak veren iktisadi krizler oldu. Küreselleşmenin kitlelerin yaşam koşullarında iyileşme sağlayacağı söyleniyordu. Fakat ‘80 sonrası dönem, bir zamanlar gelişmiş kapitalist ülkelerde onca reklâmı yapılan “refah devleti” veya “sosyal devlet” balonunun patlamasıyla belirginleşti.
Küreselleşme işsizliği azaltacak denildi, halbuki kronikleşen işsizlik artık çözüm bulunamayacak yapısal bir nitelik kazandı. Teknolojik gelişmenin iş saatlerini düşüreceği, robotlaşmanın insanı çalışmanın ağır yükünden kurtaracağı fantazileriyle sevimli bir kapitalist dünya tablosu çizen globalizm yanlılarının yalan balonları da çabuk söndü. Kapitalizm altında yaşanan gelişmeler, işçi-emekçi kitlelerin yaşamına daha uzun çalışma saatleri, daha ağır bir iş yükü ve artan işsizlik şeklinde yansıdı.
Kapitalist gelişmeyle birlikte sermayenin organik bileşimindeki yükseliş ortalama kâr oranını düşürdüğünden, dünyanın tüm burjuvaları gözlerini işçi ücretlerine ve sınıfın tarihsel mücadelelerle elde ettiği sosyal kazanımlara dikmişlerdir. Ücretlerin düşürülmesi genel bir politika olarak benimsenmiştir. Burjuva hükümetler sosyal harcamaların bütçeye getireceği ek yüklerden kurtulup, işçi-emekçi kitlelerin sırtından sağlanan fonları daha fazlasıyla askeri harcamalara tahsis etmektedirler. Böylece işin gerçeğinde, küreselleşen kapitalizmin büyüyen krizlerinin işçi-emekçi kitlelere ne getirdiği bellidir. Günler, işçi ücretlerindeki düşüşler, sendikal hareketi güçsüz kılmaya yönelik tertipler, sosyal harcamalardaki kesintiler, artan militarizasyon, tırmanan gerginlikler ve yeni emperyalist savaş hazırlıklarıyla ilerliyor.
Yaşanan tüm bu gelişmeler Marksizmin öngörülerini doğrulayıp, burjuva ideolojisinin yaydığı safsataları da çürütmektedir. Gerçekler, burjuva ideologların yıllardır sakız gibi çiğneyip durmaktan pek hoşlandıkları iddiaların tam tersi yöndedir. “Yeni dünya düzeni” dedikleri şey, dünya genelinde haksız savaşları, devlet terörünü, faşizan eğilimleri körükleyen, çeşitli ülkeleri belirsizlik ve kaos girdabının içine çeken bir dönem olarak çıkagelmiştir. Küreselleşme insanlığa küresel bir refah değil, sermayenin işçi haklarına küresel saldırısını, dünya işçi sınıfının küresel yoksullaşmasını getirmiştir.
Kapitalizmin küresel ölçekte yayılımının kapitalist işleyişi özde bir değişikliğe uğratmadığı ve uğratmayacağı çok açıktır. Bu sistem yine eskisi gibi işçi sınıfının alın terinden elde edilen artı-değer sömürüsü sayesinde varlığını sürdürüyor ve bu gerçeklik değişecek değildir. Teknoloji alanında kaydedilen sıçramalı gelişimin işçi sınıfını giderek ortadan kaldırdığı veya yoğun makinalaşma nedeniyle ucuz işçi ücretlerinin artık önemini yitirdiği iddialarının niteliği ortadadır. Tüm bunların, bizzat yaşanmakta olan gerçeklerin sınavından geçemeyen palavralar olduğu kanıtlanmıştır.
Kapitalizm 20. yüzyılın son demlerinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde haftalık çalışma saatlerinin ücret kaybı olmaksızın 30 saate indirilebileceği yönünde umutlar yaratmıştı. Fakat yeni milenyuma girildiğinde görüldü ki, işçi sınıfının iş bulabilen “şanslı” bölümü yaşayabilmek için fazla mesailer ve ek işlerle çalışma saatlerini ikiye katlamaktadır. Sınıfın işsiz kesimi ise, açlık, yoksulluk ve umutsuzluğun girdabında adeta “uçurum insanları”na dönüşmüştür. Bu bağlamda uzun söze bile gerek kalmadı. Bizzat emperyalist güç odaklarının seçkin ideologlarından, Dünya Bankası benzeri tepe organizasyonların içinden yükselen sesler ve bu çevreler arasında gün geçtikçe yitirilen iyimserlik, olası bir toplumsal kriz nedeniyle büyüyen korkularını yansıtıyor.
Yaşam gerçekten de çelişkiler içinde yol alıyor. Küresel kapitalist gelişme bir yandan dünya ölçeğinde sosyalizmin nesnel temelini döşerken, diğer yandan kapitalizmi insan soyu açısından daha da tehlikeli ve katlanılmaz bir sistem kılmıştır. Bu nedenle küresel kapitalizmin savunulması değil, yıkılması gerekiyor. Diğer yandan günümüz koşulları, oportünist tutumların hafifmeşrepliğini kaldıramayacak kadar ciddi sorunlarla yüklüdür. Örneğin küreselleşmeye karşı çıkar görünüp kapitalizme esastan karşı çıkmayan bir muhalif anlayışın inandırıcılığı olmadığı gibi gerçek bir mücadele kapasitesi de yoktur. Hatta bu tür anlayışlar küreselleşme karşısında vurguyu ulusallığa ve ulus-devletin savunusuna yaptıkları ölçüde burjuva milliyetçiliğini güçlendirmeye hizmet etmekten başka bir işe de yaramayacaklardır.
Dünya burjuvazisinin kapitalist küreselleşmeyi insanlığın çıkarına yeni bir dönem olarak sunması büyük bir yalandır. Tam tersine, kapitalist sistem insanlığı artık bir yokoluş tehlikesinin eşiğine getirmiştir. Kapitalizm altında üretici güçler çoktandır özel mülkiyet ve ulus-devlet engeline takılmıştır; artık bu engellerin ortadan kaldırılması gerekiyor. Mevcut üretici güçler, dünyaya huzur getirecek bir işçi iktidarı altında çok kısa sürede yeryüzünden açlığın, yoksulluğun, hastalıkların ve mutsuzluğun silinmesini mümkün kılabilir. Oysa kapitalist rekabet ve kâr hırsının esareti altındaki modern teknoloji, yer yuvarlağımız üzerindeki milyonlarca yoksul ve masum insanın üzerine her geçen gün daha da fazlasıyla ölüm kusmaktadır.
Burjuva medyanın kitlelerin tarihsel hafızasını silmek amacıyla yoğun bir yaylım ateşini sürdürmesi boşuna değil. Emekçi kitlelerin bir an için bu ideolojik bombardımanın etkisinden kurtulup, kapitalizmin insanlık âlemine yaşattıklarını hatırlaması burjuva egemenliği için ölümcül bir tehlike olurdu. Kapitalizm büyük bunalımlarını nice insanın yaşamına kasteden haksız savaşlarla atlatabilen bir sistemdir. Bu sistemin yeniden “yapabilmesi” için önce yıkması gerekmektedir. Birinci emperyalist paylaşım savaşı on beş milyonu aşkın insanı yok etmişti, ikincisi elli milyondan fazla insanın canına kıydı. Ya bugünkü?
Dünyayı parlak ışıkların yanıp söndüğü bir bolluk diyarına dönüştürdüğü söylenen kapitalizm, aslında dünyayı insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamayan zararlı bir tüketim cangılına çevirdi. Bu sistem artık, insanı, yeri, göğü, tüm doğayı katlamalı bir hızla mahveden bir terminatör (yok edici) gibi ilerliyor. Tüm canlı yaşamı bu terminatörün elinden kurtarmak için zaman daralıyor. İnsanlığın kurtuluşu, dünyanın tüm işçi ve emekçi kitlelerinin silkinip kendine gelmelerine ve bu vahşet düzenine son vermek üzere örgütlenip ayağa dikilmelerine bağlı. Bugünkü ve gelecekteki kuşakları kapitalizmin vahşetinden kurtarıp özgürlüğe kanat açmak ve gezegenimizi bu sömürü, baskı ve savaş düzeninin zehirli atıklarından kurtarıp yaşanabilir bir cennete dönüştürmek bu sayede mümkün olacak.
[1] Bu iki ülke iktisadi büyüme oranları bakımından ABD’nin önünden koşuyorlar. Son tahminlere göre ABD’de yüzde 3,6 oranında büyüme beklenirken, bu rakam Rusya için yüzde 6’ya, Çin içinse yüzde 8’e yükseliyor.
[2] Burada yeri gelmişken, çeşitli ülkelerin dünya ekonomisi içindeki konumları hakkında fikir verecek olan bazı rakamları sıralayalım. IMF’nin Dünya Ekonomik Görünümü 2004-İlkbahar raporuna göre dünya GSYH’si yaklaşık 37 trilyon dolardır. ABD 11,7 trilyon dolarla dünya GSYH’sinin takriben üçte birine sahip bulunuyor. İkinci sırada yer alan Japonya’nın GSYH’si 4,7 trilyon dolar. Diğerleri sırasıyla şöyle: Almanya: 2,7 trilyon dolar; İngiltere: 2,1 trilyon dolar; Fransa: 2 trilyon dolar; İtalya: 1,7 trilyon dolar. Kanada ve İspanya’nın GSYH’si ise 1 trilyon dolara yaklaşıyor. Dünyanın en büyük 21 ekonomisi sıralamasında gelişmekte olan ülkeler grubu içinde en başta yer alan Çin 1,7 trilyon dolarlık GSYH’siyle aslında İtalya ile aynı konumu paylaşıyor. Bu grupta yer alan belli başlı diğer ülkelerden Meksika: 677 milyar dolar; Hindistan: 661 milyar dolar; Brezilya: 600 milyar dolar; Rusya: 583 milyar dolar; Tayvan: 305 milyar dolar ve 21. sıradaki Türkiye: 300 milyar dolar.
[3] Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.14
link: Elif Çağlı, Küreselleşme /6, 2 Haziran 2005, https://marksist.net/node/529