Emperyalist dünya savaşı herkesin gözü önünde adım adım büyüyor. Yangın daha çok mazlumu yakıyor, daha çok coğrafyayı kavuruyor. 7 Ekimdeki Hamas saldırısından bu yana İsrail devletinin Filistin halkına karşı giriştiği ve son verilere göre 40 bin Filistinlinin katledilmesine varan soykırım da emperyalist güçlerin kanlı hegemonya mücadelesinin bir parçasını oluşturuyor. İsrail ve emperyalist müttefikleri, hegemonya mücadelesinin başlıca sahalarından biri olan Ortadoğu’da nüfuzlarını genişletmek, rakip emperyalist güçlerin nüfuzlarını belirleyici ölçüde geriletmek istiyorlar. Elbette burada İsrail gibi özel bir devlet oluşumunun güvenceye alınması acil bir öncelik oluşturuyor. Ama bir bütün olarak ele alındığında sürecin çok daha geniş bir kapsama sahip olduğu, emperyalist dünya savaşının büyütüldüğü görülüyor.
Hamas lideri Haniye’nin Tahran’da suikastla öldürülmesi kendi tarzında yürümekte olan bu emperyalist dünya savaşında yeni ve önemli bir adımın daha atılması anlamına geliyor. Bu suikastla savaşın en önemli ve hassas sahalarından biri olan Ortadoğu’da ateşe yeni ve büyük odunlar atılmıştır. İsrail bundan sadece birkaç saat önce de Lübnan’da Hizbullah’ın önemli askeri liderlerinden biri olan Fuat Şükür’ü hava saldırısı yoluyla öldürmüştü. Dünya Lübnan’a ve Hizbullah’a yapılan bu saldırıyı konuşurken arkası Tahran’da Haniye ile geldi. Eklemek gerekir ki tüm bunlar olurken İsrail zaten Lübnan’ın güneyine aralıklarla hava saldırıları düzenleyerek savaşı Lübnan’a doğru genişletme konusunda yol kat etmişti. İran’ın vereceği söylenen yanıt ya da “gerilimi düşürücü” sözde çaba ve girişimler ne olursa olsun, emperyalist dünya savaşı yeni bir zemine yükselmiştir.
Bitmeyen bir direniş kaynağı ve odağı olarak Filistin sorunu İsrail’in ve müttefiki emperyalist güçlerin daima bir karın ağrısı olmuştur. Filistinli Arapların esasen zora dayalı tehciri ve topraksızlaştırılmasına dayanan bir koloni devleti olarak sürekli genişleyen İsrail, sorunun kendisi açısından nihai çözümü için yeni bir savaş kampanyası başlatmıştır. İsrail’in, tarihsel ölçekte bakıldığında ABD emperyalizminin hegemonyasının gerileyişini ve rakip emperyalist güçler olarak Çin ve Rusya’nın hem genelde hem de bölgede kimi mevziler kazanmakta oluşunu hesaba katarak bu işe giriştiğini söylemek yanlış olmaz. 7 Ekimdeki Hamas saldırısından sonra açılan yeni sürecin ilerleyen aşamalarını ele alan bir yazımızda bu yeni sürecin İsrail özgülünde ne ifade ettiğini şöyle tespit etmiştik:
“Yeni bir emperyalist dünya savaşı yürümektedir ve her şey bu bağlamda cereyan etmektedir. İsrailli egemenler bu konjonktürde Filistin sorununu nihai biçimde kesip atmaya yönelmişlerdir. Kitle katliamı, tehcir, soykırım bunun ifadesidir. Dünyadan yükselen onca tepkiye rağmen göz karartılarak girilen yol budur. Bir Filistin devleti meselesi ortadan kaldırılarak, Filistinliler başka ülkelere sürülerek, İsrail «güvenli» bir toprak alanına ve sınırlara kavuşturulacak. Komşu Arap devletleri de kalıcı olarak bu statükonun bir parçası haline getirilecek. Uygulamaya geçirilmeye çalışılan somut planın bu olduğu görülüyor. Bir emperyalist dünya savaşıyla kurulan İsrail şu an yürümekte olan emperyalist dünya savaşıyla genişleyerek varlığını tam güvenceye kavuşturmak istemektedir.” (Levent Toprak, Siyonist Zulüm Makinesi ve Filistin Halkının Gerçek Dostları, 21 Mart 2024, marksist.com)
İsrail’in Filistin halkını maruz bıraktığı soykırım tüm dünyada halkların vicdanını kanatmakta, İsrail ve ABD’ye karşı öfkeyi büyütmektedir. En önemli emperyalist merkezlerde ardı arkası kesilmeyen gösterilerin de ortaya koyduğu, ama bunlardan ibaret olmayan söz konusu öfke, başta Arap ülkeleri olmak üzere hemen her yerde iktidarları sıkıntıya sokuyor. Bu, İsrail içindeki protestolarla birlikte, en dolaysız biçimiyle İsrail üzerinde bir baskı oluşturuyor ve onu özellikle bir ateşkes/barış anlaşması doğrultusunda zorluyor. İsrail Haniye’nin öldürülmesini de içeren son saldırılarıyla, kendi üzerine yeni karşı saldırıları kışkırtarak savaşı harlamış oldu. Üstelik bunu barış/ateşkes görüşmelerini Hamas adına yürüten baş temsilcisini öldürmek suretiyle yaptı. Mesaj daha açık olamazdı. Böylece yükselen barış ve ateşkes baskısını da kritik bir evrede gündemden düşürmeyi başardı. İsrail’in bir barış ya da hatta ateşkesi hiçbir surette istemediğini daha önceki tahlillerimizde dile getirmiştik.
“Son haftalarda ateşkes için görüşmeler çeşitli merkezlerde (özellikle Kahire) yoğun bir şekilde yürütülüyor. Dünya halklarının tepkileri ve basıncı altında bir şey yapıyor görünmek isteyen devletler İsrail’i bir nebze dizginlemeye çalışıyorlar. En azından Ramazan ayında sürecek göz boyayıcı bir ateşkes olması için bastırıyorlar. Ancak tüm bu «çaba» özde bir oyalamacadan ibaret. İsrail bilinçli biçimde kabul edilemez talepler dayattığı için bir anlaşmaya varılamıyor. İsrail’in derdi dayattığı taleplerin karşılanması değil, aksine karşılanmayıp sürecin tıkanması ya da sürüncemeye girmesi. Böylece Siyonist savaş makinesi Gazze’yi, Batı Şeria’yı biçip yerle bir etmeyi ve Suriye, Lübnan gibi civar ülkeleri sindirme kampanyasını sürdürsün.” (age)
İsrail amacına ancak savaşı genişleterek ulaşmayı hedeflemektedir. ABD dolaysız işbirliği içinde sahip olduğu yüksek askeri-teknolojik-istihbari olanaklarla, Haniye’yi başka herhangi bir yerde değil, Tahran’ın göbeğinde hedef almıştır. Haniye’nin çok uzun yıllardır hedef tahtasında olduğu ve 7 Ekim öncesinde Türkiye’de çok zaman geçirdiği, sonrasında ise Katar’da yaşadığı biliniyor. Ancak suikast saldırısı bilinçli olarak Tahran’da ve yeni başkan seçilen Pezeşkiyan’ın göreve başlama töreninin hemen sonrasında gerçekleştirilmiştir. Bununla sadece Hamas’ın değil doğrudan doğruya İran’ın da hedef alındığı şüphesizdir. İsrail, İran’ın doğrudan kendisine saldırmasını ve böylelikle ABD’nin İran’a doğrudan savaş başlatmasını kaçınılmaz hale getirmeye çalışmaktadır. İran üzerinden onu destekleyen Rusya ve Çin’in de dolaylı olarak hedef alındığını görmek zor değildir. Dahası İran’ın hamiliğini yaptığı “Direniş Ekseni” güçlerine de İran’ın zaafları ifşa edilerek hamilerine fazla güvenmemeleri gerektiği mesajı verilmiştir.
Burada bir noktayı vurgulamakta fayda var. Hatırlanacağı üzere Haniye suikastının hemen öncesinde Hamas ve El Fetih başta olmak üzere Filistinli belli başlı tüm örgütler, Çin’de bir araya gelerek ve Çin’in hamiliğinde, aralarında yeni bir mutabakata vardıklarını ve ateşkes iradelerini ilan etmişlerdi. Bu hamleyle Çin de sahneye ilk kez bu denli açıktan girmiş ve böylesi yeni bir inisiyatifle İsrail üzerindeki ateşkes baskısını daha da arttırmıştı. Ancak yaklaşık aynı günlerde Netanyahu da okyanusun öbür ucunda ABD Kongresinde savaş naraları attığı konuşmasını yapıyordu. Aynı anda Filistinlilerin Çin’e ve Netanyahu’nun ABD’ye gitmesi, aslında dünyamız üzerindeki kamplaşmanın çizgilerini göstermesi açısından sembolik bir tablo sunuyor. Ama daha çarpıcı olan, tabii Netanyahu ABD’den döner dönmez İsrail’in yaptığı Beyrut ve Tahran saldırıları oldu. ABD emperyalizminden bağımsız olduğu düşünülemeyecek olan Haniye suikastıyla İsrail, Çin emperyalizminin çiçeği burnunda hamilik hamlesini de küçük düşürücü bir tokatla cevaplamış oldu.
İran’a dair
İran’a yapılan Haniye saldırısının ardından elbette en çok gündem edilen konu İran’ın bir yanıt verip vermeyeceği, verecekse nasıl vereceği oldu. Sonuç olarak yüzeyden bakıldığında 7 Ekimde Hamas saldırısıyla yuvarlanmaya başlayan yeni alev topu önce Gazze’de soykırıma varan yıkım saldırılarını tetikledi, ilerleyen hafta ve aylarda İsrail’in Lübnan’a ve Suriye’ye saldırılarını, cevaben Lübnan’da Hizbullah’tan karşı saldırıları, Yemen’deki Husi güçlerinin saldırılarını ve onlara yönelik hem ABD’nin hem de İsrail’in karşı saldırılarını içererek büyüdü. Ve son olarak birkaç saat arayla hem Beyrut hem Tahran’da direniş cephesinin çok önemli isimleri suikastla yok edildi. Şimdiye kadar saldırıya uğrayan Gazze-Hamas, Hizbullah-Lübnan, Suriye, Husi-Yemen gibi adresler ile İran arasında bir nitelik farkı olduğu açıktır. İsrail savaşı daha da körüklemek için gözünü budaktan sakınmayacağını göstererek İran’a açıkça meydan okumuştur.
İran’ın ne yapıp yapmayacağına dair fal açamasak da bölgede yürüyen kapışmada tuttuğu yerin onun ne tür üstünlük ve zaaflarıyla biçimlendiğine göz atabiliriz. İran’ın bölgede göreli olarak etkili önemli bir bölgesel güç olduğu biliniyor. Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Yemen’de bir nüfuzunun olduğu açık. Bu nüfuzu sayesinde onun bölgedeki hemen tüm temel süreçlerde göz ardı edilemeyeceğinin herkes farkında. Zaten İsrail’in esas olarak hep İran’ı hedef tahtasına koymasının ve artan ölçüde ona saldırmasının sebebi de bu. İran düşer ya da belirleyici ölçüde geriletilirse, onun hamiliğini yaptığı güçlerin de büyük bir dayanaktan yoksun kalacaklarını görmek zor değildir. Netanyahu da ABD Kongresinde yaptığı utanç konuşmasında asıl olarak İran’ı hedef göstermiş, “biz ortak düşmanımıza karşı savaşıyoruz, sizin için de savaşıyoruz” demiştir. Daha önceki yıllarda birçok kez olduğu üzere, İsrail ABD’nin İran’la nükleer teknoloji konusunda uzlaşmaya varmasını istememiş ve her seferinde bunu sabote edecek eylemlere girişmiştir.
İran’ın bölgede göreli de olsa etkili bir güç olmasının altında yatan birkaç etmen var. Birinci ve en önemli dayanak, yanında Rusya ve Çin gibi büyük emperyalist güçlerin varlığıdır. Emperyalist hegemonya mücadelesinin 2000’li yıllardan bu yana yürüyen yeni perdesinde Ortadoğu’da ABD ve Avrupa emperyalizmlerinin etkisini kırmak ya da en azından sınırlamak isteyen bu güçler için bölgenin en büyük ve imparatorluk köklerine sahip ülkesi olan İran adeta “doğal” müttefik konumundadır. Nitekim İran’daki rejimin ideolojik temelleriyle zıt olmalarına, kendi ulusal sınırları içinde İran’ın doğal müttefiki ve potansiyel nüfuz alanları olarak Müslüman toplumlar barındırmalarına, bu toplumların ayrılıkçı politik hareketleri olmasına rağmen, oldukça sorunsuz bir ittifak kurulabilmiştir. Nitekim Haniye suikastından sonra Rusya’dan İran’a silah taşımada kullanılan bir uçağın gitmesi, ayrıca ulusal güvenlik direktörü Şoygu’nun Tahran’a gitmesi dikkat çekmiştir.
İkinci nokta İran’ın özgül mezhepsel etkisidir. Bölgenin farklı ülkelerindeki Şii toplumların büyük bölümü için İran doğal bir sempati ve çekim odağı olmuştur. Kendilerini “Direniş Ekseni” olarak adlandıran güçlerin önemli bölümü mezhepsel ortaklık/yakınlık taşımaktadırlar. Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Ensarullah (Husiler), Irak’taki çeşitli Şii oluşumlar, Sünni İslam yorumlarının dışında kalan Nusayrilik gibi mezhepsel eğilimlerin damgasını taşıyan Suriye’deki rejim gibi güçleri ilk ağızda saymak mümkün. Ancak Hamas örneğinde olduğu üzere Sünniliğe dayansa bile bölgede Arap devletlerinden yeterli desteği göremeyen, hatta dışlanma yaşayan yapılar da İran’ın kapısını çalabilmekte ve aynı eksene girebilmektedirler. Üçüncü nokta da İran’ın köklü devlet ve imparatorluk geleneklerinin yarattığı politik miras olarak saptanabilir. Bunun etkili bir siyasi, diplomatik birikim ve devlet gelenekleri yarattığı biliniyor. Son dönemlerde güçlü bir etmen olmaktan çıkmış sayılabilecek bir diğer nokta da hiç kuşkusuz İran’ın büyük petrol rezervlerine sahip bir ülke olmasıdır. Yakın dönemlere kadar petrol gelirleri İran için büyük bir zenginlik kaynağı olarak rol oynadı. Ama ABD ambargolarının artan boğucu etkisiyle bu kaynağın getirisi hayli sınırlanmıştır.
Ancak tüm bu sayılan güç unsurlarına rağmen İran’ın giderek büyüyen zayıf yönleri bulunmaktadır. Zaafları ve sıkışmışlığı Haniye suikastı vesilesiyle şimdiye kadar olmadığı açıklıkla ortaya serilmiştir. Son yıllarda başka hadiselerde de İsrail’in İran’ı açıktan hedef alan kritik saldırıları karşısında İran çaresiz kalmış ve yapabildiği en uç şey karşılıklı göz yummaya ya da anlaşmaya dayalı etkisiz, göstermelik füze saldırısı olmuştu. Haniye suikastı karşısında da İran’ın, tüm intikam söylemine rağmen, etkili bir karşılık vereceği şüpheli görünmektedir. Doğrusu söylemde bile bunun ipuçları kendisini göstermektedir. İranlı yetkililer intikam ve İsrail’i cezalandırma yolunda sözlerine ek olarak çoğu durumda bölgede gerilimi tırmandırmayı istemediklerini de söylüyorlar. Dahası benzer şekilde örneğin Rusya da bir yandan Tahran’a yapılan saldırıyı sert sözlerle kınarken diğer yandan gerilimi tırmandırmaktan kaçınmak gerektiği mealinde açıklamalar yapmaktadır.
Savaş ve Filistin sorunu
İran’ın şu aşamada doğrudan doğruya İsrail’le savaşa tutuşması için koşullar uygun görünmemektedir. Bu doğrudan doğruya ABD ve Avrupa emperyalizmleriyle savaşa tutuşmak anlamına gelecektir. Ne İran’ın herhangi bir büyük savaş kampanyasına kalkışacak kaynakları vardır ne de böylesi bir girişim halinde Rusya ve Çin İran’ın yanında var güçleriyle sahaya girmeyi tercih edeceklerdir. Yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşının ana tarafları birbirleriyle doğrudan savaşa tutuşmaktan kaçınıyorlar. Ama bu genel olarak savaşı harlamaktan geri durdukları anlamına gelmiyor. Emperyalist güçler savaşı daha ziyade dolaylı yollardan yürütüyorlar, nüfuz alanları üzerinde bölge bölge mevzi savaşları veriyorlar. Ancak hangi yollarla yürütülürse yürütülsün, hangi inişler çıkışlar yaşanırsa yaşansın, genel eğrisi itibariyle savaş genişliyor, şiddetleniyor, sonuçları ağırlaşıyor. Politik tercihlerin ya da liderlerin seçimlerinin değil nesnel süreçlerin ürünü olan emperyalist savaş bir bakıma kendi demirden mantığını izliyor. Bu savaşı ya da onun sürüp gitmesini liderliklerin, iktidarların tercihleriymiş gibi görenler, yıllar içinde, örneğin iktidar değişimleriyle sürecin son bulacağı ya da gidişatın değişeceği umudunu yaydılar. Ama onca hükümet, parti ve lider değişimine rağmen savaşın büyüyüp yayılması gerçeği değişmedi.
Yeri gelmişken belirtelim ki, İsrail’in savaş yangınını büyütme yolundaki pervasızlığı ABD’nin desteği olmaksızın mümkün değildir. ABD egemen sınıfının İsrail’in kimi yaptıklarını benimsemediği, İsrail’in ABD’yi birçok şeye mecbur bıraktığı, onu peşinden sürüklediği yollu argümanlar sonucu değiştirmemektedir. Son tahlilde ABD egemen sınıfı, ki önemli bir fraksiyonu doğrudan ve derin biçimde İsrail ile bağlantılıdır, İsrail’e daima destek olmaktadır. Yeryüzünde hiçbir ülke ABD egemen sınıfı için İsrail denli vazgeçilmez değildir. Çeşitli konularda ve konjonktürlerde içte kimi farklılıklar doğsa da İsrail’e sırt dönmek asla söz konusu değildir. Neticede olup olabilen, kimi yardımların, desteklerin seviyesinin değişmesi, kimi adımların zamanlamasının değişmesidir, o kadar.
Filistin sorunu, daha önce de dikkat çektiğimiz gibi, emperyalist hegemonya mücadelesi ve Üçüncü Dünya Savaşının konusu haline gelmiştir. Ona sadece bir ulusal sorun ve bu çerçevede bir ulusal kurtuluş mücadelesi sorunu olarak bakılamaz. 7 Ekimdeki “Aksa Tufanı” saldırısı da salt Filistin ulusal sorunu bağlamında cereyan etmemiş, bölgede İsrail ve işbirlikçi Arap devletleri arasında gelişen ve en belirgin ifadesini İbrahim Anlaşmalarında bulan İran ve Filistin karşıtı yeni uzlaşma statükosunu berhava etme hedefini de gütmüştü. “Aksa Tufanı”nın bunda şu aşamada başarılı olduğu görülmektedir. Ancak “Tufan” Gazze’de bir soykırımın ve Haniye’nin İran’ın ta kalbinde vurulmasının da yolunu açmıştır. Sonuç olarak savaş yeni düzeye yükselmiş, Ortadoğu’da taşlar yerinden oynamıştır. Bu hercümerç içinde, birbiriyle kapışmakta olan emperyalist güçler ve bölge güçleri Filistin davasını da kullanmaya çalışıyorlar. Filistin sorunu bağlamındaki gelişmeleri bu temel unsuru ve Filistinli çürümüş burjuva yapıların rollerini göz ardı ederek ele almak mümkün değildir. Çeşitli yazılarımızda üzerinde durduğumuz gibi bu “burjuva önderlikler için söylenecek çok şey vardır. Bunların en başında da, bu önderliklerin milyonlarca Filistinli emekçinin değil Filistin’in egemen sınıflarının çıkarları temelinde hareket ettikleri gelmektedir. Hatta İsrail’in eleğe çevirip küçülttüğü Filistin toprakları burjuva önderliklerin çıkar çatışmaları temelinde de bölünmüş durumdadır. Uzun süredir El Fetih Batı Şeria’yı, Hamas ise Gazze’yi parselleyip egemenlik süren bir konuma sahiptirler. Üstelik her iki örgüt de çoktan yozlaşmış ve küresel ve bölgesel güçlerle tümüyle içli dışlı çıkar odakları haline gelmiş yapılardır. El Fetih’in Filistin davasını satan uzlaşmacı bir konuma düşmesi, daha radikal, daha uzlaşmasız görünen Hamas’ın elini güçlendirdiyse de onun da encamı kısa sürede ortaya çıkmıştır. İhvan geleneğinin parçası olan Hamas, Filistin ulusal kurtuluş hareketinin ilerlediği sol çizgiyi baltalamak için kurulmuş ve bu rolünü ustalıkla oynamıştır. Üstelik Filistinli emekçileri şeriatçı, gerici ideolojisiyle zehirleyerek onları İsrailli emekçilere de düşman etmeye çalışmıştır.” (MT, Emperyalist Savaş Kıskacında Filistin Halkı, 12 Ekim 2023)
Bu çerçevede bakıldığında söz gelimi Haniye’yi şehit ilan eden başta Türkiye’deki faşist rejim olmak üzere çeşitli Arap ve İslam devletlerinin tavrına ortak olmak düşünülemez. Ne yazık ki Türkiye’de ve dünyada sosyalistler arasında bile benzer söyleme ve Haniye’nin bu şekilde değerlendirilmesine rastlıyoruz. Gelinen noktada Filistinli emekçilere ne bölge burjuvazilerinin ne emperyalist güçlerin ne de Filistinli çürümüş burjuva yapıların hayrı olabilir. En büyük emperyalist ülkelerde aylardır süren protesto ve eylemler olsun, yine çeşitli ülkelerdeki işçilerin İsrail’e sevkiyatları engelleme amacıyla yaptıkları grev ve blokajlar olsun umut vericidir. Büyütülmesi gereken tam da bu enternasyonalist dinamiktir.
link: Levent Toprak, Savaş Ateşine Yeni Odunlar, 17 Ağustos 2024, https://marksist.net/node/8335
Kohei Saito: İdeolojik Manipülasyon Süvarilerinden Biri Daha
Korkak ve Zalim Muktedirlerin Korkak ve Zalim Koruyucuları