Yeni yıl, kapitalist sistemin tarihsel krizinin doğurduğu yıkımın daha da ağırlaşacağı yönündeki değerlendirmelerimizi teyit eden gelişmelerle açıldı. Suriye ve Yemen somutunda Ortadoğu’da devam eden emperyalist paylaşım savaşı, Libya’da savaşın kızışması, Doğu Akdeniz’de gerilimin daha da artması ve İran’ın en üst düzey komutanlarından Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesiyle yeni bir düzeye yükselmiştir. Süleymani’nin öldürülmesi, ABD’nin İran’ı kışkırtmaya dönük girişimlerinin sonuncusudur.
Bu suikastın zamanlaması ve nedenlerine dair türlü yorumlara şahit oluyoruz. Trump’ın iç politikada elini güçlendirmek istemesi, ABD’deki Evanjelistlerin, İsrail’in ve Suudilerin Trump yönetimini İran’a karşı kışkırtması gibi faktörler geçerli olsa da, sanki ortada zaten yürüyen bir savaş yokmuş, zaten ABD nicedir İran’ı köşeye sıkıştırıp kışkırtmaya çalışmıyormuş gibi yapılan tek boyutlu yorumlar meseleyi açıklayamazlar. Esas görülmesi gereken, emperyalist bir paylaşım savaşının yaşanmakta olduğu ve Amerikan emperyalizminin bu savaşı yeni cephelere yayma arzusu taşımasıdır. Suriye’de iç savaş başladığında, bunun aslında İran’la savaşa giden yolda atılmış bir adım olduğunun altını çizmiştik. O günden bu yana ABD (ve Suudi Arabistan, İsrail gibi müttefikleri) ile İran arasında Yemen ve Suriye alanlarında gayriresmi bir savaş yaşanmaktadır.
ABD’nin İranlı komutan Süleymani ve ekibine karşı gerçekleştirdiği suikast, savaşın odağına İran’ı koyma doğrultusunda atılmış bir adımdır. Önceki Amerikan yönetimi (Obama dönemi), savaşı ya da askeri gerginlikleri diğer paylaşım alanlarına, en başta da doğu ve güneydoğu Asya’ya yaymak doğrultusunda adımlar atmıştı. Trump yönetimi, bir taraftan, ilan ettiği “ticaret savaşı”yla bu yönelişi aslında kuvvetlendirirken, bir taraftan da Ortadoğu’daki savaşta İran’a dönük gerginliği arttırıcı adımlar atma yolunu tuttu. Trump daha iktidar koltuğuna oturur oturmaz, İran’la bir önceki dönemde yapılan nükleer anlaşmayı tek taraflı olarak feshetmişti. Ardından Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak resmen tanınması ve ABD elçiliğinin Kudüs’e taşınması adımı gelmiş, bunu, İsrail işgali altındaki Golan tepelerinin İsrail toprağı olarak tanınması adımı izlemişti. İran’a dönük ambargolar bu süreçte alabildiğine sıkılaştırıldı. İran Devrim Muhafızları ordusu ABD tarafından “terörist örgütler listesi”ne alındı. Son olarak da Süleymani suikastı geldi. ABD’nin öldürdüğü Süleymani, bu ordunun en üst komutanı, İran dini liderinin sağ kolu, İran’ın bölgedeki yayılmacı adımlarının askeri ve siyasi koordinatörü idi. Irak’ta devletin resmi kolluk gücü durumundaki Haşdi Şabi’nin kurucusu olmasının yanı sıra, Suriye ve Yemen’deki İran yanlısı grup ve milislerin organizatörü, Hizbullah’ın İran’daki molla rejimiyle doğrudan bağlantı noktası olan bir insandan bahsediyoruz. Önceki kışkırtmaları bir biçimde sineye çeken İran’ın bu saldırıya karşılık vermemesi mümkün değildi. Nitekim üç günlük yasın ardından Irak’ta ABD askerlerinin konuşlandığı iki üs İran tarafından bombalandı.
Ortadoğu’daki emperyalist savaşta İran’la ABD dolaylı olarak savaştaydılar, ama bu yaşananlar süreçte önemli bir olgunlaşma noktasına işaret ediyor. ABD’nin bu suikastın nasıl sonuçlar doğuracağını hesaplamadan ve sonuçlarını göze almadan Süleymani’yi öldürdüğünü düşünmek fazlasıyla naiflik olur. Ortadoğu savaşında İran’ın kazandığı mevzileri zayıflatarak ona geri adım attırmak isteyen ABD, İran’ı ya daha açıktan yürüyen bir savaşı göze almaya ya da Ortadoğu’daki nüfuzuna darbeler indirilmesini kabullenerek ABD’nin isteklerine razı gelmeye zorluyor. İran’ın böylesine açıktan bir savaşı istemediği bilinen bir gerçek, diğer taraftan ABD’nin isteklerine boyun eğildiği şeklinde bir izlenim oluşması da, molla rejiminin bekası açısından kabul edebileceği bir durum değildir. İç kamuoyunu rahatlatarak kendi itibarını kurtaracak ama ABD’yi de daha fazla saldırganlaştırmayacak bir çözüm mollalar açısından ideal çözüm olurdu. Bu çıkmazdan kurtulabilmek için yılların diplomatik deneyimlerine sahip Fars bürokrasisi nasıl bir ara çözüm bulacak hep birlikte göreceğiz. Amerikan emperyalizminin molla rejimi üzerindeki basıncı daha da arttıracağı ise kesindir. Her halükârda açık olan bir şey var ki o da, yaşanan gelişmelerin, iki burjuva devlet arasında doğrudan ve açıktan bir savaş ihtimalini düne nazaran arttırmış olmasıdır. Gerilimi kontrollü bir şekilde yükseltme yolunda bir adım daha atılmış, bir başka deyişle, kontrolden çıkma noktasına bir adım daha yaklaşılmıştır!
ABD güçlerinin Suriye’den “çekilmesi” lafları tedavüle sokulduğunda, biz, bunu olmuş bitmiş gibi gösteren yorumlara karşı, aslında savaşın daha da kızıştırılmasının ve yeni cepheler açılmasının hazırlıklarının yapıldığını söylemiştik. Yaşanan son gelişmeler, yeni cephenin İran hedefli olacağını bir nebze daha netleştirmiştir. Irak Meclisinin yabancı askeri güçlerin ülkeyi terk etmesine dönük karar alması, bu kararın Irak hükümeti tarafından resmen ABD’ye iletilmesi ve ardından Pentagon’un “çekilmeye niyetimiz yok” açıklaması, ABD-İran çatışmasının alanlarından biri olan Irak’ı daha da kara günlerin beklediğini gösteriyor. Yaşananlarla bağlantılı olarak Irak’ta, hele de Kürtlerin durumuyla ilgili olarak, ortaya çıkabilecek yeni gelişmeler, Suriye’deki savaşın gidişatında da etkili olacağı gibi, ABD ile TC devleti arasında da yeni ve çok büyük bir kriz anlamına gelebilir.
Ortadoğu savaşında yaşadığı sıkışmışlıktan ötürü Rusya’yla flört eden Erdoğan iktidarını daha da zor bir dönem bekliyor. ABD’nin Süleymani hamlesi, TC egemenlerini bir kez daha açığa düşürmüştür. Erdoğan hükümeti bir açıklama yapabilmek için 10 saat beklemek ve gidişatı koklamak zorunda kalmıştır. Bir tarafta İran, “hadi bizimle ABD’ye karşı hareket et de ne kadar anti-Amerikancı olduğunu görelim” yönünde baskı yapıyor. Öte tarafta, Suriye savaşında Kürt hareketinin önünü kesmek için Rusya ve İran’la işbirliği yapan Erdoğan üzerinde ABD’nin “İran’a karşı tavır al” baskısı daha da artacaktır. Bugüne kadar, gerek Türkiye ve Suriye’deki Kürtlerin siyasal bir statü kazanmaması gerekse de Irak Kürdistanı’nın bağımsızlık ilan etmemesi için TC egemenleri hem İran’la hem de Bağdat hükümetiyle işbirliği yaptılar. Ne var ki, TC egemenleriyle İran egemenleri Kürtlerin “anasını görmemesi” için rahatlıkla ortak davranırken, aralarındaki ihtilaflar da bu ortaklığın altını sürekli olarak oymaktadır. İran ve Türkiye egemenleri, Ortadoğu üzerinde hak iddia eden bölgesel kapitalist güçler olarak birbirlerinin tarihsel rakipleridirler. Dahası, Erdoğan iktidarıyla birlikte bu ihtilafa Şii-Sünni ihtilafı da güçlü bir şekilde eklenmiş durumdadır. Öyle ki, Süleymani’nin öldürülmesinden sonra, AKP ideologları ve yandaş kalemşorları, beyinlerinin derinlerindeki Şii düşmanlığını açık ederek sevince boğulmuşlardır. Bu durum onların dış politikadaki çapsızlığının en somut ifadesidir aslında. Mezhepçi bakış açısıyla o denli körleşebiliyorlar ki, ABD’nin böyle bir hamlesinin “kutsal devlet”lerini nasıl bir durumda bırakabileceğini bile hesaplayamıyorlar.
Her ne kadar Rusya’nın dâhil olmasıyla Suriye’deki savaşın gidişatının tersine dönmesi İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzunu güçlendirmişse de son zamanlarda rüzgâr İran için tersten esmeye başlamıştı. ABD’nin sıkılaştırdığı ambargo ve ekonomik yaptırımlar İran ekonomisini ciddi ölçüde boğmaktadır. IMF tahminlerine göre İran ekonomisi 2018’de %4,7 küçülmüş, 2019’da küçülme %9,5’e ulaşmıştır. İran, yaptırımlardan önce günlük 4 milyon varile yakın petrol üretirken, yaptırımlardan sonra bu miktar neredeyse yarıya inmiştir. Türkiye gibi ülkelere tanınan muafiyet süresinin de dolmasının ardından, resmi rakamlar günlük petrol ihracatının 500 bin varilin de altına düştüğünü gösteriyor. Son yıllarda düşen petrol fiyatları bu darbeyi daha da ezici hale getiriyor. Yaşanan ekonomik sıkıntıları zamlarla ve reel ücretleri düşürerek aşmaya çalışan İranlı egemenler son yıllarda sıklığı ve şiddeti giderek artan emekçi isyanlarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Daha birkaç hafta öncesinde yaşanan isyan dalgasında, tepkiler, resmi devlet kurumlarının, bankaların ve karakolların ateşe verilmesi noktasına kadar varmıştı. İsyan eden emekçi kitleler kaynakların Suriye ve Yemen’deki savaş için değil, ekonomik sıkıntılarının giderilmesi için harcanmasını talep edip, İran’ın yayılmacı dış politikasını eleştirmekteydiler.
İçeride olduğu gibi dışarıda da İran’ın mezhepçi politikaları ve yayılmacı hevesleri giderek artan bir tepki toplamaktadır. İran’ın en güçlü nüfuza sahip olduğu ülkelerden olan Irak ve Lübnan’da halen devam eden emekçi isyan dalgasında da benzer tepkilere rastlıyoruz. Her iki ülkede de emekçiler, mezhepsel ayrımlardan bıkmışlıklarını tüm toplum kesimlerini kapsayan ortak eylemliliklerle ortaya koyuyorlar. Yine her iki ülkede de bu ayrılıkların baş sorumlularından biri olarak İranlı egemenler hedef tahtasına oturtulmuş durumdadır. Rüzgârın tersine dönmekte olduğunu gören İranlı egemenler, yakın zaman öncesinde, Lübnan’da Hizbullah aracılığıyla, Irak’ta da Haşdi Şabi aracılığıyla kitle gösterilerine karşı saldırılarda bulunmaya başlamışlardı. Irak’ta Şii emekçilerin tepkisini manipüle edip hedef saptırmak için mezhep ayrımcılığını kışkırtan girişimlerde bulunulmuş ve bu arada aynı amaçla ABD askerlerine dönük saldırılar da aynı süreç içerisinde canlandırılmıştı. Yeri gelmişken hatırlatalım ki, önceki benzer örneklerde olduğu gibi bu son İran devlet operasyonlarında da Süleymani başroldeydi! Irak Kürdistanı’nda yapılan bağımsızlık referandumunun askeri tehditlerle boşa çıkartılması ve Kürt güçlerinin Kerkük’ten silah zoruyla çıkartılmasında da, İran Kürdistanı’nda yaşanan zulüm ve katliamlarda da, İran’daki protesto gösterilerinin kana boğulmasında da Devrim Muhafızları ve onun komutanı olan Süleymani hep en öndeydi.
Bu noktada, ABD’yle artan gerilimlerin, kısa vadede, İran egemenlerinin işine geleceğini de saptamamız gerekiyor. Molla rejimi, Süleymani’den bir kahraman yaratarak ve ABD’ye karşı milliyetçiliği alabildiğine kışkırtarak rejimi güçlendirmeye çalışmaya girişmiştir bile. Gerilimler arttıkça Şii milliyetçiliği ve ABD karşıtlığı mollalar aracılığıyla daha da körüklenecektir. Bunun sonucunda Irak ve Lübnan’daki emekçi isyan dalgasının zayıflaması, yükselen milliyetçilik zehrinin İran’daki muhalefet üzerinde de boğucu bir etki yaratması hedeflenmektedir. Yine unutmamak gerekiyor ki, kısa vadede egemenlere zaman kazandırıp manevra alanını genişletse de, milliyetçilik zehri kapitalizmin yarattığı çelişkileri ilânihaye ortadan kaldırmaya yetemez. Bastırılan toplumsal çelişkiler eninde sonunda tekrar su yüzüne çıkarlar. 1979’da mollaların iktidarı zaptetmesinin ardından ABD’yle yaşanmaya başlayan gerginlikte ve takiben İran-Irak savaşı sırasında milliyetçilik rejimin elindeki en büyük kozdu. Ama ne denli yanılsamalı olsa da geniş kitleleri o dönemde saran “devrim coşkusu”ndan bugün geriye pek bir şey kalmamıştır. 40 yıllık totaliter diktatörlük lime lime dökülmektedir ve kitlelerdeki bıkkınlık had safhadadır. İnsanların dini duygularının tepe tepe kullanılması, dini söylemlere karşı da tepkinin yayılmasını beraberinde getirmektedir.
Bir kez daha: Dünya savaşı ve anti-emperyalizm üzerine
Süleymani’nin öldürülmesi ve takip eden gelişmeler, gerek burjuva basında gerekse de sol hareket içerisinde, yeni bir dünya savaşının patlak verip vermeyeceği tartışmasını tekrar gündeme taşımış bulunuyor. Burjuva yorumcuları bir tarafa bırakalım; aslında birçok sosyalist de tıpkı onlar gibi biçimci ve kalıpçı yaklaşımlar sergileyebilmektedir. Dahası bu tarz yanlış yaklaşımlar bir de yanlış emperyalizm (ve anti-emperyalist mücadele) kavrayışıyla birleşerek son derece hatalı yorumları beraberinde getiriyor. Bu tür yorumlar, Türkiye Ortadoğu’daki savaşın doğrudan bir parçası haline geldiği ve ülkeyi yönetenler ABD’yle gerilimler yaşadığı için daha da tehlikeli hale geliyor.
Biz, milenyum dönemeciyle birlikte kapitalizmin tarihsel bir sistem krizi dönemine girdiğini, bu tarihsel krizin yalnızca derin bir ekonomik krizden ibaret olmadığını, tüm sistemi derinden sarsan ve etkileri her alanda (iktisadi, siyasi, toplumsal, askeri, ekolojik, kültürel vb.) görülen çok boyutlu bir kriz olduğunu söylüyoruz. Bu kriz, SSCB’nin çöküşünün ardından Balkanlar, Irak ve Kafkasya’da yaşanan savaşlarla da somutlanan emperyalistler arası hegemonya kavgasını alabildiğine körükleyerek, onu yeni biçimlerle yürütülen yeni bir emperyalist paylaşım savaşı düzeyine yükseltmiştir. Diğer faktörlerin yanı sıra askeri teknolojinin gelişimine de bağlı olarak savaşın yürütülme tarzının farklı oluşu, birçoklarının yürümekte olan savaşın aslında üçüncü dünya savaşı mahiyetinde olduğu gerçeğini görmesine engel oluşturuyor: “Savaş araçlarının ve savaş tekniklerinin tarihin ilerleyişi içinde değiştiği bilinen bir gerçektir. O nedenle, yeni bir dünya savaşının birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının bir kopyası gibi cereyan etmeyeceği açıktır. Bu nokta da son derece önemlidir. Bu konuda yanılgıya düşen veya gerçeği kasıtlı olarak saptıran taraflar, gözlerinin önünde cereyan eden ve yayılma eğilimi sergileyen savaş cehennemine gelip geçici bir olgu olarak bakmaktadırlar.”[*] Gerçekliğin özü doğru kavranmadığından yaşanan gelişmeleri doğru değerlendirmeleri ve bunlardan doğru politik sonuçlar ve yönelimler çıkarmaları da mümkün olmuyor.
Bilhassa Amerikan emperyalizminin adımlarını değerlendirme sorununda durum budur. Onun taktik adımları, kâh “ABD’nin batağa saplanması” olarak, kâh “ABD’nin aslında yenildiğinin açığa çıkması” olarak, kâh “geri çekilmeye başladığı” şeklinde değerlendirilirken, bir başka gelişmeyle birlikte “saldırganlığının artması” olarak da ele alınabiliyor. Dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü olmasının yanı sıra dünya gericiliğinin kalesi durumunda olmasından ötürü Amerikan emperyalizmine karşı duyulan haklı nefret, gelişmelerin gerçekler temelinde değil de, dilek ve temenniler temelinde ele alınmasına zemin hazırlıyor.
Bu tarz değerlendirmelere karşı yıllardır, yürüyen savaşın, daha öncekilerden farklı tarzda yürütülse de emperyalist bir dünya savaşı olduğuna, farklı paylaşım bölgelerinde önce yıkımlarla işe koyularak halka halka diğerlerine yayıldığına ve sürecin bu doğrultuda daha da ilerleyeceğine işaret ediyoruz. Paylaşım alanlarında gerçekte savaşan büyük emperyalist güçler ve bölge güçleridir; ancak bunların resmi bir savaş ilanı temelinde doğrudan karşı karşıya gelmemesi, savaşın şeklen devletler arasında değil, devletler ile aslında başka devletlerin arkaladığı çeşitli askeri örgütler arasında yürütülmesi kafaları karıştırıyor. Savaşın bu yürütülme biçiminin böyle devam edip etmeyeceği ayrı bir tartışma konusudur. Kuşkusuz, eğer başka çareleri kalmaz ve gözlerini hepten karartırlarsa, savaş, geçmişte olduğu gibi irili ufaklı kapitalist güçlerin resmi bir savaş ilanı temelinde doğrudan karşı karşıya gelmesi noktasına varabilir; ancak yürüyen savaşın emperyalist niteliğini ve dünya çapında üçüncü paylaşım savaşının çoktan başladığı gerçeğini görmek için işin bu noktaya gelmesine hiç de gerek yoktur.
Yürüyen savaşın emperyalist niteliği doğru kavranmadığında, savaşın açık ya da örtük taraflarının doğru bir şekilde saptanması da mümkün olmuyor. Sosyalist hareketin geniş kesimleri, bırakalım diğerlerini, Rusya’nın dahi bu savaşta emperyalist bir kutup olarak var olduğunu kabullenmiyor. Sorun savaşı kimin başlattığına, kimin saldırıp kimin savunma pozisyonunda olduğuna indirgenebiliyor. Oysa Lenin, 100 yıl önce bu tür mülahazaların toptan yanlış olduğunu, emperyalist bir paylaşım savaşında, irili ufaklı tüm kapitalist güçlerin bu savaşa kendi burjuva çıkarları için gireceğini ve dolayısıyla ister ilk saldıran olsun ister olmasın, hepsinin de haksız konumda olacağını döne döne vurgulamıştı. Mesele İran olduğunda değerlendirmeler daha da vahim hale gelebiliyor. Bir bölgesel kapitalist güç olarak İran’ın bugün yürüyen savaşa kendi nüfuzunu büyütme amacıyla katıldığı gerçeği tümüyle görmezden gelinerek, onun ABD’ye karşı “mücadelesinin haklı ve meşru olduğu” söylenebiliyor! Daha da ileri gidilip İran’ın ABD’yle kendi kapitalist çıkarları temelinde giriştiği mücadele, anti-emperyalist bir mücadele olarak görülebiliyor.
Bu tür değerlendirmeler, savaşın doğasını ve hangi politikaların devamı olduğunu göz önüne almayıp, güçlüye karşı güçsüzü, büyüğe karşı küçüğü, emperyalist olana karşı henüz o düzeye ulaşamamış olanı desteklemek gerektiği görüşüne dayanırlar. Bu küçük-burjuva zihniyet, o “küçük”ün de kapitalist bir ülke olduğunu, o ülkenin devletinin de burjuvazinin çıkarlarını temel alan ve emekçiler üzerinde diktatörlük anlamına gelen bir aygıt olduğunu, o aygıtın ordusunun da her şeyden önce kendi halkına karşı kullanılmak üzere tasarlanmış bir iç savaş kurumu olduğunu unutturmaya çalışır. Her kapitalist ülkenin her şeyden önce kendi içinde uzlaşmaz sınıfsal çelişkilerle yüklü olduğu gerçeği bir kez unutulursa, o zaman sınıf işbirlikçi tutumlara kapılar ardına kadar açılmış olur. Hiçbir kapitalist devlet, tüm vatandaşlarının ortak çıkarlarının temsilcisi değildir. Ülke isimleri aslında bir soyutlamadır ve ancak bir devlette ve dolayısıyla belli bir egemen sınıfta somutlanırlar. Bu nedenle günlük konuşmada rahatlıkla ülke isimlerini kullansak da, savaşa ve savaşta yer alan ülkelere ilişkin tutum belirlerken, kimin dost kimin düşman olduğunu saptarken bu soyut ülke isimlerini kullanmak son derece tehlikelidir. Bu anlamda ne İran ne de bir başka kapitalist ülkenin emperyalizme karşı mücadelesi diye bir şey yoktur ve olamaz da. Olsa olsa şu ya da bu ülkenin mülk sahibi egemen sınıflarının çıkarlarının ABD emperyalizmininkiyle (ya da bir başka emperyalist gücünkiyle) örtüştüğü ya da çatıştığından bahsedebiliriz. Emperyalizme karşı mücadele verecek olanlar, mülk sahibi egemenler değil, işçi ve emekçi kitlelerdir ki, onlar da bu mücadeleyi şu ya da bu ülkeye karşı değil, tüm mülk sahibi sınıflara ve kapitalizme karşı vereceklerdir. Bu mücadelede, “kendi” ülkelerinin egemenleri onların düşmanı, emperyalist ülkelerin işçi sınıfı ise onların dostları olacaklardır! Bugün bu gerçekleri İran üzerinden unutanlar yarın “kendi” ülkeleri sözkonusu olduğunda aynı tutumu benimserlerse bunun ne anlama geleceği açıktır.
[*] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, Kasım 2007, marksist.net/node/1672
link: Oktay Baran, Süleymani Suikastı ve Tırmanan ABD-İran Gerilimi, 8 Ocak 2020, https://marksist.net/node/6819
“Depresyon Çağı Değil, Kapitalizm!”
Gençlik Hem Aç Hem Çıkışsız!